İçinde bulunduğumuz 2007 yılı Mevlana yılı ilan edildi. Bazı yetkililer bu yıl dolayısıyla birçok etkinlik yapılacağını ilan ettiler. Toplantılar yaptılar, bildiriler sundular. Biz de heyecanla bu etkinliklerin ne olacağını beklemeye başladık. Fakat yılın yarısından çoğunu devirmemize rağmen hala esaslı bir etkinlik göremedik. Birkaç ilde gerçekleştirilen cılız ve folklorik gösterinin dışında Hz Mevlana’yı anlamaya yönelik bir eylem yok. Bu ülkede bir şeyler yapmak fikrinden ziyade bir şeyler yapar gibi görünmek çok kötü moda oldu. İnşallah bu anlamlı yıl da bu anlayış sahiplerinin ferasetsizliğime kurban edilmez. Yapılabilecek çok şey var. En azından dünya çapında bir Mevlana filmi bu yılda yapılmalı insanlığa hediye edilmeli diye düşünüyorum. Yoksa yok kardeşim… üç tane adamı getirtip beş dinleyiciye konuşturmak ruhundan sıyrılmış birkaç semazeni döndürmekle Mevlana anılmış ve anlaşılmış olmaz.
Sevgili okuyucularımız biz de Hz Mevlana’yı anlamaya anmaya mütevazi bir katkı olur ümidiyle Hz. Mevlânâ hakkında konuşabilecek yetkinlikteki nadir insanlardan biri olan M.Ü. Öğretim Üyesi Tasavvuf uzmanı Mahmut Erol Kılıç ile Hz Mevlânâ üzerine feyizli bir söyleşi gerçekleştirdik. Bu derin söyleşiyi istifadenize sunuyor hepinize hikmetli bir hayat yürüyüşü diliyorum…
Hz. Mevlânâ daha dört beş yaşında bir çocukken arkadaşları kendisine damdan dama atlamayı teklif ediyorlar. Celâleddin ise “Damdan dama kedi köpek sıçrar. Canınızda benî âdem kuvveti varsa gelin sizinle gökleri gezelim” diyor. Hz Mevlânâ’nın çocukluğunu da anlamak adına bu sözünü nasıl değerlendiriyorsunuz?
Tasavvufta menkıbe dediğimiz bazı Allah dostlarının, velilerin olağanüstü yani normal insanların yapıp ettiklerinden farklı derecelerde eylemleri olduğunu görüyoruz. Bunların toplamına birden biz olağanüstü haller diyoruz. Mucize peygamberden sadır olana denildiği gibi keramette bir Allah dostundan sadır olana denir. Biz inanıyoruz ki peygamberler Allah’ın yeryüzüne özel seçerek görevlendirdiği kişilerdir. Onlar daha bedenlenmeden evvel hamurlarında bir farklılık vardır. Sair insanlardan farklıdırlar. Binaenaleyh aynı mantıkla aynı yaklaşımla tasavvufi metinler diyorlar ki resullerin ve nebilerin hamurundan arta kalandan Allah dostlarının hakikatleri yaratıldı. Bundan dolayıdır ki onların yani ricalullah dediğimiz Allah dostlarının tabiatları sair insanların tabiatlarından birtakım farklılıkları vardır. Bu farklılıklar, yaşadıkları dönemde yanlarında bulunan insanlar tarafından görülebiliyor. Bunların sayıları çok fazla. İşte Mevlânâ hazretlerinin de daha bulûğa ermeden hatta daha beşikteyken veya anne karnında iken daha dünyaya gelmeden evvel kendileri ile alakalı bazı işaretler, bazı kerametler gösterdiklerini görmekteyiz. Dolayısıyla daha sonra olgun kâmil bir insan misyonu ile hareket edecek bir kişinin çocukluk çağlarında da basit şeylerle ilgilenen birisi olmaması gayet doğaldır. Bu demek değildir ki onlar çocukluk dönemini çocuk olarak yaşamadılar. Hayır. Çocukluk çağlarında, çocukluk yaptılar her çocuk gibi. Ancak o çocukluk dönemlerinde dahi bir kalite bir farklılık olduğunu peygamberlerin hayatlarına baktığımız zaman görüyoruz, velilerin hayatlarına baktığımız zaman da görüyoruz. Bu hususi örnekten de anlaşılacağı üzere damdan dama atlamak mesele değil; mesele miraç edebilmek, manevî ruhanî yükselişi gerçekleştirebilmektir. Mevlânâ bunu söylemek istiyor bize. -Şayet bu nakil gerçekten doğru ise- Malum-ı âliniz bizim menkıbe kültürümüzde daha sonra ki dönemler de bir zatın büyüklüğünü anlatmak için bazı menkıbeler düzenlenir. Bu menkıbelerin hepsi gerçekten tarihsel olaylar olmayabilir. Dolayısıyla biz bunlara yumuşak bir bakışla bakıyoruz yani kesin nas olarak bakmıyoruz. Bir kültür göstergesidir. Binaenaleyh Mevlânâ’ya atfedilen bu sözde olduğu gibi daha sonra babası ile Halep’ ten Şam’a gelirken rivayet o ki -hiçbir kaynakta bulunmuyor teyid edemiyoruz ama çok güzel bir menkıbe- babasının arkasında yürüdüğü zaman Muhyiddin İbn Arabi ile karşılaşırlar. İbn Arabi’nin “Bir okyanus bir gölün arkasında yürüyor” dediği nakledilir. Bunlar bazı zatların büyüklüklerini göstermeleri açısından güzel sözlerdir. Ama gerçekten İbn Arabi hazretleri böyle bir söz söylemiş mi söylememiş mi o ayrı bir konu.
