Gönülleri Sevgi Dolu Yavrularım!
Her biriniz, cennet gibi güzel vatanımızın bir şehrinde, kasabasında veya köyünde bulunuyorsunuz. Birbirinizi göremeseniz de en içten sevgilerle, gülümseyen yüzlerle birbirinizle kaynaştığınızı görür gibiyim. Dünyanın her neresinde olursak olalım, kalplerimizi birbirimize açan; bizi, birbirimize bağlayan şeyin ne olduğunu biliyor musunuz? Bu, Allah Teâlâ’nın kalplerimize yerleştirmiş olduğu kardeşlik sevgisidir.
Rabbimiz, Kur’an-ı Kerim’de “Müminler kardeştirler.” buyurarak birbirimizi çok sevmemizi istiyor. Her durumda birbirimize destekçi ve birbirimizden sorumlu olmamız gerektiğini bize bildiriyor. Sevgili Peygamberimiz ise: “Müminler, birbirlerini sevmekte, korumakta ve merhamet etmekte tek vücut gibidirler. Vücudun bir kısmı, bir organı rahatsız olduğunda diğer kısımların uykusuzluk ve rahatsızlık hissettiği gibi müminler de diğer müminlerin çektikleri sıkıntıdan dolayı acı çeker ve rahatsızlık duyarlar.” Zira “Siz birbirinizi sevmedikçe gerçekten iman etmiş olmazsınız.” buyuruyor.
İslâm’daki bu kalp kardeşliğinin temelini bundan on dört asır önce Sevgili Efendimiz (sallallâhu aleyhi vesellem) kurmuştur. O, Müslümanların kendisi için canını verecek kadar çok sevdiği mükemmel bir örnek insan iken; düşmanlarını da kendisine hayran bırakacak bir şahsiyete sahipti. Meselâ, Bedir harbi başlamadan bir gün evvel, Müslümanların bulunduğu mevkideki sudan müşriklerden on beş kişi su içmek için izin istediler. Sahabeden bazıları, bu müşriklere su vermek istemedi. Ancak Efendimiz, kendilerine savaş açmaya gelmiş olan düşmanlarına bile merhamet göstermişti.
Güzeller güzeli Peygamberimiz, sahabeleri arasında dünyada bir benzeri daha olmayan muhteşem bir kardeşlik bağı oluşturdu. Onun önderliğinde ve örnekliğinde Medineli Ensar ve Mekkeli Muhacirler arasında öyle bir sevgi, fedakârlık, karşılıklı saygı ve hürmet meydana geldi ki, herkes kendisinden daha çok Mümin kardeşini düşünür oldu. Muhacirler her şeyini Mekke’de bırakıp Medine’ye hicret ettiklerinde, evlerini, eşyalarını, bahçelerini, paralarını yani her şeyini kendileriyle paylaşan Ensar kardeşleriyle karşılaştılar. Medineli Müslümanlar, hem gönüllerini hem evlerini Mekkeli kardeşlerine sevgiyle, sonuna kadar açtılar.
Medineli bir Müslüman, hurma bahçesinin yarısını Mekkeli kardeşine veriyordu. Muhacir kardeşiyle birlikte bahçede çalışıyor ve hasat mevsimi gelip de hurmalar toplandığında, hurma öbeğini ikiye bölüyordu. Hatta Mekkeli kardeşine daha fazla düşmesi için, ikiye ayırdığı hurma öbeklerinin birine az diğerine fazla hurma koyup; az görünenin altına hurma dalları koyarak çok görünmesini sağlıyordu. Sonra Muhacir kardeşine: “Buyur kardeşim, dilediğini al.” dediğinde Muhacir, çok görüneni Ensar kardeşinin alması için az görünen öbeği tercih ediyordu; ama farkında olmadan fazla olanı kendisinin oluyordu.
Medineli Müslümanlar hem kalplerini hem evlerini ve mallarını Mekkeli kardeşlerine açarak cömertlikte yarıştılar: —Kardeşim! İşte bütün malım! Dilediğinin yarısı senindir, dediler. Mekkeliler de aynı ince düşünce ve nezaketle: —Malın, mülkün sana mübarek olsun kardeşim! Sen bana çarşının yolunu göster, yeter! dediler. Ensar ısrarla vermek istiyor, muhacirler ise gönüllerindeki kanaat zenginliği sebebiyle almak istemiyorlardı.
