|
İslâmiyet Ülkücü Dünya Görüşü’nün Felsefesidir |
|
|
|
|
|
“Saçma! Olmaz böyle şey! Bu da nerden çıktı? İslâm bir felsefe değil. İslâm bir din'dir! İslâm'a felsefe denilemez!” diyerek, hemen karşı çıkmayın. Biraz sabredin... Lütfen, biraz sabredin... Ulu ve yüce Allah'ın, Al-i İmrân sûresinin 19. âyetinde; “Hak din, Allah indinde İslâm’dır” diye buyurarak, İslâm'ı sadece bir din olarak vasıflandırdığını, din'in sadece İslâm ve İslâm'ın sadece bir din olduğunu çok şükür, biz de biliyoruz. Bunun dışında ve buna aykırı bir şey söylemiyoruz... Söyliyemeyiz... Biz, İslâm'a felsefedir de, demiyoruz... “O halde bu ne biçim bir başlık?”, da demeyiniz... Çünkü, başlıkta ne yazdığımızı biliyoruz... Başlık doğru ve güzel... Esasen, sizi rahatsız eden de, başlıkta ifade edilmeye çalışılan manâdan daha çok, bu konunun hiç kimse tarafından ve hiçbir zaman böylece açık ve net olarak ortaya konulmuş olmamasıdır... Yani siz, aslında, meseleye böyle yaklaşmaya alışık olmadığınız için rahatsız oluyorsunuz... Yoksa biz, yanlış ve kötü bir şey yazmıyoruz... Allah bize, yanlış ve kötü şeyler yazmayı nâsip etmez inşaallah... Ne ise... Peki, size soruyoruz: Ülkücü felsefî bir problemle karşılaştığı zaman, meselâ Ülkücü varlık nedir, bilgi nedir, fiil nedir gibi sorularla karşı karşıya kaldığı zaman, bu sorulara ne cevap verecek? Bu soruların cevaplarını nerede bulacak? Ülkücü bu soruları yok mu sayacak? Problemleri inkâr mı edecek? Yoksa matematik problemlerinin cevaplarını matematik, fizik problemlerinin cevaplarını fizik, kimya problemlerinin cevaplarını kimya ilimlerinde arayıp bulduğu gibi, felsefe problemlerinin cevaplarını da felsefe de mi arayacak? Ülkücü böyle yaparsa, yani felsefî problemlerin cevaplarını felsefe ilminde ararsa, doğru mu yapmış olur? Bu soruya, “doğru yapmış olur”, diyebiliyor musunuz? Eğer “doğru yapmış olur” derseniz, cevabınız doğru olur mu? Tek kelimeyle, DOĞRU OLMAZ! Çünkü böyle bir cevap doğru değil, YANLIŞTIR. Ülkücü, felsefî manâda, ne idealist, ne materyalist, ne spiritüalist, ne rasyonalist, ne de ampirist değildir. Olamaz. Olmamalıdır! Adıgeçen felsefî ekollerin teker teker hepsi de İslâmiyet'le çelişir ve Ülkücü İslâmiyet'e ters düşen hiçbir şeyi kabul etmez. Edemez. Etmemelidir! Pekâlâ, Ülkücü, insanlığın ve bilhassa filozofların asırlardanberi tartışıp bir türlü sonuçlandıramadığı felsefî problemlerin yani varlık nedir?, bilgi nedir? ve fiil nedir? gibi soruların cevaplarını nerede arayıp nasıl bulacak? Tabii ki, Ehl-i Sünnet vel Cemaat yolunda İSLÂMİYET ile gene Ehl-i Sünnet vel Cemaat yolunda İSLÂM TASAVVUFUN'da! Öyle ise, İSLÂMİYET ÜLKÜCÜ DÜNYA GÖRÜŞÜ'NÜN FELSEFESİDİR, hükmünün neresi yanlış? Bu bir... İkincisi; her şeyi yerli yerine koyan, her şeye gerektiği kadar ve gerektiği için değer veren bir “dünya görüşü”ne sahip olabilmek için İslâm'ın nurûna mutlaka ihtiyaç vardır!.. Bir dünya görüşünün hak olabilmesi için, İslâmiyet'in nurû ile muhakkak nurlanması lâzımdır... Aksi halde, o dünya görüşü bâtıl olur! O dünya görüşü de, o dünya görüşüne mensup olan kişiler de mazallah İslâm'a ters düşerler. Bu da, Müslümanlar için kabul edilemez! Çünkü Müslüman için aslolan İslâmiyet'tir. Ve, İslâmiyet her hâl ve şartta, her türlü beşerî düşünceden ve fikirden üstün ve kıymetlidir... Ayrıca, İslâmiyet'ten hiçbir şekilde ve hiçbir yerde taviz verilemez. Verilmemelidir! Bu nasıl olacak? Hem İslâmiyet'e ters düşmeyeceksiniz. Hem İslâm'dan zerre miktar taviz vermeyeceksiniz. Hem de bir dünya görüşüne inanacaksınız. Bu nasıl olacak? Böyle bir denge sağlanabilir mi? Sağlanabilir ise, bu, nasıl sağlanabilir? Bu, ancak ve sadece, Dünya Görüşünüzün yönünü, hudutlarını ve şeklini İslâmiyet'in belirlemesi suretiyle sağlanabilir! İşte, biz, İslâmiyet, “ÜLKÜCÜ DÜNYA GÖRÜŞÜ'nün felsefesidir”, derken, ÜLKÜCÜ DÜNYA GÖRÜŞÜ'nün istikametini, sınırlarını ve şeklini İSLÂMİYET belirler de, demiş oluyoruz... Neden? Nasıl? Ülkücü Dünya Görüşü nedir? Ülkücü Dünya Görüşü, İslâmî ve Dokuz Işıkçı, Türk Milliyetçiliğidir. Yani, Ülkücü Dünya Görüşü, gayesi İslâmiyet ve vasıtası Dokuz Işık olan Türk Milliyetçiliğidir. Öyle ise, Ülkücü Dünya Görüşü'nün istikametini, hudutlarını ve şeklini İslâmiyet belirler demek, Türk Milliyetçiliğinin yönünü, sınırlarını ve şeklini İslâm belirler, demektir. Peki, Milliyetçilik nedir? Milliyetçilik; milletini sevmek, korumak, yükseltmek ve yüceltmek ülküsüdür... O halde, Milliyetçiliğin istikametini, hudutlarını ve şeklini İslâmiyet belirler demek; ÜLKÜCÜ DÜNYA GÖRÜŞÜ'ndeki milletini sevmenin, milletini korumanın, milletini yükseltmenin ve milletini yüceltmenin yönünü, sınırlarını ve şeklini de İslâm belirler, demektir. Gene, Milliyetçiliğin istikametini, hudutlarını ve şeklini İslâmiyet belirler demek: Milliyetçinin neyi seveceğini, neyi koruyacağını, neyi yükselteceğini ve neyi yücelteceğini; gene Milliyetçinin milletini niçin seveceğini, niçin koruyacağını, niçin yükselteceğini ve niçin yücelteceğini; ve gene Milliyetçinin milletini nasıl seveceğini, nasıl koruyacağını, nasıl yükselteceğini ve nasıl yücelteceğini İslâm belirler, demektir. Görüldüğü gibi, biz burada, din'i yani İslâmiyet'i, SOROKİN gibi bir üst sistem olarak alıyoruz... Hatırlayacaksınız, P. A. SOROKİN üst sistemi; kültür ve medeniyetlere yön, şekil ve ruh veren ve