Yazar A. Ziylan
Misafir deyince…
Herkes bir bakıma misafir. Çünkü dünya misafirhane. Buna işaretle şair ne güzel söylemiş:
Ne Kārun’a kaldı ne Süleymân’a…
Bakın tarihe; saltanat, mal-mülk, zenginlik vesâire ne şuna kalmış, ne buna kalmış. Bu dünya, içindeki nimetlerle beraber her doğan insana şunu söylüyor:
«Ey insan! Unutma ki sen de misafirsin!»
Bu sebeple ben, bütün insanları hep misafir olarak görürüm. Başta kendimi.
Bu bakış, çok manidâr ve kârlı. Çünkü;
İnsanları misafir olarak gördüğün zaman onların hatasını görmüyorsun. Genelde insanlar, diğer insanların iyi taraflarını ölümden sonra görüyorlar. Bu da güzel bir şey ama iyi tarafları aslında ölmezden evvel görmek lâzım. Çünkü o zaman karşılıklı olarak bir muhabbet başlıyor, insanların iyi taraflarından istifade ediyorsunuz. Kötülük ve kavgadan uzak duruyorsunuz.
Kendime diyorum ki;
Bir yere geldin, misafirsin. Kimsenin kalbini kırar mısın? İki günlük mühletin var. Kimseye bir hakarette bulunur musun? Ters bir şey yapar mısın?
Elbette hayır. Evet, siz de hayır diyorsunuz.
Yani münasebetlerde araya misafirlik bakışı girince pek çok mesele iki taraflı çözülüveriyor. Biraz harcıâlem de olsa şu örnek, gayet yerinde bir misal:
Dostlarınız arasında ölümü yaklaşmış kanserli bir arkadaş var. Bunun en çok 10-15 günlük ömrü var. O adama hangi gözle bakarız? Hiç onun kusurlarıyla meşgul olabilir miyiz? Aksine, nasıl olsa ölecek, 15 günlük ömrü var, diyerek o bize ne söylese hemen yaparız. Ne istiyorsa, son arzusu titizliği ile yapmak için uğraşırız. Onun gönlünü almak için elimizden geleni eksik etmeyiz.
Niye?
Çünkü o, bizim gözümüzde 10 günlük bir misafirdir artık.
Hâlbuki;
Bütün insanlar aslında böyle değil mi? Ölmeyen kim var? Sadece biri iki günlük, diğeri yirmi günlük misafir. Hepsi bu!
Bu gerçeği hatırlatan hiç unutamadığım bir hâdise var:
Üç ahbapla bir gün ailecek pikniğe gitmiştik. Sultansuyu isimli bir yere. Orada hemen tepenin eteğinde ormanlar arasında az akan, ancak güzel ve tatlı bir su mevcuttur. Karşısında da büyük bir çınar.
Hanımlar oturuyordu. Biz beyler üç kişi, oraya su doldurmaya gittik. Su az aktığı için kapları doldururken biraz zaman harcamak gerekiyordu... Bidonlar dolarken biz de konuşarak oyalanıyorduk.
Derken oraya iki kız geldi. Tanımadığımız kızlar. Biraz da akılları uçuk tipler. Çekinmeden sordular:
–Ateşiniz var mı?
Yanımdaki arkadaşın birisi çakmak çıkardı, biri de kibrit. Sigaralarını yaktılar. O sıra bidonlarımız doldu ve geri döndük. Ben lâtife ederek hanımlarına dedim ki:
–Beylerinize mukayyet olun. Şöyle şöyle yaptılar. Sonra uyarmadı demeyin.
Bu şekilde şakalaşıp gülüştük. Aradan tahminen on gün geçti. O arkadaşlardan birisi trafik kazasında vefat etti.
Bu vefattan bir buçuk ay sonra diğer arkadaşla yine oraya gittik. Aynı yere gittik. Bu sefer iki kişiyiz. Suyun başında kaplarımız dolarken bir buçuk ay önceki hâtıramız tazelendi. İç çekip ölen ahbabımızı yâd ettik. Arkadaşım dedi ki:
–Yahu o anda biz ona; «Sen on gün sonra öleceksin.» deseydik, zavallı ne yapardı? Ya biz ne yapardık? O da biz de bir şey bilmeden on gün sonra ölüm geldi, aldı götürdü. Bu dünya çok garip bir misafirhane…
Bu piknikten de sonra yine yaklaşık on gün geçmişti ki o arkadaşımın da ölüm haberi gelmesin mi? Şaşırdım. Dediler ki; «Kalp krizinden gitmiş.»
O zaman şunu anladım;
Bazen hep başkalarıyla ilgili düşünüyoruz, fakat hiç kendi ölümümüzü hatıra getirmiyoruz. «O ölmeden önce şöyle deseydik ne olurdu?» diyoruz, ancak kendimizi sanki muaf tutuyoruz. Yani ölüm var ama sanki bize daha geç gelecek. Yani herkes gibi biz de ölümün olduğuna inanıyoruz, fakat ölümün bizi hemen de bulabileceğini düşünmüyoruz. Etrafımıza bakalım; ölüme inanmayan var mı? Yok. Ama hemen öleceğini düşünen kaç kişi var! Çok az!
Oysa on günlük bile değil, hepimiz iki günlük misafiriz.
İki gün…
Dün ve bugün…
Sonrası bu fânî hayatın bir adım ötesi…
Şairin dediği gibi:
Bu dünyanın dört bucağı köhne bir meyhânedir Ecel bâde, felek sâkî, ömrümüz peymânedir. Gelirken ağlayıp geldik gülenler dîvânedir, Giden gelmez, gelen bilmez bir misafirhânedir... |