|
Türkçe’mizde pabuçla ilgili çok sayıda deyim ve atasözü olduğunu biliyoruz. Meselâ bir işi, bir konuyu ısrarla takip ettiğimizi dile getirmek için “pabuç eskitti” deriz. “Pabuç pahalı” sözü ile, tehlikeli bir durum söz konusu olduğunu, kişinin sonuna zararlı çıkabileceğini gösterir. “Pabucu dama atıldı” diye bir lâf duyduğumuz zaman bir insanın artık gözden düştüğünü, eski itibarının kalmadığını anlarız. Zavallı, perişan bir kimsenin halini tasvir etmek için “pabucu yarım” sözü kullanılır. Yanınızdan uzaklaştırmak, kovmak istediğiniz adamın “pabucunu eline verebilirsiniz.” Unutmadan söyleyelim, sevgili Nasreddin Hocamızın pabuçları o kadar kıymetlidir ki, belki ileride yol vardır diye ağaca çıkarken bile onları aşağıda bırakmaz, cebine koyup ağaca öyle tırmanır. Böylece ayakkabılarına göz diken çocukların sinsi planlarını alt üst eder. Merhum, başka bir gün de ırmak kenarında abdest almaya başlar. Tam ayaklarını yıkadığı sırada pabuçlarını suya kaptırır. Fena halde canı sıkılır ve hemen arkasını ırmağa dönerek gaz çıkarır, “Al abdestini, ver pabucumu!” diye bağırır. Aşağıda okuyacağımız pabuç hikayesi ise, Ebu’l-Kasım Tanbûrî adında ki bir cimrinin başına gelenleri tam bir ibret tablosu halinde gözler önüne seriyor: Vaktiyle Bağdat’ta aşırı cimriliğiyle, elinin sıkılığıyla tanınan bir adam vardı. Kendisi sayısız denecek kadar mala, mülke sahipti. Bununla birlikte meselâ ayağına artık elle tutulur yeri kalmamış bir pabuç giyerdi. Her delinmesinde bir yama vurduğu için artık pabucun pabuç denilecek hali kalmamış, şekilsiz ve çirkin bir yığın haline gelmişti. Buna rağmen dört beş yıldır yenisini almaz, onunla idare etmeye çalışırdı. Halk hem onunla, cimriliğiyle alay etme, hem de ağır ve çirkin bir şeyi anlatmak için “Ebu’l-Kâsım Tanbûrî’nin pabuçlarından daha beter.” derdi. Bir gün Ebu’l-Kâsım, Bağdat çarşısında gezinmekteydi. Simsarlıkla geçinen bir dostuna rastladı. Bu adam kendisine: - Halepli bir tüccar, bir miktar Halep şişesi getirmiş. Gel, sana bunları çok ucuz bir fiyata satın alalım. Bir iki ay sonra bunları en azından üç misline satarak büyük bir kâr elde edersin, dedi. Satıcı ile Tanbûrî’nin arasına girdi. Şişeleri altmış dinara aldı. Ebu’l-Kâsım bunları hamallara yükletip evine götürürken bu sefer de bir dellâl dostuna rastladı. Konuşurlarken o da şu teklifte bulundu: - Bir tüccar, Yezd şehrinde gülsuyu getirmiş. Gel şu gülsuyunu sana ucuz bir fiyatla satın alıvereyim. Kısa bir müddet sonra iki misli fiyata, yine ben senin hesabına onu başkasına satarım. Bunun üzerine altmış altına bu gülsuyu da satın alındı. Ebu’l-Kâsım evine gelince gülsuyunu şişelere doldurdu. Evinin raflarına saf saf dizip koydu. Ertesi gün Ebu’l-Kâsım yıkanmak için hamama gitti. Soyunurken tanıdıklarından biri sıcaklıktan çıktı. Kâsım’ın pabucunu gördü. - Ey Ebu’l-Kâsım! Bu senin pabuçların çok eskimiş ve berbat bir hal almış. Artık bunları değiştirmek, hiç değilse son bir defa olsun iyi bir tamirden geçirmek gerekir, dedi. Kâsım da “inşallah” deyip işi savuşturdu ve sıcaklığa girdi. Bu sırada şehrin kadısı hamama geldi. O da soyunup içeri girdi. Bir zaman sonra içeriden çıkan Kâsım giyindi. Pabuçlarını aradı, bulamadı. Pabuçlarının yerinde bir yenisi duruyordu. Öyle zannetti ki, “Senin şu pabuçlarını yenilemek gerekir.” diyen arkadaşı onları almış ve yerine bunları bırakmıştır. Bunun üzerine onları giyip hamamdan ayrıldı. Biraz sonra yıkanmasını tamamlayan kadı sıcaklıktan çıktı. Giyindikten sonra ayakkabılarını istetip bulamadılar. Orayı burayı ararlarken Ebu’l-Kâsım’ın şu meşhur ıcığı cıcığı çıkmış pabuçlarını buldular. Anladılar ki, Kâsım, Kadı’nın pabuçlarını giymiş ve kendisininkileri onun yerine bırakmıştır. Kadı öfkelendi. Hemen Kâsım’ın bulunup getirilmesini emretti. Bulup getirdiler. Kadı: - Demek sen hamamda şunun bunun pabucunu çalıyorsun, diyerek ağır sözler söyledi. Subaşıya onu hapse atmasını söyledi. Bîçare Ebu’l-Kâsım bu yüzden birkaç gün hapiste yattı. Elinde olmadan ve istemeden bu duruma düşen Ebu’l-Kâsım, çok kahırlandı. “Bu pabuçlar yüzünden ırzım yıkıldı. Çok sıkıntı