zamana hakim olan felsefe olarak, tarif ediyordu. Bu sebeplerle: Bir, Ülkücü felsefî problemlerin cevaplarını İslâmiyet'te arayıp bulduğu için; iki, ÜLKÜCÜ DÜNYA GÖRÜŞÜ'nün istikametini, hudutlarını ve şeklini İslâmiyet belirlediği için; rahatça ve hiç tereddüt etmeden, İSLÂMİYET, ÜLKÜCÜ DÜNYA GÖRÜŞÜ'nün FELSEFESİDİR, diyoruz! Evet! Kim ne derse desin, İSLÂMİYET; ÜLKÜCÜ DÜNYA GÖRÜŞÜ'nün hem kaynağı ve lokomotifidir, yani temelini teşkil eder hem de FELSEFESİ’dir! Çünkü ulu ve yüce “ALLAH İNDİNDE HAK DİN İSLÂM'DIR”. Böyle, belki biraz uzun ve bir hayli tartışmalı bir girişten sonra, konuyu mümkün olduğu kadar kısa ve olabildiğince anlaşılır bir üslup ile anlatmaya çalışalım. FELSEFE NEDİR? Felsefe nedir? Her şeyden önce felsefe, belli bir çıkış noktasından hareketle, aklın kanunlarına ve aklın metodlarına göre sistemli bir zihnî araştırma yoluyla bilgi problemine (bilginin menşei, bilginin değeri, hakikat problemi gibi konulara), varlık problemine (varlığın mahiyeti, esası nedir? Madde, hayat, ruh, Allah nedir? Varlık tek midir, çok mudur, zaman, mekân ne demektir, gibi sorulara), fiil (action) problemine (hürriyet, kader, determenizm, irade ve sorumluluk gibi konulara) kendi arasında tutarlı bir genel bakış ve yorum getirmeyi ifade eder... Felsefe, sıra ile bilgi teorisi (epistemologie), varlık teorisi (ontologie) ve fiil teorisi (action) adını verdikleri konularda, kendi içinde tutarlı bir yorumlama biçimidir. Ülkücü Hareket'in büyük mütefekkiri merhum S.Ahmet ARVASÎ Hocamız, bu konuda, şöyle yazıyorlar: “Filozof saçlarını ve sakalını yolarak düşünüyor: Acaba bilginin kaynağı objeler (eşya) mi, yoksa insan zihni mi? İşte, her rengi ile filozofun dimağını eriten, çatışmalara sebep olan, koskoca felsefe tarihini meydana getiren temel soru bu olmuştur. Evet, bilginin kaynağı, objet mi, yoksa sujet mi? Varlığın mahiyeti nedir?” Kısaca, felsefe, varlık, bilgi ve irade problemlerine zihnî çözümler arayan sistematik ve bütüncü bir düşünce ürünüdür... Burada görülüyor ki, filozoflar birer sistem adamı olarak, aklın kanunları ve aklın metodlarına dayanarak, kendi içinde tutarlı ve felsefenin belli başlı problemlerine aklî çözümler arayan bir sistem geliştirmek zorunda kalıyorlar ve felsefe tarihinde rastladığımız felsefî ekoller ve akımlar böylece doğmuş bulunuyor. Bu haliyle felsefe, ne iyidir ne kötü, ne helâldir ne haram, çünkü bu durumda felsefe sadece bir vasıtadır ve vasıtalar vasıta olmaları itibariyle iyi de kötü de, helâl de haram da olamazlar. Vasıtalar kullanım amaçlarına ve kullanan elin maksadına göre iyi veya kötü, helâl veya haram olurlar... Bu durumu, merhum Üstad Necip FAZIL, şöyle ifade ediyorlar: “Bıçak, katilin elinde cinayet âleti, ev kadının elinde ekmek kesme aracı, cerrahın elinde ise neşter olarak, şifâ sebebi olur.” | |
İSLÂMİYET FELSEFEYE KARŞI MIDIR? “Öyleyse, İslâm âlimleri, özellikle de İmam-ı GAZZALÎ Hazretleri felsefeye ve filozoflara neden küfür isnat ediyorlar?” Bu soru ve hüküm tam olarak doğru kabul edilemez! Çünkü İslâm âlimleri ve İmam-ı GAZZALÎ Hazretleri top yekün felsefeye ve filozoflara küfür isnad etmiyor... Sadece belli başlı filozoflar ile felsefelere karşı çıkıyorlar. Nitekim, İmam-ı GAZZALÎ Hazretleri, El-Munkizu Mine'd-dalâl isimli eserinin, Felsefenin Gayesi Hakkında başlıklı bölümünde: “Burada felsefenin kötü olan ve olmayan kısımları hangileridir, feylesûflar hangi sözlerinde tekfir olunurlar, hangilerinde olunmazlar? Hangi hususlarda bid'at ehlinden sayılırlar, hangilerinde sayılmazlar? Hakikât ehlinin sözlerinden çalıp, bâtıl iddialarını kabul ettirmek için kendi sözlerinin arasına kattıkları nedir? Halk, onların hakikât diye iddia ettikleri bu sözlerinden nasıl nefret etmiştir? Hakikât sarrafı olanlar, onların sözlerinden saf hakikâtı, kalp ve mağşusundan (karışık) nasıl ayırt etmişlerdir, gibi hususları izah edeceğim” diye buyuruyorlar. İmam-ı GAZZALÎ Hazretlerinin bu sözlerinden, felsefenin tamamının küfür olmadığını, keza, filozofların tamamının da kâfir olmadıklarını anlamak gerekmez mi?.. Yoksa biz, yanlış mı anlıyoruz? O halde problem nedir? Felsefe insanlara bilhassa Müslümanlara neden bu kadar şâibeli gözüküyor? Felsefenin alâkadar olduğu konular, müslümanlar tarafından neden bu kadar tehlikeli bulunuyor? Bu suallerin cevaplarını kısmen İmam-ı GAZZALÎ Hazretleri, kısmen de biz, biraz yukarda verdik. Burada şu kadar bir ilâve yapalım: Filozoflar ya da felsefeciler, felsefî problemlere yani varlık, bilgi ve fiil meselelerine sadece aklı kullanarak cevaplar bulmaya çalıştıkları için, haklı olarak İslâm Dünyası'nda hep şüphe ile karşılanmışlardır. Felsefe ile filozoflara şüphe ile bakanlar haklıdırlar. Çünkü bu iş ne akılla olur ne de akılsız... Yüce dinimize göre: “Aklı olmayanın dini de yoktur”, ancak bilmek gerekir ki, Güzide Peygamberler silsilesi olmasa idi, akıl, tek başına hakikata yani gerçek dine ulaşamazdı. Öyleyse mesele felsefede ya da felsefenin ilgilendiği konularda değil, felsefenin kullandığı akıl vasıtası ile akıl metodundadır... Problem belli olduğuna göre çözüm de kolaylaştı... Çözüm: Felsefenin ilgilendiği problemlere yani varlık meselesine, bilgi meselesine, fiil meselesine edille-i şe'riyye sınırları içinde kalarak, yani İslâmiyet'ten cevaplar bulmaktır. Bu mümkün mü? Bu sorular