Böylece Muhacir ve Ensar arasında eşi görülmemiş bir kardeşlik, fedakârlık ve kanaatkârlık davranışları sergilendi. Allah Teâlâ da onların bu güzel davranışlarından râzı oldu ve onları methederek şöyle buyurdu: “Muhacirlerden önce Medine’yi yurt edinenler ve îmâna sarılan Ensar, kendilerine hicret edenleri severler. Onlara verdikleri şeylerden ötürü gönüllerinde bir sıkıntı ve rahatsızlık duymazlar. İhtiyaç içinde olsalar bile, Mümin kardeşlerini kendi menfaatlerine tercih ederler.”
Merhametli Evlatlarım! Bütün bunlar bize gösteriyor ki, İslâm’da kalp kardeşliği vardır. Bu kardeşlik bağı aynı anne babadan dünyaya gelmekle olan kan kardeşliğinin de önüne geçmiştir. Peygamber Efendimiz’in amcalarına baktığımızda bunu açıkça görürüz.
Peygamber Efendimiz’in amcası Abbas (Allah ondan razı olsun) yeğenini çok severdi. Hiçbir şeyin O’nu üzmesine ve O’na zarar vermesine gönlü razı olmazdı. Efendimiz’in gençlik devrinde, Kâbe’nin inşaatı sırasında birlikte taş taşıyorlardı. Efendimiz taşları, çıplak omzunun üzerine koyarak taşıyordu. Hazreti Abbas buna dayanamadı ve: —Elbisenin ucunu omzuna koy da canın yanmasın, dedi. —Fakat diğer taraftan amcası Ebû Leheb, yeğeninin sıkıntı çekmesi için elinden gelen zulmü yapıyordu. Peygamber Efendimiz, insanların toplandığı panayırda: —Ey insanlar! “Lâ ilâhe illallâh, deyiniz de kurtulunuz!” diyerek herkesi tek tek dolaşırken amcası Ebû Leheb de arkasından yürüyor: —Ey insanlar! Sakın O’na inanmayın! O yalancıdır! diyerek bağırıyordu.
Elinde topladığı taşları da öz yeğeninin arkasından acımasızca savuruyordu. Öyle ki attığı taşlar Sevgili Peygamberimiz’in mübarek ayak bileklerini kanatıyordu. Diğer taraftan Peygamberimizle hiçbir kan bağı olmadığı halde onun için, göğsünü oklara ve kılıçlara siper eden ve canını feda etmek için yarışan sahabeler de vardı. Demek ki mühim olan bu kalbî kardeşliktir. Din kardeşliği de bu kalp kardeşliğine dayanır. Bu cennet vatanımızda bizi birbirimize bağlayan da işte bu kalbî kardeşliktir.
Evlatlarım! Yürekleri müslüman kardeşlerinin muhabbetiyle dolu Allah dostları, kalp kardeşliğinin nasıl olacağını, kendileri yaşayarak bize göstermişlerdir. Onlardan biri olan Dâ¬vûd-i Taî Haz¬ret¬le¬ri’ne bir gün bir talebesi, sevgisini ve hürmetini göstermek için et yemeği ikram etmek ister. Dâ¬vûd-i Taî Haz¬ret¬le¬ri, talebesine ve önüne konulan yemeğe bakar ve ona der ki: —Şu yakınımızdaki yetim çocukların durumları nedir, bilgin var mı? Talebesi: —Durumları bildiğiniz gibi kötüdür efendim, diye cevap verince hocası: —O hâl¬de bu eti on¬la¬ra gö¬tü¬rü¬ver, de¬r. Hocasına ikramda bulunmayı çok isteyen Talebe: —Efendim, siz de uzun za¬man¬dır et ye¬me¬di¬niz! di¬ye ıs¬rar ede¬cek ol¬ur. Fakat yetim çocuklar ihtiyaç içindeyken Dâ¬vûd-i Taî Haz¬ret¬le¬ri’nin bu yemeği yemeye gönlü el vermez. Talebesine nazikçe der ki: —Oğlum! Bu yemeği ben yersem bir süre sonra hazmedilip vücudumdan dışarı çıkıp gidecek. Eğer o yetim çocuklar yerse, Rabbimiz’in hoşuna giden bir sevap olarak Allah katına çıkacak.