çektim.” Diyerek o öfkeyle pabuçlarını fırlatıp Dicle nehrine attı. Aradan bir iki gün geçti. Dicle’de balıkçılar balık avlarlarken ağlarının içinde iki eski püskü, bin bir yamalı pabuç çıktı. Adamlar: - Bunlar Ebu’l-Kâsım’ın meşhur pabuçlarıdır. Herhalde kaza ile nehre düşmüş olmalı, diyerek alıp Kâsım’ın evine götürdüler. Evin kapısını kapalı görünce pencereden içeri atıp uzaklaştılar. Ne var ki fırlatılan ayakkabılar, üzerinde gülsuyu dolu şişelerin bulunduğu rafa rastladı. Raf yerinden kopup düştü. Neticede bütün şişeler kırıldı ve içlerinde bulunan gülsuları da toprağa sızıp heder oldu. Biraz sonra evine dönen Ebu’l-Kâsım kapısını açıp ta bütün olan biteni görünce saçını başını yolmaya ve feryâd figan etmeye başladı. Durmadan da: - Şu uğursuz pabuçlar yüzünden nelere uğramadım. Üstelik fakir de düştüm. En iyisi, bunların uğursuzluğundan kurtulmak için bir tedbir bulmalı. Meselâ evin bir köşesindeki toprağı iyice kazıp onları oraya gömerek belalarından halâs olmalıyım diyordu. Gece yarısı kalktı. Evin bir köşesini kazmaya başladı. Gel gelelim, adamcağızın komşuları yer altından kendi evlerine bir delik açıyor sanarak feryada figana başladılar. Hemen koşup şehrin subaşısına gittiler. Vali tarafından görevliler geldi. Durumu görünce, işi gerçekten böyle sandılar. Tanbûrî’yi yaka paça edip götürdüler ve hapse attılar. Bir hayli tazminat da burada ödeyip ve yine bir müddet hapis yattıktan sonra serbest bırakıldı. O hiddet ve şiddetle evine gelen Ebu’l-Kâsım, pabuçlarını eline alıp evinin yakınındaki bir kervansarayın lağımına bıraktı. Birkaç saat sonra pabuçlar lağımı tıkamış olmalı ki, pislikler ve sular çevreye taştı. Ustalar getirerek tıkanan yolu temizleyip açtırdılar. Burada tıkanıklığa sebep olan meşhur pabuçları buldular. Sahibini çok iyi tanıdıklarından hemen getirdiler ve yaptığından dolayı kendisine bir hayli cefa ettiler. Tıkanan lağımın onarılması için harcanan parayı da cereme olarak aldılar. Artık Ebu’l-Kâsım hayretinden ve üzüntüsünden ne yapacağını bir müddet kestiremedi. Nihayet bu meretleri suda yıkadı, temizledi. Sonra kurumaları için duvarın üstüne koydu. Sularının tamamen çekildiğine kanaat getirdikten sonra, bu uğursuzların başına getirdiği belalardan bütünüyle kurtulmak ümidiyle onları yakmaya karar verdi. Gel gelelim, pabuçlar duvarın üstünde kurumakta iken aç bir köpek, aynı yükseklikteki bir başka duvardan atlayıp geldi. Bir hayvan leşi sandığı pabuçlardan birini kaptığı gibi başka bir duvara sıçradı. Ancak bu atlayışta başarılı olamayan köpek iki duvar arasında iken salapurya (büyücek bir kayık) gibi pabucu ağzından düşürdü. Meğer duvarın dibinde hamile bir kadın oturmuş, dinleniyormuş. Üzerine iri yarı, alâmet bir şeyin düştüğünü gören hamile kadın hemen oracıkta çocuğunu düşürdü. Kadının hâkime şikayeti üzerine Tanbûrî’yi yeniden yakalayıp hapse attılar. Bu sefer, öncekilerden daha ağır bir cezaya ve daha ağır bir tazminata mahkûm edilen Ebu’l-Kâsım yine feryâd edip sakalını yoldu: - Bu pabuçlar beni fakir bir dilenci haline getirdi, diyerek onları eline aldı. Doğru kadı’nın (hakimin) huzuruna vardı. Başından geçenleri birer birer anlattıktan sonra: - Kadı Efendi Hazretleri! dedi. Senden rica ve niyaz ederim ki, beni bu büyük beladan kurtar. İşte şu anda buradaki bütün Müslümanlar şahit olsunlar, şu andan itibaren bu pabuçlarla aramda en küçük bir alaka bile kalmamıştır. Ben, kendilerini benim eşyam olmaktan affetmişimdir. Artık benden ayrı ve serbesttirler. Lütfediniz, siz de bunun hüccetini (resmî belgesini) yazınız ki, artık ben onlardan ve onlar benden uzak olsunlar. Bugünden böyle de her ne şekilde suç işlerlerse bunların suali ve cevabı artık kendilerinden sorula. Kadı güldü. Ebu’l-Kâsım’a acıdı. Kendisine bir çok ihsanda bulundu. İşte Ebu’l-Kâsım Tanbûrî, sırf cimriliği yüzünden bu kadar eziyet çekti, bu derece ceza ve cereme çekmiş oldu. Artık kötü huyunu terk ederek iyi ve cömert bir insan oldu. Cimriliği bir türlü terk edemeyenler, dünya kendilerini terk etmeden ve pabuçlarını ayaklarına dolaşmadan kendilerine gelsinler…
(Dursun Gürlek) |
|
|
|