ile bu sorulara akraba suallerin cevapları İslâm'da var mı? Elbette mümkün! Bu soruların cevapları tabii ki İslâm'da var! Evet, İslâm, dört başı mâmur bir sistem olarak, akla gelebilecek her konuda emirler, yasaklar ve prensipler vazetmiştir; akla yol göstermiştir. Böylece, İslâm'ın ışığında bir tefekkür doğmuş, kendine has bir güzel san'atlar dünyası oluşmuş, içtimaî, iktisadî ve siyasî hayat yepyeni boyutlar kazanarak, büyük bir kültür ve medeniyetin tarih sahnesine çıkmasını sağlamıştır. İslâm'ın her konuda ortaya koyduğu değerleri, burada, tek tek sayıp açıklamamıza lüzum yok, bu mümkün de değil... Ancak şu kadarını söyliyelim ki, İslâm'ın el atmadığı ve çözüm getirmediği hiç bir beşerî problem yoktur. Buna dayanarak diyoruz ki, her kesimden insanların İslâm’dan öğrenecekleri çok şey vardır. Bunun için İslâm'ın temel kaynaklarını ve 1400 küsûr yıllık tarihî uygulamasını, geliştirdiği bütün müesseseleri ile birlikte ilmî ve akademik bir süzgeçten geçirebilmek gerekir. Biz iddia ediyoruz ki, varlık problemi etrafında kafa patlatan ve çeşitli felsefî ekollere bölünüp boğuşan filozofların, varlık meselesine doğru cevaplar bulabilmesi için, İslâm'ın bu konudaki emir ve ölçülerinden haberdâr olması şarttır. Gene, bilgi problemini çözmek isteyen ve fakat işin içinden çıkamayan fikir adamlarının, bilgi meselesine doğru cevaplar bulabilmesi için, İslâm'ın bu konudaki mesajlarından haberdâr olması şarttır. Gene, irade ve aksiyon problemi etrafında düşünürken çıkmazlara düşerek bunalan beyinlerin, irade ve aksiyon meselesine doğru cevaplar bulabilmesi için, İslâm'ın bu konudaki açıklamalarından mutlaka haberdâr olması şarttır. İşte biz, bu bölümde, bunu yapmaya yani varlık, bilgi, irade ve aksiyon problemlerine Ehl-i Sünnet vel Cemaat yolunda İslâmiyet ile gene Ehl-i Sünnet vel Cemaat yolunda İslâm Tasavvufu'nun bakışını ortaya koymaya gayret edeceğiz... Bunu başarabilirsek, sanırız, hiç kimsenin bir itirazı kalmayacaktır. Olamayacaktır... Ne dersiniz, yoksa, yanılıyor muyuz? VARLIK NEDİR? Felsefe tarihinden öğreniyoruz ki, varlık problemini incelerken filozoflar, farklı kamplara ve ekollere ayrılıyorlar, birbirlerini reddeden görüşler ortaya koyuyorlar. Böylece birbirine zıd olarak, materyalizm, spirtüalizm, idealizm ve realizm gibi felsefî ekoller doğuyor... Peki, İslâm'ın varlık problemi karşısındaki tavrı nedir? İslâm mütefekkirleri, bizzat Allah ve Resûlü'nün emirlerine uyarak varlık meselesini, çok hassas bir tasnif içinde, Zât-ı İlâhi, Alem-i Emr ve Alem-i Halk şeklinde incelemişlerdir. Bu mütefekkirler, hem tevhidde kalmak, hem şirkten ve küfürden korunmak için çok hassas davranmışlardır. Çünkü bu konular iman ile küfrün, birbirine bir ustura ağzı kadar yakın durduğu sahalardır. Çok dikkat ve temkin ister. Bu noktada aklı başıboş bırakmak, felâkete sebep olabilir. Onun için, akıl ısrarla vahyin nuranî çizgisini takibedecek, şeriat'ın ve Ehl-i Sünnet vel Cemaat yolunun büyüklerinin ayak izlerini izleyecektir. Hem şeriat'ı hem de tasavvufu bilen İslâm büyükleri, Vâcib-ül Vücûd olan ulu ve yüce Allah'ın varlığını asıl varlık kabul etmişler; diğer varlıkları ve bütün mümkünatı da ulu ve yüce Allah'ın fiillerinin, sıfatlarının ve isimlerinin zılları (fenomenleri) şeklinde yorumlamışlardır. Tasavvufta zıl, bir şeyin, ikinci, üçüncü,... mertebelerde görünmesi demektir. Yani, her varlık, varlığını ulu ve yüce Allah'ın varlığından almakta ve ancak ulu ve yüce Allah'ın varlığı ile varlık âleminde durmaktadır. Varlığın kaynağı tek, mertebesi çoktur... İslâmiyet'de, Zât-ı İlâhi’den ayrı ve O'nun aynı olmayan sıfatları, varlığın mebdeini (başlangıcını) teşkil eder. Alem-i emr ve Alem-i halk, ulu ve yüce Allah'ın eserleri ve âyetleridir... Israrla belirtelim ki, ulu ve yüce Allah, mahlûkata hulûl etmez ve fakat onlardan zuhur eder. Nitekim, yer ve gökler, ulu ve yüce Allah'ı haber veren âşyetler ile doludur. Zât-ı İlâhi: Zât-ı İlâhi’yi merhum S.Ahmet ARVASÎ Hocamız şöyle anlatıyor: “Yer ile gökler, O'nun varlığını ısrarla heber verdiği halde, asla hayale ve tasavvura gelmeyen ulu ve yüce Varlık. O bize, bizden daha yakınken, idrak ve tasavvurumuz O'na sonsuzca uzak...” “O'nu fiilleri, sıfatları ve isimleri ile -sır üstü sır âlemi olarak- Alem-i Zâti olarak ananlar da var. Bu da mümkün... Ancak, burada sözü edilen âlem mefhumunun ifade ettiği sır karşısında, insan tasavvuru susar, lügatlar manâsını kaybeder ve sadece ruhlar ürperir.” “Böyle olunca, Alem-i Zâti, ulu ve yüce Allah'ın fiillerinden, sıfatlarından ve isimlerinden ibaret -sır üstü sır- tevhid âlemi... Çünkü, O'nun fiilleri, sıfatları ve isimleri, O'ndan ayrı da değil, O'nun aynı da değil... Zâti İlâhi, bütün şüûnatı (işleri) ile birlikte tevhid sırrı içinde tecelli eder.” “Allah BİR’dir. Lâkin, bu BİR, her türlü terkib ve tahlilden münezzehtir ve bütün sayı idrakini yok eder. Kesin olarak ve tekrar tekrar belirtelim ki, biz, aklımızla Allah'ın varlığını ve BİR’liğini biliriz ve fakat O'nu asla tasavvur edemeyiz. Yani, aklımız ve zekâmız, Allah'ı bilmemize yetiyor ve fakat idrakimiz O'nu tasavvur edemiyor.” “Yaradılmışlara bakarak Yaradan'ı bilmek mümkündür. Fakat, esas mesele, Yaradan'ı bildikten sonra yaratılmışlara bakmadadır. Gerçek bir mümin, idrak etmelidir ki, Yaradan ve yaratılmış, ancak