Teknolojinin insanlık suçu işlediğini söylemiştiniz. Gelişme aynı zamanda kendimizi baltalama anlamına mı geliyor?
Evet… Hastalıklar değişiyor. Hekimler teşhis koymakta zorlanıyorlar. Üç ay sonra hastalığın seyri değişiyor.
Hiç duymadığınız, sistemik lupus eritamatozus (Vücudun kendi zarlarına gene kendi tarafından antikor üretilip zarar verilmesi hastalığı), liken planus (Vücudun deri hücrelerine karşı geliştirdiği saldırı ile ortaya çıkan kronik deri hastalığı), MS (Kanda dolaşan savunma hücrelerimizin sebebi bilinmeyen bir şekilde beynin beyaz cevherine karşı antikor geliştirmesi); (multiple skleroz), ülseratif kolit hızlı bir şekilde artış gösteriyor.
Mesela hipertansiyonu modern tıp tedavi edemiyor. İlacı verdikçe tansiyon düşüyor, ilacı kestiğinizde tekrar yükseliyor. Bu semptomatik, yani sadece belirtileri ortadan kaldıran bir tedavi yöntemi.
Şeker hastalığında da ilaç kullanıldığında şeker seviyesi düşüyor. Aksi halde yine eski halinde. Yani ilacı kullanmakla siz radikal bir tedavi almıyorsunuz. M.S.’in, Alzheimer’in, Parkinson’un, şekerin tedavisi yok. Başka örnekler de sayılabilir.
Alzheimer ve Parkinson’un modern tıpta tedavileri olmadığını vurguluyorsunuz. Peki, bu hastalıkların bitkisel tedavi yöntemleriyle önlenmesi söz konusu mu?
Evet mümkün. Modern tıpta öyle ilaçlar var ki, etki mekanizmaları bilinmiyor. Faydalıdır diyoruz ama nasıl etkili olduklarını bilmiyoruz.
Alzheimer bir iki yılda ortaya çıkmaz. En erken 20 yıl öncesinde sinsice başlar. Ortaya çıktığı andan itibaren de geç kalınmıştır. Dolayısıyla Alzheimer’i önleyebilecek bir ilaç henüz modern tıpta yok ve Alzheimer’i tetikleyenin ne olduğu da bilinmiyor.
Fakat Alzheimer hastalarında örneğin asetil kolin seviyesinin düşük olduğu gözleniyor. Bunun üzerine asetil kolin seviyesini yükselterek, hastalığı tedavi edebileceklerini düşündüler. Olmadı. A vitamini eksikliği gözleniyor. Bununla da çözülemedi.
Siz ne önerdiniz?
Ben Alzheimer’de önleyici olarak taze sıkılmış havuç suyunu önerdim.
Bir hastalığı önlemek bitkilerle mümkündür. Ancak bir hastalığa yakalanmadan önceki tedaviyle yakalandıktan sonraki tedavi arasında çok fark var. Hastalığa yakalandıktan sonra kişi organını kaybedebiliyor veya kalıcı hasarlar yaşanabiliyor. Dolayısıyla buradaki tedavi, ağır bir tedavi ve iş gücü kaybı var. Bunlar büyük külfet getiriyor. Ancak bir hastalığa yakalanmadan önce onu önleyebiliyorsunuz.
Bitkisel Sağlık Rehberi kitabını yazma sebebim budur.
Kitabın sonunda bir kaynakça bulunmuyor?
Evet, o kitap kırk yıllık araştırma sonuçlarımı içerir. Hiçbir kitap okumadım bu konuda. Hepsi benim araştırma sonuçlarım ve her kelimesinin de arkasında duruyorum. Bugün lavantayı hepatit B ve hepatit C’ye karşı önermiştim ki kapak da o. Ben 33 yıl yurtdışında kaldım. Hiç bitkileri konuşmadım. Bir veri bankası oluşturdum. İlk defa Türkiye’de 99 yılında, brokoli üzerine konuştum özel bir kanalda. Gazi Üniversitesi’nden bir farmakolog vardı karşımda. Bana şöyle dedi: “İyi bir yemek tarifi verdiniz”
Şaşırdım ve üzüldüm.
O noktadan sonra ne oldu?
Amerika’da Saint John Üniversitesi’nden başladım işe. Arşivleri kanıt olabilir. Prostatit tedavisinde, brokolinin etkilerini yazdım. Prostatit (prostat iltihaplanması), bugün ürologların korkulu rüyasıdır. Çünkü tedavisi yoktur. Çok kötü bir hastalık. Sadece antibiyotik tedavisi var ve tedavi bırakıldığı anda sızılar başlar. Yaşam kalitesini çok kötü etkiler.