Hz Mevlânâ’nın yetişmesinde babası ve hocalarının rolü ne olmuştur? Mevlânâ zâhirî ilimleri tahsil etmiş midir?
Bilindiği üzere Hz Mevlânâ’nın babası Sultanu’l-ulema her şeyden evvel bir âlim. O dönemde zaten -bunun altını ısrarla çizmek istiyorum- tasavvuf dinî ilimlerin zâhirî ilimlerin arkasında ki ana fondur. Zâhir ilimlerini talim eden kişilerin aşağı yukarı hepsi ârif kişilerdi. Mevlânâ’nın bidayet halinde zâhirî ilimler tahsil ettiğini biliyoruz. Hatta Anadolu’ya geldikten sonra hayatında bir dönem medrese hocalığı da var. Medrese hocasıdır, “Molla Hüdavendigar”dır.
Peki, tasavvufi eğitimini nasıl gerçekleştirmiştir Mevlânâ?
Gerek babası gerekse babasının talebesi Burhaneddin Muhakkik Tirmizi üzerinden Mevlânâ manevî eğitimini gerçekleştirmiştir. Sonra yine babasının talebesinden olan Şems-i Tebrizi ile karşılaşması ile var olan, hazırlanmış olan yapı adeta son noktayı bulmuştur. Yani aşk boyutu ona Şems ile yüklenmiştir.
Mesnevî’nin İslam dünyasındaki işlevi ne olmuştur?
Mesnevî ve diğer eserlerini dikkatli okuduğumuz zaman Mevlânâ’nın, kuru kuruya zâhirî ilimle bir yere varılamayacağını, ilmin bir aşk ve mana boyutunun bulunduğunu, mana boyutundan soyutlanmış zahiri ilimlerle tamamen kuru bir hayat sürüleceğini söyler. İşte burada bana göre Mevlânâ’nın Mesnevî’si ve diğer şiirleri, bütün bu dinde kurumaya, dinde pıhtılaşmaya dinde Yahudileşmeye bir İsa nefesi üflemek, bir aşk boyutu yüklemek işlevini üstlenmiştir. Kendisi de zaten böyle bir fonksiyonu görür. Aslında bütün sûfîler bir bakıma kendilerini şeriat-ı Muhammediyye içerisinden “dem-i İsa” yani Hz. İsa nefesi ile özdeşleştirirler. Buradaki sembolik anlatım çok çok önemlidir
Aklın bittiği yerden harekete geçen büyük bir ruh enerjisini kullandığı, keşif ehli olduğu hâlde Hz. Rumi bu kadar geniş bir yelpazeyi etkilemeyi nasıl başardı? Hz. Mevlânâ’yı iyice anladığımız söylenebilir mi?
Aklın bittiği yerden harekete geçen bu büyük ruh enerjisi bu modern Müslüman’ın zihnindeki en büyük problemlerden bir tanesidir. Modern Müslüman’ın zihni karışıktır. Bu karışıklığın misali ise akla yaklaşımındadır. Oysaki doğru akıl tarifi, modernlik öncesi geleneksel İslam düşüncesinin hâkim olduğu zaman ve zeminlerde ortaya çıkmıştır. Bu gözle baktığımız zaman Mevlânâ’nın “Bu iş akılla olmaz, aklın anlayacağı şey değildir” anlamında ki sözleri yani bir nevi akıl tenkitleri, külli manada akla yönelik tenkitler değillerdir. Yapılan tenkit akl-i meaş denilen günlük akıl, pratik akıl yani akıl derecelerinin en altında yer alan akıl içindir. Bunu bir beytinde çok güzel dile getirir: “Biz akla karşı değiliz. Aklın adını kötüye çıkaran bizim ilmimizde aklı kötü kılan şey aslında akl-ı cüz’îdir.” Aslında bir bakıma aklı cüzide değildir aklı cüzinin Allah’ı bulmaya zorlanması fiilidir. Yani arifler der ki akl-ı cüz’î evin yolunu zor bulur. Beş duyu organı ile Allah bulunmaz. Ama bunu söyleyen âlim akl-ı cüz’îsini de kullanır. Bakkala gittiğinde alışveriş yapacaksa eğer akl-ı cüz’îsiyle alışveriş yapar akl-ı küllîyle değil. Bakkalda alış veriş yaparken kullandığı akıl mertebesini de yüksek semada aşkı ve füyuzatı elde etmek için kullanmaz. Onun için aklın tekamülünü gerçekleştirir. Bu dönüşüm içerisinde akıl ziyalanır, aydınlanır. Küllî akıl haline gelir. Allah’ı bilen, tanıyan, gören Allahın ilk yarattığı zaman karşısında muhatab olup “Ben senin Rabbin değil miyim?” dediği akıldır. O akılda “belâ” demiştir. Kabul etmiştir. O akıl düzeyine çıktığımız zaman mümin olunur.