Allah'ın varlığı ile anlaşılabilir.” “Allah'ın Yüce Zâtı, yarattıklarına benzemekten ve yaratıklarına hulûl etmekten münezzehtir. Ancak, bütün varlık tezahürleri, ister âlem-i emrden, ister âlem-i halktan olsunlar, sadece ve ancak, Allah'ın eserleridirler. O'nun tarafından yaratılmışdır. Hiçbiri O olamaz. Bununla birlikte, basiret sahibi bir bakış, bütün yaratıklardan, Allah'a ait ilimlerin zuhûr ettiğini görür. Çünkü, yüce ve mukaddes kitabımız Kur'ân-ı Kerim'de buyrulduğu gibi, “O, evveldir, âhirdir. zâhirdir, bâtındır.” (Bkz. El Hadid Sûresi, âyet: 3) Bunun için, yüce ve mukaddes kitabımız Kur'ân-ı Kerim'de, ısrarla insanların göklerin ve yerin yaradılışını düşünmeleri, orada Allah'ın varlığına birliğine ve yüceliğine dair pekçok âyetin bulunduğu belirtilir. Hele insan, evet bizzat o, maddesiyle ve manâsıyla başlıbaşına bir kitap...” “Görülüyor ki, âlem-i halk da, âlem-i emr de yaratılmış olup Allah'ın mülküne dahildirler. Bu âlemlerin tek ve mutlak sahibi Yüce Allah'tır. Bu husus, yüce ve mukaddes kitabımız Kur'ân-ı Kerim'de şöyle ifade edilir: “Biliniz ki, halk ve emir O'nundur.” (Bkz. El-A'raf Sûresi, âyet: 54) Âlem-i Halk: Halk kelimesi, Arapça'da hem yaratılmış, hem de ölçülebilir demektir. Böyle olunca, âlem-i halk, yaratılmış ve ölçülebilir varlıklar âlemi demek oluyor. Kemmiyet ifade eden, canlı cansız her şey bu âleme dahildir. Enerji dünyası, atomik parçacıklar, bütün elementler, maddenin bütün tezahürleri, yer ve gök cisimleri, topraktan, ateşten, ışıktan, nûrdan yaratılan herşey ve bunların faaliyetleri, tek ve çok hücreli bütün canlılar, bitkiler, hayvanlar, cinler, melekler, insanlar ve insana mahsus bütün değerler, öte yandan Cennet, Cehennem, Arş ve Kürsi,.. hep âlem-i halk'tandırlar... Âlem-i halk, Arş ve onun altındaki âlemdir... Arş ise, âlem-i halk'ı (yani, bu ölçülebilir âlemi), âlem-i emrden (yani, ruhlar âleminden) ayıran, hafsala ve akıl kabul etmez genişlikteki geçit sahasıdır. Bazı, İslâm mütefekkirlerine göre, buna Kürsi de denir... Diğer taraftan, Kürsi, ayrı bir makam olup Arş'ın altında kalır diyenler de vardır. Âlem-i halkın gelip âlem-i emre dayandığı hududun işaret noktasına Sidret-ül Müntehâ denir. Âlem-i halktan melekler dahil hiç kimse bu hududu geçemez. Sadece Mi'raç Mûcizesi esnasında, ulu ve yüce Allah'ın izniyle Peygamber Efendimiz geçebilmiştir. Âlem-i Emr: Alem-i emr, ulu ve yüce Allah'ın ol emri ile bir anda yaratılan ve Arş'ın üstünde kalan, maddî olmayan, zamana ve ölçüye gelmeyen, ulu ve yüce Allah'ın emirleri cümlesinden olan varlık tezahürleridir. Buraya âlem-i ervah (ruhlar âlemi) de denir. Âlem-i emr, bu haliyle, âlem-i halk'ı, Âlem-i Zâti’ye ulaştıran geçit gibidir. Mutasavvıf, seyr ü sülûk esnasında, sanki, seyr-i afâkî (objektif gezinme) ile âlem-i halkta ve seyr-i enfüsî (sübjektif gezinme) ile âlem-i emrde gezinir. Sonra, derece derece, manevî bir yüceliş ile seyr-i mutlak ile Âlem-i Zâti'ye teveccüh eder ve ulu ve yüce Allah'ın dilediği manevî mertebelere ulaştırılır. İmam-ı RABBANÎ Hazretleri, bir veli için, âlem-i emrin, beş mertebeli olduğunu bildirmişlerdir. Bu mertebeler, basamak basamak şöyle sıralanabilir: “Birinci basamak, kalb (gönül), ikinci basamak, ruh, üçüncü basamak, sır, dördüncü basamak, hâfi ve beşinci basamak, ahfâ mertebesidir.” İmam-ı RABBANÎ Hazretleri, âlem-i emr ve ruh konusunda da şöyle buyururlar: “Âlem-i emr bilgilerini anlatmak yasak edilmiştir. Çünkü, çok ince bilgilerdir. Dinleyenler yanlış anlar. İsrâ Sûresi, 85. âyetinde: “Sizlere (ruh konusunda) pek az ilim verildi diye bildirilen ilim ile şereflenen râsih âlimler, (ancak) perde arkasını seyredebilmektedirler”. Netice olarak: İslâm'da tek, gerçek ve mutlak varlık ulu ve yüce Allah'tır. Ulu ve yüce Allah var iken hiç bir varlık yok idi. Enerji, madde, hayat ve ruh adını verdiğimiz bütün varlık tezahürleri, O'nun yaratması ile meydana geldi. Herşey onun isim ve sıfatlarının birer tecellisi olup, bize O'dan haber getiren birer mesaj durumundadır. Bütün varlıklar O'nunla varlıkta dururlar, varlıklarını O'na borçludurlar. Biz müslümanlar, enerjiyi, maddeyi, hayatı ve ruhu inkâr etmeyiz. Bunların hepsini, bir Kitab-ı Ekber olan kâinatın içine yerleştirilmiş birer âyet olarak görürüz. Bize göre, yaratılmışlar, fâni, geçici ve izafî birer varlık olup gerçek varlık Vâcib-ül Vücûd olan ulu ve yüce Allah'tır. Nitekim, ulu ve yüce Allah'ın zâtından başka herşey helâk olucudur. Böylece anlaşılıyor ki, biz müslümanlar, varlık problemi konusunda hiç bir felsefî ekole bağlanamayız ve yaratılmış hiçbir varlığı, bütün Varlıkların Kaynağı itibar edemeyiz. BİLGİ'NİN MENŞEİ NEDİR? Felsefe tarihinin en önemli konularından biri de epistemoloji yani, bilginin menşei meselesidir. Fikir adamları tarih boyunca kendilerine sormuşlardır: Bilginin menşei eşya mıdır, insanın zihni midir? Yoksa, bilgi bunları aşan bir kaynağa bağlanabilir mi? İnsan bilgisi, objektif midir, sübjektif midir, mutlak mıdır, itibari midir?.. Ve daha nice sorular... Bazı filozoflara göre, bilginin oluşumunda, zihni tayin eden eşyadır. Yani, insan ne biliyorsa, hepsini de eşyadan öğrenmiştir. Zihnimizde ne varsa tecrübeden ve dış âlemden duyular vasıtası ile alınmıştır. İnsan zihni boş bir tablo gibidir, üzerinde ne yazılı ise dışardan alınmıştır. Ampiristler, sansualistler