Siz ne önerdiniz prostatı tedavi etmek için?
Biz, brokoli tedavisini önerdik. Kullanırsanız prostatite karşı iyidir dedik. Ayrıca 40 yaşından sonra erkeklerin yüzde 45’inde, 50 yaşından sonra ise erkeklerin yüzde 50’sinde, rastladığımız benigne Prostate Hyper Plasie dediğimiz iyi huylu prostat büyümesine karşı brokoli kürü muhteşemdir dedik.
Bunları Saint John Üniversitesinin Protatitis Discussion forumunda tartışırken, üye olan onlarca bilim adamı bizi takip etti. On binlerce kişi tartışmalara üye olamadığı için katılamasa da siteye girip okuyabildi. Bundan sonra yedi günlük deneme süreleri yayınlandı ve pek çok hastanın “Ağrılarım kayboldu, çok rahatladım” şeklinde e-postaları gelmeye başladı. İnsanlar kullanmaya başladı.
Brokolinin meme kanserine de iyi geldiğini yazmıştınız?
Brokoli hem meme hem prostat kanserini önlüyor. Kitabımıza yazdık bunu. Etki mekanizmalarını açıkladık. Bir ay sonra Amerika’da dünyanın en büyük prostat vakfı, Prostatitus Foundation açıldı. Bunlar bir ayda oldu. Ardından dünyada zincirleme şekilde Avrupa’da da vakıflar açılmaya başladı.
Bu sayede Türkiye’de doktorlarla çalışmaya başladık. Doktorlar başvurmaya başladı. Aktara gidip bir doktor bunu soramaz tabi. Bugün bu iş dışarıda pek çok üç kağıtçının, şarlatanın elinde. 9 bitkiyi karıştırıp naylon poşet içinde veriyorlar insanlara ve binlerce dolar istiyorlar.
Bitkiler karıştırılmamalı mı?
Normal koşullarda bir bitki karıştırılmaz. Hastalıklar birer kilittir. Her kilidin anahtarı bir bitkide yer alır. Ben çok ender iki bitkiyi karıştırırım. Üç veya dört bitkiyi karıştırmam, bu kadar yıllık çalışma hayatımda görülmemiştir. Hem bitkinin etkisini azaltır, hem de hastalık üzerinde sonuç alamazsınız.
Lavanta hepatite iyi geliyor, brokoli prostata, havuç unutkanlığa… Ama siz kitabınızda, lavantanın bile üç türü olduğunu yazıyorsunuz. Hangi bitkinin hangi olduğunu biz nasıl anlayacağız?
Aslında çok daha fazla lavanta türü var.
Herhangi bir aktardan gidip lavanta alamıyoruz bu takdirde?
Evet. Bu işin uzmanları var. Bu işe sahip çıkması gerekenler bilim adamları ve hekimlerdir. Bakın ben kimyagerim. Ama Doktorun aksine ben, bitkinin kimyasını biliyorum..
Avrupalı arkadaşlarım bana “Kitabında çok fazla bilgi veriyorsun” diye kızıyorlar.
Yani siz doktorlarla çalıştığınızda etkili sonuç alınıyor?
Gayet tabi.
Aktarlar gibi oluşan pazara rağbet eden kurumsal firmalar da var. Şifa için satılan poşet çaylar var mesela. Bağırsakları çalıştırmak için poşette sinameki çayları var örneğin.
Sinameki kabızlığa karşı kesinlikle kullanılmaması gereken bir bitkidir. Sinameki, seyahate çıktığınızda, tuvalete karşı titiz davranan biriyseniz kullanılabilir. Yanlış beslenme de olabilir. Sinameki bir iki günlük geçici bir çözümdür. Fakat kabızlık şikâyetine karşı sinameki kullanılmaz. Kesildiğinde kabızlık daha şiddetli tekabül eder.
Bir yandan doğayı da patentlemeye çalışıyorlar çeşitli yöntemlerle?
Evet. Bunun bir örneği mısır. Karadeniz insanında ala olarak bilinen ‘vitiligo’ hastalığı göremezsiniz. (vitiligo: Genel anlamda vücuda rengini veren pigmentleri üreten melonositlerin düzensiz çalışması sebebiyle; tende, ağız, burun ve genital organların iç zarlarında, gözün retina tabakasında, renk kayıplarına (deride beyazlaşma) ve tahribatına yol açan bir rahatsızlık.)