Altın Kalpli Yavrularım! İşte kalp kardeşliği böyledir. Mümin kardeşlerimizin neşesini de hüznünü de paylaşmaktır. Onları hiç unutmamak, onlar için dua etmektir. Ecdadımız bu inceliğe o kadar dikkat etmişlerdir ki, evinde hasta olan aile, penceresine kırmızı bir çiçek koyardı. Geçtikleri sokakta evin penceresinde bu çiçeği gören satıcılar alçak bir sesle mallarını satarlardı. Mahallenin çocukları ise hastayı rahatsız edecek davranışlardan uzak durur, oynamak için başka bir sokağı tercih ederlerdi.
Bundan yaklaşık on beş yıl önce Bosna’da Müslüman kardeşlerimize karşı büyük bir katliam yapıldı. Binlerce kardeşimiz burada öldürüldü. Binlercesi vatanından sürüldü; yiyeceksiz, giyeceksiz, ilaçsız kaldı. O zamanlar, bütün dünya Müslümanları arasında bir yardım seferberliği ve bir iyilik yarışı başladı. Henüz sizin yaşlarınızda hatta belki daha küçük bir öğrenci, Bosnalı kardeşlerine gönderilmek üzere öğretmeninin eline kâğıt parçaları sıkıştırıp uzaklaşır. Öğretmen elini açıp bakar ki; elindekiler, otobüs biletleridir. Başta buna bir mânâ veremez. Sonra aynı soğuk ve yağmurlu günün akşamında o öğrencisini yolda yürürken görür. Öğrencisini arabasına alır ve gerçeği o zaman öğrenir. Öğrenci bir gecekonduda oturan çok fakir bir ailenin çocuğudur. Verecek başka bir şeyi olmadığı için, sahip olduğu tek şeyi Bosnalı kardeşlerine göndermiş ve her gün uzun bir yolu ıslanarak ve üşüyerek yürümeye razı olmuştur. Öğretmen bu biletleri alır ve belediye başkanının da bulunduğu, yardım için yapılan açık artırmada satılığa çıkarır. Başta bir işe yaramayacağı düşünülen fakat çok içten kardeşlik duygularıyla yani ihlâsla verilen birkaç bilet, o gün toplanan bütün yardımların miktarına yakın bir paraya satılır.
Bütün bunlardan anlıyoruz ki, biz birbirimizi sevdikçe aramızdaki kardeşlik bağlarını sıkı tuttukça, Allah’ın yardımı ve rahmeti bizim üzerimize gelir. Tarihte bunun en güzel örneklerinden biri, İstiklal savaşında, Çanakkale’de kardeşlik ve birlik duygularıyla Rabbimiz’in bize zafer ihsan etmesidir.
Rabbimiz, bizleri bir ucu Peygamber Efendimiz’in yüreğine kadar uzanan kardeşlik bağından ayırmasın, yavrularım!
Tertemiz Yürekli Evlatlarım!
Bundan 14 asır önceydi. Mübarek şehir Mekke’nin semaları kapkara bulutlarla kaplanmıştı. Gökyüzü sanki bir avuç Müslümanın çektiği acıları paylaşıyordu. Allah Rasûlü üzgündü. Yüreği yanıyordu. Ama en çok düşündüğü sahabeleri idi. Yıllardır müşriklerin zulmü altındaydılar, dayanacak güçleri kalmamıştı. İbadetlerini gönül huzuruyla yerine getiremiyorlardı. “Allah’a inandık.” dediklerinde zulüm görmeyecekleri; namaz kıldıklarında dövülmeyecekleri, “Peygamberimi seviyorum.” dediklerine hakaret ve alay edilmeyecekleri bir vatan lâzımdı!
Allah Rasûlü Taif’e gitmeye karar verdi. Orada akrabaları vardı. Ona yardım edebilirlerdi. Taif halkı da İslâm’ı kabul eder de kendisine kucak açarsa Mü’minleri buraya gönderebilirdi. Böylece Tâif İslâm’ın, Mekke’den bütün dünyaya yayıldığı bir şehir olabilirdi.