ve materyalistler... hep böyle düşünürler. Bazı filozoflar da bilginin oluşumunda, eşyayı tayin eden insan zihnidir, derler. Bütün bilgilerimiz, fikirlerden ibarettir. Biz, eşyayı, zihnimizin yapısı içinde müşahede edebiliriz. Biz, eşyayı olduğu gibi değil, zihnimizin idrak ettiği şekilde bilebiliriz. Eşya bilginin temeli değil, belki bir vesilesidir, bu sebeple insan zihnini, boş bir tablo sanmak mümkün değildir. Rasyonalistler, spiritüalistler, idealistler... hep böyle düşünürler. Bazı filozoflar da, bu iki felsefî görüş arasında dolaşır ve eklektik görüşler ortaya koymaya çalışırlar. Meselâ, realistler, kritisistler böyle hareket ederler. İslâm tefekkürüne göre, tek ve mutlak varlık sadece ulu ve yüce Allah'tır. Diğer varlıklar, yani bütün mahlûkat ve mümkünat, ulu ve yüce Allah'ın fiillerinin, sıfatlarının ve isimlerinin tecellileri olarak, birer âyet ve birer mesaj olarak bilgi yüklüdürler. Eşya, mutlak varlık olan ulu ve yüce Allah'tan aldıkları bilgi yükünü, kendi mahiyetlerine, -tabir câizse kendi dillerine- göre yansıtırlar. İslâm'a göre, bilginin tek ve mutlak kaynağı Âlim ismi ile sıfatlanmış olan ulu ve yüce Allah'tır. Ulu ve yüce Allah, mutlak ve yanılmaz bilgileri vahiy kanalı ile Şanlı Peygamberlere ulaştırmanın yanında, bütün eşya âlemini de muhteşem bir Kitab-ı Ekber şeklinde âyet ve mesajlar ile doldurmuştur. Bu sebeple bütün eşya âlemi birer bilgi taşıyıcısıdır. Yani, dünyamızı ve kâinatımızı dolduran objeler ve varlıklar, taşıdıkları bilgi yükünden habersiz birer mektup gibi, insanların idraklerine ulaşmaya çalışırlar. Biz, müslümanlar, bütün varlık tezahürlerine bu gözle bakarız. Nitekim, Eş-Şuara sûresinin, 29. âyetinde şöyle buyrulmaktadır: “Göklerin ve yerin ve bunlar içinde yayıp ürettiği bütün canlıların yaradılışı, O'nun âyetlerindedir”. El-Casiye sûresinin, 4. âyetinde de şöyle buyurulur: “Allah'ın sizi yaratmasında ve yeryüzüne yayıp ürettiği her canlıda, sağlam bilgi edinecek bir zümre için âyetler var”. İslâm'da ilmin ve âlimin çok yüksek bir değeri vardır. Çünkü, biz müslümanlar biliriz ki, ilmin gerçek kaynağı ulu ve yüce Allah'tır. İnsana bildiklerini O öğretmiştir. Bu husus, El-Alâk sûresinin, 4-5. âyetlerinde, meâlen şöyle açıklanmıştır: “Kalemle (yazı yazmayı) öğreten O'dur. İnsana bilmediğini O öğretti”. İslâm'a göre, insana bilgi, iki yoldan gönderilir. Bunlardan biri, Şanlı Peygamberler vasıtası ile vâhiy yolundan, diğeri de bizzat insanın eşya ve olayları yorumlaması ile, yani akıl yolundan... Biz müslümanların elinde iki muhteşem kitap vardır. Bunlardan birincisi, ulu ve yüce Allah'ın Peygamber Efendimize vahiy yolu ile gönderdiği Kur'ân-ı Kerim, ikincisi de bütün beşer idrakine açılmış, sırlarla dolu ve Kitab-ı Ekber adı verilen topyekün âlem... Biz müslümanlar, bu iki kitabı okumaya ve bu iki kitapta yazılı âyetleri ve mesajları çözmeye çalışırız. Yukarda meâlini verdiğimiz âyetten anlaşıldığı gibi, bizzat Kur'ân-ı Kerim, bir Kitab-ı Ekber durumunda olan topyekün âlemi incelememizi, oradan sağlam bilgiler edinmemizi emretmektedir. Çünkü, gökler ve yerler, Allah'ın âyetleri ile doludur. Bize vahiy yolu ile gelen bilgiler mutlaktır, imanîdir ve çok defa gaybîdir. Meselâ, ulu ve yüce Allah'ın varlığı, birliği, meleklerin varlığı, Peygamberlerin vahye mahzar olduğu, Peygamberler vasıtası ile kitaplar ve sahifeler gönderildiği, öldükten sonra tekrar dirileceğimiz, Cennet'in, Cehennem'in varlığı, Hesap Günü'nün geleceği, kader'in mevcudiyeti,... gibi bilgiler bize, hep vahiy yolu ile ulaşmıştır. Peygamberler olmasa idi, akıl, bunları kolay kolay bilemezdi. Kitab-ı Ekber durumunda bulunan yaratılmışlar âleminin durumuna gelince, burada esas olan, aklı kullanmaktır. Yani, düşünmek, araştırmak, hipotezler kurmak, müşahede, tecrübe ve mukayeselerle sağlam bilgiye ulaşmaktır. Ama asla unutmamak gerekir ki, bu suretle elde ettiğimiz bilgiler, şimdi artık bütün gerçek ilim adamlarının itiraf ettiği gibi itibarî (rölatif)tir. Devamlı olarak kontrola muhtaçtır; vahyin dedüktif (tümdengelimci) karakteri yerine, indüktif (tümevarımcı) bir yol takip etmek zorundadır. Netice olarak: İslâmiyet'e göre bilginin kaynağı ulu ve yüce Allah'tır. İnsana, bilmediğini O öğretti. Bunun için, bir Kitab-ı Ekber olarak tabiatı ve kâinatı yarattı. Yer ile gök arasını, herbiri birer âyet olan objelerle doldurdu. Enerji, madde, hayat ve ruh adını verdiğimiz binlerce varlık türünü çeşitli mesajlarla donattı. Sanki tabiatta ve kâinatta bulunan her varlık, bilinmek ve okunmak üzere, insan idrakine sunuldu. Diğer varlıkları bilmeyiz ama, insan, tabiatı ve kâinatı dolduran bu mesajları okuyacak ve yorumlayacak kabiliyette yaratıldı. Bu sebeple olacak Peygamber Efendimize gelen ilk vahiy cümlesi “oku” emrinden ibarettir. Gerçekten de insanoğlu, Kitab-ı Ekber'i okuyabilecek istidatta yaratılan tek canlıdır. Görünen o ki, başta madde ve enerji olmak üzere, bütün varlıklar bilinmek için yaratıldığı halde, sadece insanoğlu bilmek ile mükellef kılınmıştır. Madde, kendinde yazılı olanlardan habersiz bir mektup gibidir. O bir şey bilmez, fakat bigi yüklüdür. Maddedeki bilgi yükünü ancak insan zihni, kendi yapısı ve istidatları içinde idrak edebilir. Bilgiyi meydana getiren ne madde, ne de insan zihnidir. Bilgi, ulu ve yüce Allah'ın âlim sıfatından