Hz. Mevlânâ hakkında zaman zaman dile getirilen yakışıksız ithamlar için ne diyorsunuz?
Mevlânâ için yapılan ithamlar genel olarak bütün ariflere ve bütün nebilere yapılmıştır. Dolayısıyla tabii bir süreçtir. “Hoşaftan anlamak”la alakalı bir husustur. Ariflerin kullandığı mecaz sanatını bilmek gerekir. Mevlânâ zaman zaman döneminde şuyû bulmuş hadiseleri -ki bu tarihsel olarak olmuş olabilir-, çoluk çocuğun dahi ağzında anlatılır olmuş bir hikayeyi bile alıp ona tasavvufi bir anlam yükleyerek aktarabilmiştir. Olayı böyle bilmemiz gerekiyor. Tarihte haricilerin bir grubu Kur’ân-ı Kerîm’deki Yûsuf kıssasını çıkararak mushaflarını yanlarında taşırlardı ve derlerdi ki biz bu ayetleri inkar ediyor değiliz ama biz onları namazda okumayı müstehcen olarak görüyoruz. Böylece -hâşâ- Allah’tan daha takvâlı olduklarını zannederlerdi! Bu gözle baktığımız zaman aynı şey, aynı yaklaşım bütün peygamberlere de yapılmıştır. Bu iz’an ve anlayış seviyesindeki gelişmişlikle alakalıdır. Bu iftiralar için söylediğim cevap… Onun haricinde, bilimsel anlamda Mevlânâ’nın yöntemini, şiirini, ifade ediş biçimi beğenmiyorum, bana hitap etmiyor demek de herkesin tabii hakkıdır, yani bunu söyleyebilir bir insan, bunun için söylenecek hiç bir şey yoktur. Yani Mevlânâ’ya iman etmek iman şartlarından değildir. Zevk meselesidir bu. Beni etkileyebilen bir kişi bir başkasını etkilemeyebilir. Yeter ki iftira edilmesin. Mevlânâ’ya iftira atılmıştır, kendileri bu iftiralara cevap verememektedirler ama “Kabağın Sahibi var!” sözünü de unutmamak gerekir, o gayret-i Hakk’a dokunması sebebiyle müfterînin sonu, akıbeti çok zor olur; hafazanallah, iyi düşünsünler iftira etmeden evvel.
‘Gel, ne olursan ol gel!’ sözünü doğru anlıyor muyuz? Ya da nasıl anlamalıyız? Mevlânâ’ya ait olmadığı söyleniyor bu sözün siz ne diyorsunuz?
Evet, bu söz literal anlamda söz olarak Ebû Said Ebu’l-Hayr isimli bir büyük sûfîye aittir. Ama bu söz mânâ olarak Mevlânâ’ya da bütün sûfîlere de yakışır. Fakat bu söz, Mevlânâ’nın hiçbir yazılı metninde bulunmamaktadır. Ayrıca her arifin sözü manipülasyona açık olduğu gibi bu söz üzerinden de değişik niyetler gösterilmiştir. Burada önemli olan Mevlânâ’nın gerçekte niyetinin ne olduğunu bilmektir. Burada ‘gel ne olursan ol gel’ demek ‘gel hele bizim bir dergahımıza gel, ben seni ne yapıyorum burada bir gör” anlamı taşır. Yoksa gel o halinle seni kabul ediyorum anlamına gelmez. Mevlânâ dergâhının kapısının üstünde şu yazar: “Kâbetü’l-uşşâk bâşed in makam her ki nâkıs âmed incâ şod temâm” Yani burası âşıklar kâbesidir, her kim ki nakıs gelir kamil olur. Bak nakıs gelir kâmil olur diyor yani nakısıyla kimi hırsızdır, kimisi şudur, kimisi budur, kimisi putperestir. Burada kemal dersleri alır. Onun için gel ne olursan ol gel bu manadadır. Ümitsizlik dergâhı değil, biz kovucu değiliz, geniş bir hoşgörü. Gerçekten bu açıdan Müslümanların Mevlânâ’nın bu sözünü iyi anlamaları gerekir. Müslümanların “gel” davetlerinde biraz problem var, iyi davet edemiyorlar davet edilen kimselerde de icabet problemi var.