Çünkü mısırın içinde “vitiligo”yu önleyici maddeler var. Mısıra zarar veren de bir böcek vardır. Mısıra püskülünden girer ve mahveder.
Bir de hemen hemen her ağacın kökünde yetişen bacillus thurigiensis adlı toksin üreten bir bakteri vardır. Bu bakteri, mısır püskülünden giren parazit için öldürücü bir zehir. Bu bakterinin o toksini üreten geni oradan alınarak, mısırın genomuna yerleştirildi.
Genetik olarak modifiye edilmiş mısır toprağa ekildiğinde o toksini de üretmiş oluyorsunuz. Artık yaprağından sapına, mısırın her yerinde o madde var. Bu parazit artık zarar veremez mısıra.
Genleriyle oynanmış bu mısırın insan sağlığı üzerindeki etkileri ne olacak peki?
Bu genleriyle oynanmış ekinleri, ilaçlar gibi dört-beş yıl sonra piyasadan çekemezsiniz. Toprağa bir kere verildi mi, bir daha dönüş yok. Gen teknolojisine karşı değilim. Ama bugünkü gen teknolojisi tamamen rastlantısal. Zararı da öyle…
Genetikçikler genlerin işlevini bilmeden mi oynuyorlar?
Geni bir yerinden kesip açıyorlar, yeni geni nereye yerleştirdiklerine önem vermiyorlar. Genlerin birbirleriyle etkileşimleri var. DNA diziliminde 3. sıradaki gen örneğin 5001. genle iletişim halinde olabiliyor. Dizilişi biliyoruz artık, ama bu genlerin birbirleriyle etkileşimlerini bilmiyoruz. Bu yanlış bir şey. Kafamıza göre geni kesip, istediğimiz yere başka gen ekleyemeyiz. Deneme yanılma yöntemi uyguluyorlar. Ama bu işin dönüşü yok! Mısırı doğaya bir kere ektiğinizde, bu iş biter.
Toprağa ekildikten sonra dönüşü olmayacak değil mi?
Tabi, bir de yatay geçiş yaparak oradan bakterilere atlıyor. Bakteri mitoza uğruyor genetik yapısını değiştiriyor. Farklı etkin maddeler ortaya çıkıyor. Genleriyle oynanmış mısır ununu kullandığınızda ne oluyor peki?
Vitiligoya iyi gelmiyor! Ala hastaları mısır ununu rahatsızlık olan bölgeye sürdüklerinde nasıl iyileştiğini hayretle görürler. Bu geniyle oynanmış mısırın unu ise bunu yapmıyor. Dışarıda satılıyor mısır. İnsanlar tüketiyor ve çok lezzetli. Ama bu çok yanlış
Bahaneleri de açlıkla savaşmak. Bu doğrudur. Ama genleriyle oynanmış bir kilo tohumun kilosu altından pahalı. Köylü bunarı kasalarda saklıyor. Açılıkla savaşıyorsunuz diyorlar ama fakirlik var. Karnını nasıl doyuracak, nasıl satın alacak tohumu? Açlıkla değil önce fakirlikle savaşmalısınız Adam bir kilo domates alabilecek durumda değil. Et tüketimine hiç girmiyorum
Yani genetik de henüz bir şey bilmiyor?
2000 yılında John Major ve Bill Clinton Genom projesini açıkladıklarında, şeker, Alzheimer, kanser, hipertansiyon gibi pek çok hastalık yenilecek demişlerdi. Ben o zaman söyledim televizyonda böyle bir şey mümkün değil diye. Daha insan oğlunun önünde 150-200 yıl var.
Daha kötüsü de gen teknolojisinin kapalı kapılar ardına taşınması…
Genetik teknolojileri hastalıkların oluşumuna çözüm bulamıyor mu?
Dünyada sağlıklı insan yoktur. Dünyaya gelen her insan bir hastalıkla geliyor. Ama doğduğu dönemde bu hastalık ortada yok. Onun genetik yapısı barındırıyor bu hastalığı. Yıllar sonra rahatsızlık ortaya çıkıyor.
O hastalıklı geni aldı diye, örneğin meme kanseri, prostat kanseri genini aldı diye, mutlaka bu hastalığa yakalanması söz konusu değil. Önleyici kürler uygulayarak bu hastalıkların oluşumunu önleyebilirsiniz.
Bu arada “Ben önleyici tıp uyguluyorum” diyerek, hekim kontrolüne gitmemek de çok büyük bir cahillik ve insafsızlık olur. Herkes rutin kontrollerini mutlaka yaptırmalı.
|