kaynaklanmakta ve çeşitli vasıtalarla insan idrakine ulaştırılmaktadır. İnsanoğlu da, geliştirdiği vasıta ve tekniklerle eşya ve varlıkların bağrına yerleştirilmiş mesajları dosdoğru öğrenmek ve bilmek ihtiyacı içinde bulunmaktadır. Gözlemler, deneyler, laboratuvarlar kısaca her türlü inceleme ve araştırmalarla eşyanın sırlarını çözmek istemektedir. Böylece anlaşılıyor ki, biz müslümanlar, bilginin kaynağı konusunda da felsefî ekollerden hiç birisine bağlanamayız. Yani, biz materyalist ve idealist ekollerden birine saplanarak düşünemeyiz. Bize göre, ilâhi mesajlarla yüklü olan madde âleminin sırlarını çözmekle görevlendirilmiş insanoğlunun, bilginin gerçek kaynağı olarak, El-Âlim olan ulu ve yüce Allah'a yönelmesi şarttır. Aksi halde, insanlık, cehaletten kurtulamaz. FİİL YA DA AKSİYON MESELESİ NEDİR? Felsefenin en mühim konularından biri de fiil, yahut aksiyon meselesidir. Bu başlık altında, filozoflar, fiil, fail, determinizm, fatalizm, hürriyet ve yaratma meselelerini ele almışlar ve insanın iradesini tahlil ve tarif etmeye çalışmışlardır. Filozoflar, bu konuda da farklı ekollere bölünmüşler ve fakat insanoğlunu tatmin edememişlerdir... Beşeriyet bu konularda da, vahyin nurlu çizgisine muhtaç bulunmaktadır. Ancak, hemen belirtelim ki, bu konular, anlatılması ve anlaşılması en zor ve en tehlikeli meselelerdir. Çünkü, konu, İslâm'da, imanın temel şartlarından biri olan kader meselesini de ilgilendirmektedir... Ayrıca, biz bu konuları, Kader ve Kaza Meselesini anlatmaya çalışırken, dolaylı olarak ve kısmen de olsa, anlattık. Bu sebeple burada, meseleyi kısaca ortaya koyarak, ÜLKÜCÜ DÜNYA GÖRÜŞÜ'nü anlatma ve geliştirme işimize devam edeceğiz. Önce bilinmelidir ki, tabiat ve kâinatta bulunan her varlık, katı veya ihtimali bir determinizme bağlıdır. Yani, eşya âleminde etkisiz tepki yoktur. Yani, tabiat ve cansız kâinatta bulunan canlı ve cansız varlıkların mutlak hürriyetinden söz edilemez. Mukaddes Kitabımız Kurân-ı Kerim'de buyurulduğu üzere, her şey âdetullaha ve sünnetüllaha uygun olarak yaratılmıştır. Bunlarda bir değişiklik de olmaz. Yani, tabiat ve kâinat, ilâhi emir ve kanunlarla dizginlenmiştir. Tabiatın ve kâinatın tek ve muhtar faili ulu ve yüce Allah'tır. Kesret âleminde müşahede ettiğimiz kıpırdanış ve hareketlerin gözümüze çektiği perdeleri araladığımız zaman, bunların arkasında yalnız bir Fail-i Mutlak olarak ulu ve yüce Allah'ı görürüz. İnsanın irade ve sorumluluğuna gelince... Hemen belirtelim ki, bizim irademiz de ulu ve yüce Allah tarafından yaratılmıştır. İnsan, nasıl şuurlu yaratılmışsa, öylece iradeli olarak da yaratılmıştır. İnsan kendi şuurunun yaratıcısı olmadığı gibi, kendi iradesinin de yaratıcısı değildir. Yine, insan, nasıl şuurunu kullanarak hayatını tanzim etmek durumunda ise aynı şekilde iradesini kullanarak doğru ve başarılı tercihler yapmak durumundadır. İrade, insanın şuurlu tercihleri demektir. Çatallı bir yol ağzında bırakılan insan, devamlı bir imtihan halinde hayır ve şer arasında tercihler yapmakla mükellef kılınmıştır. Evet, sadece insandır ki, bu durumdadır. Çünkü bitkiler ve hayvanlar için hayır-şer, doğru-yanlış, iyi-kötü, güzel-çirkin, adalet-zulüm,... gibi farklı normlar ve değerler mevcut değildir. Mineraller tam bir mekanizm halinde, eşyadaki etki-tepkiler üzerine kurulu bir zorlamayla hareket ederler, değişirler, birleşir ve çözülürler. Bitkiler, tropizm adı verilen yarı mekanik, yarı hayatî yönelişler ile güneşi, suyu, ışığı ve ısıyı ararlar. Hayvanların hayatında içgüdüler, çok önemli bir yer tutar. Bunların hepsi de şuurdan mahrum kıpırdanışlardır, dolayısı ile irade dışında kalırlar. Minerallerin, bitki ve hayvanların iradi bir hayatı yoktur. İnsan hayatında mekanik etki-tepkilerin, tropizmlerin ve içgüdülerin de önemli yeri bulunmakla birlikte, insan davranışlarını bunlardan farklı kılan esas değer, şuurumuzdur. Tercihlerimizi, şurumuzla yaptığımız andan itibaren irade meydana çıkar. İrade, ancak şuurlu bir canlının tercihleridir. Yani, şuur, iradeyi zaruri kılar. Kesin olarak idrak ediyoruz ki, ulu ve yüce Allah, bizi, iradeli yaratmıştır. Bizim irademizin Halık'ı (Yaratıcısı) da O'dur. Ulu ve yüce Allah, dilese idi, insanları da mineraller, bitkiler ve hayvanlar gibi iradesiz yaratabilirdi. Evet, ulu ve yüce Allah, insanı, iradesi ile birlikte yaratmıştır. Yani, insan gibi, insanın iradesi de mahlûktur. İslâm'a göre, insan, bitkilerden ve hayvanlardan farklı olarak imtihandadır; tercihlerinden sorumludur. Nitekim, En-Nahl sûresinin, 93. âyetinde şöyle buyurulur: “Yapageldiğiniz işlerden elbette mes'ul olacaksınız”. İmam-ı ÂZAM Hazretlerinden öğrendiğimize göre, insan, küllî irade adı verilen İlâhi İrade'ye tabi olmakla birlikte, kendine mahsus ve şuurlu tercihler şeklinde tezahür eden bir cüzi iradeye de sahip kılınmıştır. İşte, insanlar, bu iradelerinden sorumludurlar. Bütün bu hususlara ışık tutan âyeti kerime meallerini birlikte okuyalım: “Sizi, bir imtihan olarak hayır ile de şer ile de deniyoruz”. (El-Enbiya/35) “İnsana, hem kötülük hem de ondan sakınmak ilham edildi...”. (Eş-Şems/8) “Biz, ona (insana) iki de yol gösterdik”. (El-Beled/10) Netice olarak: Biz müslümanlar felsefenin fiil (action) meselesine bakış konusunda da herhangi bir felsefi ekole bağlanamayız. Bağlanmamalıyız. Aksi halde, Allah korusun, İslâm'a ters düşebiliriz. Evet! Kim ne derse desin, İSLÂMİYET, ÜLKÜCÜ DÜNYA GÖRÜŞÜ'nün hem kaynağıdır, hem lokomotifidir, yani, hem temelini teşkil eder ve hem de FELSEFESİDİR! Yani, ÜLKÜCÜ, hem insanlığın asırlardanberi tartışıp, sonuçlandıramadığı felsefî problemlerin yani varlık nedir?, bilginin menşei nedir? ve fiil (action) nedir? gibi soruların cevaplarını, Ehl-i Sünnet vel Cemaat yolunda İSLÂMİYET ile, gene, Ehl-i Sünnet vel Cemaat yolunda İSLÂM TASAVVUFU'nda arayıp bulur... Hem de, ÜLKÜCÜ DÜNYA GÖRÜŞÜ'nün istikametini, hudutlarını ve şeklini İSLÂMİYET belirler. |