Yanına manevî evladı Zeyd’i aldı ve birlikte yola koyuldular. Taif’e vardıklarında Efendimiz önce akrabalarıyla görüştü. Onları İslâm’a davet etti. Onlara Mekke’deki durumlarını, Mü’minlerin, onların yardımına ne kadar muhtaç olduklarını anlattı. Fakat akrabalarının bir kısmı ona yardım etmek şöyle dursun, onu dinlemek bile istemediler. Bir kısmı da halkın tepkisinden korkup yardım etmeye yanaşmadı. Efendimiz, bu sefer Taif’in ileri gelenleriyle konuşmaya çalıştı. Ancak onların tepkisi çok daha sert oldu. Derhal orayı terk etmesini istediler. Kısa zamanda bütün Taif halkının onların ziyaretinden haberi oldu. Ancak Efendimiz, ümitle ziyaretlere devam ediyor, Müslümanlara uzanacak bir yardım eli arıyordu.
Ne yazık ki Taif halkı, ayaklarına kadar gelen bu ilâhî nimetin farkına varamayacak kadar körleşmişti. Allah Rasûlü’nün kendilerine getirdiği teklifin, kendi dünya ve âhiret kurtuluşlarına vesile olacağını anlayan bir kişi bile çıkmadı. Aksine kendini bilmez kimselerin kışkırttığı halk galeyana geldi. Sevgili Efendimiz ve Hazreti Zeyd ile önce alay ettiler, daha sonra hakaretler etmeye ve bununla da kalmayarak onları taşlamaya başladılar. Zeyd, neye uğradıklarını anlayamadı. Böyle bir şeyi nasıl yapabilirlerdi? Onlara bir zarar vermemişlerdi, onlardan dünyalık bir şey de istememişlerdi. Zeyd, bir taraftan atılan taşlar Efendimiz’e değmesin diye vücudunu siper etmeye çalışıyor, diğer taraftan da gözü dönmüş insanları uyarıyordu.
—Ey Taifliler! Siz ne yapıyorsunuz? Kimi taşladığınızın farkında mısınız? Taşladığınız kişinin Allah’ın bizim için gönderdiği Rahmet Peygamberi olduğunu biliyor musunuz? Zeyd’in bu sözleri, gözü dönmüş topluluğu daha da azdırdı. Taşlar üzerlerine yağmur gibi yağmaya başladı. Allah’ın en sevgili kulunun, meleklerin bile kendisine hayran olduğu merhamet peygamberinin öpülesi elleri, ayakları kanlar içindeydi. Kendilerini biraz ilerideki Mekkelilerden birine ait bir bahçeye, bir hurma ağacının altına güçlükle atabildiler. Kâinatın Efendisi’nin içine düştüğü bu manzara karşısında sanki yerler ve gökler yas tutuyordu. Manzarayı gören bütün melekler büyük hüzün içindeydi. Melekler, kendilerine gelecek bir ilâhi helâk emrini derhal yerine getirmeye hazırdılar. İşte o anda Allah Teâla, dağlar meleğini elçisine gönderdi. Bütün kâinat sessizliğe büründü. Melek: −Ey Muhammed! Kavminin sana ne yaptığını Cenâb-ı Hak gördü! Ben dağlar, meleğiyim! Ne emredersen yapmam için Allah Teâlâ, beni gönderdi. Ne yapmamı istiyorsun? Eğer dilersen şu iki dağı birbirine çarpayım ve dağların arasında onları helâk edeyim, dedi. Melek O’nun ağzından çıkacak sözü yerine getirmek için hazırdı. Efendimiz’in tertemiz kalbi ise şefkat ve merhamet duygularıyla doluydu. Gözlerini semaya kaldırdı. Gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Duaya başladı. Kâinatın en merhametli kalbinden taşan ve gül dudaklardan dökülen bu sözleri Şâir Muhammed Ali Eşmeli şöyle ifade ediyor:
İltica etti : “Ya Rab, Habîbin Muhammed’i Âleme rahmet diye gönderdin madem”dedi.