Mevlânâ’nın ve Mevlevîliğin gelecek nesillere aktarılmasında bugün nasıl bir yol izlenilmeli?
Mevlânâ’nın kendisi zaten evrensel ve insanî noktayı yakaladığından ve diğer dillere tercüme edildiğinden dolayı bütün dillerde aktif olarak çalışmaktadır. Bu manada herhangi bir yardımcıya ihtiyacı yoktur, Mevlânâ’nın yardımcısı Hak’tır, çalışmaktadır. Biz ne yapabiliriz? Müslümanların öncelikle Mevlânâ ile barışmaları gerekiyor, Mevlânâ hakkında söz söyleyenler Mevlânâ irfanında mektebinde eğitilsinler. Ondan sonra Mevlânâ’yı anlayıp Mevlânâ’yı aktarabilsinler. Günümüzde Mevlânâ adı altında bir hayli manipülasyonlar yapılmaktadır. Mevlânâ’yı tanımayan hatta kendi özel sohbetinde Mevlânâ’ya küfreden insanların televizyonlarda arzı endam ettiklerinde Mevlânâ adını kullanmaları bana çok büyük bir iki yüzlülük olarak geliyor. Mevlânâ’nın yolu herkese açıktır, ümitsizlik dergâhı değildir ama inat etmesinler insaf etsinler. Mevlânâ’nın yüksek irfanını öğrenmeye davet ediyorum. Çünkü Mevlânâ büyük bir ummandır. Bugünün modern insanına ve ülkemiz insanına da çok büyük ışık tutacağı kanaatindeyim. Ben size başımdan geçen bir basit şeyi aktarayım: Yıllar evvel bir İran seyahatinde, binmiş olduğum bir otobüste, iki gencin birbiriyle kavgaya tutuşmuş olduklarını görmüştüm; önce laf dalaşı, daha sonra ilerledi ilerledi, iş neredeyse yumruklaşmaya varacaktı ki, tahminen emekli öğretmen olduğunu zannettiğim 55 yaşlarında bir amcanın koltuğundan kalkarak Mevlânâ’nın “Biz birleştirmeye geldik, kavga etmeye, ayırmaya, parçalamaya gelmedik” mealindeki sözlerini hatırlatarak “Kardeşler, ne yapıyorsunuz” demek suretiyle Mevlânâ’dan okuduğu bir şiirle, bir beyitle o kavgayı yatıştırdığını ve sükûnun, sulhun hakim olduğunu gördüğümde içimde derin derin düşüncelere dalmıştım. Bir geçmiş arif hâlâ nasıl bir toplumdaki huzurun sağlanmasında kullanılabiliyor. Bizim Milli Eğitim Bakanlarımızın, Milli Eğitim Projesi yapanların, bütün eğitim felsefemize şekil verenlerin kulakları çınlasın. Yunus’ların Mevlânâ’ların öğretisi, ilkokuldan itibaren toplumumuza öğretilmediği sürece, ne okullarda ne de okul dışında huzur biraz zor bulunacak.
Hz. Mevlânâ; “Alemde herkes nefsî nefsî der, ben ise bir hiçim, bir hiçim diyorum” diyor? Bugünün insanına bunu nasıl anlatacağız efendim? Nedir hiçlik?
Bugünün insanına nasıl anlatacağız? Bugünün insanı baştan aşağı problemler içerisinde. Allah bugünün insanına yardım etsin. Yalnız şunu diyebilirim: Her şey aslına rücu eder. Asıllara yani prensiplere, otantik doktrine dönüş yapsın modern insan. Otantik yolu bulmadığı sürece doğru yolu asla bulamaz modern insan. Mevlânâ’nın hiçlik felsefesi bütün sûfîlerde de vardır. Ben yokum diyerek sûfîler var olurlar. Modern insan ise ben varım dediği için aslında yok. Olmaktır esas olan. Ancak modern insana “ne kadar sahip olursan o kadar var olursun” telkini yapılmaktadır. Aslında yanlıştır. Modern insana var oluş dersleri vermek lazım. İbnül Arabi “vücûdi fakdî” der. Yani benim var oluşum yok oluşumdur gerçekte. Ben yokum dedikçe var oluyorum. Bu önemli bir sırdır. Mevlânâ’da da aynısı var. “Hîçî” der o. Yani “ben yokum”.
Mahmut Bıyıklı |