|
|
|
|
Türklük Ülküsü-Ömer Seyfettin |
|
|
|
|
|
MEFKURE NEDİR? Elinizde bir çok kitaplar var. Onları okuyor ve faydalı şeyler öğreniyorsunuz. Lakin bu kitaplar bizim, yani Türk milletinin uyuduğu zamanlarda yazıldığı için size nin ne olduğunu öğretemez. Mesela tarih, coğrafya, hendese, hesab, resim vs. öğrenirsiniz. Ama Türklük nedir? Türklüğün maksadı, istikbali nedir? Bunlardan haberiniz olmaz, işte bu küçük kitap size o âli ve mukaddes şeyin büyüklüğünü tarif edecek. Mefkure… bu kelime daha yenidir. Eskiden Türkler gaflet uykusuna dalmışlardı. Mefkureleri olmadığından bu manayı eda edecek bir kelimeleri de yoktu. Uyanırken bu kelimeyi de buldular. Bugün hala uyumayanlardan başka bu kelimeyi bilmeyen yoktur. Mefkure… bunu tekrarlayınız. Ve dikkat ediniz; bakınız o nedir? Ne kadar çok yaşasak ömrümüz yüz seneyi geçmez. Bu bizim şahsi hayatımızdır, fanidir. Akıllı olan bu fani hayata o kadar çok ehemmiyet vermez. Şahsi hayatımızdan başka bir de umumi ve milli hayatımız vardır ki, o ezelidir. Milliyetimiz bozulmazsa hiç ölmez. Dünyalar durdukça durur. İşte bu mensub olduğumuz milliyet tür. Demek Türklerin iki türlü hayatları vardır: 1-Şahsi: Yani her Türk'ün ayrı ayrı hayatı. 2-Umumi: Yani bütün Türklerin hep birlikte geçirdiği millet hayatı, Türklük… İşte bu umumi hayatı kuvvetlendirmek, dünyadaki galiplerin üstüne çıkarmak, ona yıkılmaz bir istikbal hazırlamak dir. BAŞKA MİLETLERİN DE MENFUKERELERİ VAR MIDIR? Buna hiç şüphe etmemeli! Nerede bir millet varsa, orada bir de milliyet mefkuresi vardır. Mesela dünyada bütün İslav milletine mensup olan insanların mefkuresi Pan-İslavizm, yani İslavların birliği'dir. Rusya'da, Sırbistan'da, Bosna'da, Bulgaristan'da ne kadar slav varsa bu ali amele çalışırlar. Bir İslav çiftçi çiftini sürürken, bir İslav tüccar alışveriş ederken, bir İslav şair şiirini yazarken bir İslav asker nişan talimi yaparken hep bu büyük emeli düşünür. Kendi şahsi hayatının fani olduğunu bilir, kıymet vermez. Fakat ezeli olan milletinin hayatını sever ve çok kıymet verir. Ve ölümsüz hayata, bu manevi varlığa adeta o aşıktır. Onun cananı kendi milliyetidir. Canından ziyade onu sever. Çünkü canı geçici, milliyeti ebedi'dir. Her Almanın milli mefkure Pan-Cermanizm, yani, Alman birliği'dir. Zaten hemen bütün Almanlar birleşmişler, daha yarım asır evvel darmadağın iken bugün toplanarak büyük ve milli bir Alman imparatorluğu yapmışlardır. Bu altmış milyonluk imparatorluk bütün dünyayı titretip duruyor. Büyük milletler gibi küçük milletlerin de mefkureleri vardır. Mesela Yunanlıların, yani Rumların hepsinin milli mefkuresi Pan-Elenizm, yani, Rum birliği'dir. Onlar da son muhaberelerde bizi mağlup ederek mufkürelerinin hiç olmazsa yarısını hakikat haline getirdiler. Selanik'i, Makedonya'yı, Akdeniz'in zengin adalarını, güzel Girit'i bizden zorla aldılar. Ne sayesinde? Çünkü Rumlar çoktan uyanmışlar ve bir millet haline geçmişlerdir. Millet haline geçince millet mefkuresi ile düşünmeğe başlamışlar ve durmadan çalışmışlar, adetlerinin azlığına nisbet büyük bir kuvvet toplamışlardır. Yunan mefkuresinin temeli: İstanbul'dan bizi kovup eski büyük Bizans İmparatorluğunu tekrar kurmak ve bütün Marmara Sahillerini ve İzmir vilayetini zaptetmek'tir. Rumlar, Yunanlılık ve mefkuresinin bundan ibaret olduğunu hiç saklamazlar. Bütün mektep kitaplarında, şarkılarında, şiirlerinde, bu mefkure yazılıdır. Hasıl her milletin bir milli mefkuresi vardır. Milli mefkuresi olmayan millet bir hayvan sürüsünden başka bir şey değildir. MEFKURELER NASIL DOĞAR? Bir milletin fertleri dağınık ve perişan kaldı mı mefkuresiz kaldı demektir. O milletin başına her türlü felaket gelir. Vatanını ecnebiler, yani komşu milletler gelip zapt eder. O millet artık esir olur, adetlerine an'anelerine tecavüz ederler. Böyle esir olan millet evvela lisanını, sonra dinini, daha sonra adetlerini kaybederek dünya yüzünden adı kalkar. Felaket ve mağlubiyet zamanlarında gaflet uykusuna dalmış millet birden uyanır. Bütün fertleri bir emel etrafında toplanırlar, hepsinin kalbi bir heyecan ile çarpar. İşte bu umumi ve mukaddes heyecandan milli mefkure doğar. Macarlar, Bulgarlar, Sırblar, Ulahlar, Almanlar, İtalyanlar, Yunanlılar hep böyle mağlubiyet ve esirlik felaketlerinden sonra birleşmişler, mefkureleriyle düşünerek milletlerinin varlığını kurtarmışlardır. MİLLİYET NEDİR? Türklük mefkuresinden evvel milliyetin ne demek olduğunu anlamanız lazımdır. Türklerin, Arapların, Hindlilerin, Acemlerin, Afganlıların, Berberilerin, Cavalıların ve Boşnak, Arnavut gibi kavimlerin dinleri İslam olduğundan hepsi bir ümmet addolunur. Hepsi din kardeşleridirler. diye Hıristiyanlığa karşı bir <İslam beynelmileliyeti> teşkil