“Hor hakir görülmemi, şu çaresizliğimi, Ancak sana arzeder Âmine’nin yetimi…
Ey merhametlilerin en merhametlisi, Sen Eğer ki bana gazap etmiş değilsen,
Bu çektiğim mihnete aldırmam, şu belâya, Kerem kıl, hidayet ver, Tâifli cühelâya
İltica etmek: Allah’a yalvarmak Gazap etmek: Öfkelenmek Cühelâ: Cahiller
Evlatlarım! İşte Efendimiz, Tâif halkının helâkini değil dünya ve âhiret saadetini diliyordu. Her şeye rağmen onların kurtuluşu için dua ediyordu. Bu arada girdikleri bağın sahipleri onun haline acıyarak, köleleri Addâs ile bir tabak üzüm gönderdiler. Addâs, salkımı Peygamberimiz’e uzattı ve “Buyrun yiyin” dedi. Addâs misafirin yüzüne dikkatlice bakıyordu. Çok değişik bir insandı. Hiç bu civarın insanına benzemiyordu. Allah Rasûlü “Bismillah” diyerek yemeye başladı. Bu söz de Addâs’ın çok dikkatini çekti. Hayret ve merakı gittikçe artan Addâs: —Bu sözü buralarda ne bilirler ne de söylerler. Siz kimsiniz, çok farklı bir insansınız? dedi.
Efendimiz: —Sen nerelisin, hangi dindensin? diye sordu. — Ninovalıyım, Hıristiyanım, dedi. Efendimiz: —Demek sen, sâlih kul Mattâ oğlu Yûnus’un memleketindensin! dedi. Addâs’ın şaşkınlığı iyice artmıştı. Bu misafir sıradan bir insan olamazdı. O’na iyice hayran kalmıştı. Allah Rasûlü devam etti: —Yûnus, benim kardeşimdir. O, bir peygamberdi. Ben de bir peygamberim!
Addâs o anda kalbinde, tarif edilemez bir heyecan hissetti. Adeta kalbi bir pınar olmuş Hazreti Peygamberin yüreğine akmıştı. O zamana kadar hissetmediği duygular hissediyordu. Nihayet Efendimiz’in kalbinden yüzüne akseden nûru, koskoca Tâif’te yalnız bir köle, Addâs görmüştü. Addâs, Kelime-i Şehâdet getirirken, kalbindeki iman pınarları gözyaşı olmuş, fışkırıyordu. Allah Rasûlü’nün ayaklarına kapandı, ellerini öptü öptü… Addâs, böyle hüzünlü ve acı bir günde iman ederek Allah Rasûlü’nün gönlünü ferahlatan bir mü’min olma şerefine ermişti. Ne büyük saadetti. Âlemlerin Efendisi ise onun Müslüman olmasına o kadar sevinmişti ki o an çektiği çileleri unutuvermişti. Çünkü bir insanın Müslüman olup da cehennem ateşinden kurtulması, üzerine güneşin doğup battığı kâinattaki her şeyden daha hayırlıdır. Efendimizin, kendisini taşlayarak kovan bu zalim kavme sonsuz merhametiyle yaptığı dua kabul oldu. Bu dua hürmetine yıllar sonra Taif halkı, Müslüman oldu ve kurtuluşa erdi.
Gül Yüzlü Yavrularım!
• Dedelerimizden bize miras olan vatanımızın kıymetini bilelim. Ancak vatanımız olduğu takdirde din, namus ve bayrak gibi manevi değerlerimizi koruyabiliriz.
• Bize iyilik yapanlar için de kötülük yapanlar için de hayır dua edelim. Belki böylece kötülük yapanlar bizim duamız sayesinde kötülüklerinden tamamen vazgeçerler.
• Biz, rahmet Peygamberinin ümmeti olduğumuz için Allah’ın bütün yarattıklarına merhamet edelim.
• Addâs’ın yüreğinde iman meşalesini yakan söz “Bismillah” idi. Biz de bütün hayırlı işlerimize “Bismillah” diyerek, Allah’ın adıyla başlayalım. Zira “Besmele her hayrın başıdır.”
• Peygamber Efendimiz’i, onun yaptıklarını yaptığımız zaman anlayabiliriz. Onu tanıyabildiğimiz kadar sevebiliriz. Sevdikçe de O’na hayran oluruz. Öyleyse davranışlarımızda O’nu örnek alalım.
• Seven kişi sevdiğiyle beraberdir. Bizim Efendimiz’e gönülden uymamız O’nu sevmemizin bir ölçüsüdür.
Sevgili Yavrularım! Rabbimiz, kalplerimizi Efendimiz’in sevgisiyle doldursun! Bütün davranışlarımızla O’nu memnun edebilmeyi nasip etsin! Âmin…
|