eder. Dinleri bir olmakla beraber lisanları da bir olan bütün insanlara adı verilir. <> Demek milliyet din ve dil birliği olan bir halkın adıdır. Türkiye'de, Acemistan'da, Afganistan'da, Türkistan'da, Buhara'da, Kaşgar'da, Çin'de, Mençuride, Kafkasya'da, Kırım'da, Rusya'da ne kadar Türkçe konuşan Müslüman varsa bizim milletimizdir. Ve onların oturdukları yerlerin hepsine birden denir ki, manasınadır. Anadolu Turan'ın bir parçasıdır. Oraya gelen muhacirler hep Türkçe konuşurlar. Yavaş yavaş Türklüğe karışırlar. MİLLET, ÜMMET, DEVLET: Bu üç kelimelerin manalarını açıkça bilmelisiniz. İşte yazıyorum, dikkat ediniz ve aklınızda tutunuz. MİLLET: Bir lisanla konuşan ve dinleri bir olan bütün insanlar… DEVLER: Lisanları ve dinleri, yani ümmetleri ve milletleri ayrı ayrı olan insanları bir toprakta idare eden bir müessesedir. Biz Türk milletinin, İslam ümmetinin, Osmanlı devletinin fertleriyiz. Milletimiz, ümmetimiz devletiniz için ayrı ayrı vazifeleriniz vardır. TÜRKİYE'DE NE KADAR TÜRK VARDIR? Turan'ın bir parçası olan Türkiye'de ne kadar Türk olduğunu sizin coğrafya kitaplarınızın hiç birisi doğru yazmaz. Zira hepsi Türk düşmanı olan hristiyan Avrupalıların lisanlarından tercüme olunmuştur. Türk düşmanları Türkiye'yi parçalamak ve Rumeli gibi aralarında taksim etmek istediklerinden yurdumuzda hep bizi az göstermeye çalışırlar. Bir çok ihtiyar ve yaşlı Türkler Türkiye'de adetçe en çok olan milletin Türk milleti olduğunu bilmezler. Ne vakit onlar uyanıp etraflarına bakarlarsa Türklerin ne kadar çok olduğunu anlayacaklar. Osmanlı devletinde büyük bir İslam ümmeti vardır. Bu İslam ümmeti iki büyük milletten teşekkül eder ki, bunlar da: Türk ve Arap'tır… Osmanlı devletinin Şimal tarafı, yani Anadolu hep Türklerle doludur. Ona denir. Anadolu'nun onu bu Kerkük ve Haleb hududunun aşağısı Araplarla doludur. Buraya da Arabistan, yani denir. Türk yurdunu teşkil eden İstanbul, Edirne, Bursa, Kastamonu, Aydın, Konya, Adana, Sivas, Diyarbakır, Trabzon, Erzurum, Van, Bitlis, Ma'nuretrül-aziz vilayetleriyle, Haleb ve Musul vilayetlerinin şimal cihetleridir. Türk yurdunun sahil taraflarında gayet az Rum vardır. Onlar da hicret edip gidiyorlar. Erzurum,Van, Bitlis gibi şark vilayetlerinde Ermeni milleti toplu bulunmadığı gibi oradaki Türklerden adetçe pek azdırlar. Türk yurdundaki Hıristiyanlar, yani Rumlar ve Ermeniler adetçe iki buçuk milyon kadar vardırlar. Halbuki Türk yurduna, vakit vakit düşman ellerinden göçüp ve Türklüğe karışan muhacirleri de sayacak olursak, onbeş, onaltı milyondan ziyade Türk vardır. Osmanlı devletinin Bağdat, Şam, Beyrut vs. gibi vilayet merkezleri olan büyük şehirler müstesna tutulursa Arap milletinin çokluğu çöllerde ve vahalarda kabile hayatı geçirir: Nüfusları henüz tamamıyla yazılmamıştır. Arap milletinin de Türk milleti gibi terakki etmesi için hükümetimizin onların lisanlarını mahalli dairlerinde, muhakemelerde, mekteblerde resmen kabul etmiştir. Osmanlı hükümeti'nin idaresinde yaşayan Arapların nüfusu fazla fazla ancak Yemen, Hicaz, Irak, Suriye kıt'alarının nüfusları ancak ikişer milyondur. Türklerin nüfusunu az göstermek isteyenler milletimizin düşmanı olan birtakım yalancılar. Osmanlı devleti içinde nüfusları malum olan unsurları çoğaltıp Türkleri az göstermek isteyenlere inanmayınız. Onları okurken şu sualleri kendi kendinize sorunuz: 1-Bu kitabı bir Türkçe gibi mi yazmış? 2-Eğer Türk yazdı ise bakalım milletini seven bir Türk müdür; yoksa hangi millete mensup olduğunu bilmeyip şahsi menfaati ve politika düşünceleriyle milliyetini saklayan bir adam mıdır? 3-Türklerin nüfusundan bahseden bu adamın fikrince milliyet neye derler bakalım.Bu adam bütün dünyanın kabul ettiği milliyet tarifini kabul ediyor mu? 4-Bir lisanla konuşan bir dinle yaşayan bütün insanlar bir millet demektir.Türkleri az gösteren adam bunu biliyor mu? 5-Türkleri az,diğer unsurları çok gösteren adam hangi istatistikden,hangi kitaptan bu malumatı almış? Hasılı çocuklarım,küçük bir tetkik ve düşünmek neticesinde Türk düşmanlarının yalanı ve maksadı meydana çıkar. Bütün dünyada lisanları Türkçe,dinleri İslam olmak üzere yüz milyon Türk vardır. Bu yüz milyonluk Türk'ün lisanlarında yalnız şive farkı vardır.Fakat konuşurken yine anlaşırız.Fakat şu kitapta okuduğumuz lisan umumi edebiyat şivesidir.Anadolu'daki ve Turan'ın her tarafındaki Türk gazeteleri mümkün olduğu kadar lisanlarını bu İstanbul şivesine yaklaştırıyorlar. TÜRKLÜĞÜN İSTİKBALİ Dünyada istikbali en parlak millet Türk milletidir.Çünkü: 1-Yüz milyonun esas lisanı birdir.Türkçedir. 2-Bütün Turan da çokluğu teşkil eder.Aralarında başka büyük milletler yoktur.İstanbul'dan kalkan bir adam Azerbeycan,Kafkasya.Türkistan yoluyla ta Mançuriye kadar Türklerin arasında,Türkçe konuşarak gidebilir. 3-Dini ve lisanı bir olan Türk milletini içki illeti çürütmemiş,milli kuvvetleri sarf olmamıştır. 4-Dince ve lisanca olduğu gibi coğrafyaca daha hiçbir millet Türkler kadar topluluk saadetine mazhar olmamıştır. 5-Şimdiye kadar birbirinden uzak bir ümmet hayatı süren Türkler maarif ve medeniyet sayesinde birleşmeğe,dilde,işte,fikirde birlik yapmaya başlamışlardır. |
Ülkücüler, Ülkücülük |
|
|
|
|
|
Ülkücü Hareket, kökleri Türk Tarihinin ve Maneviyat Dünyasının derinliklerinde, dalları ile mekanı ve zamanı kucaklayan ULU BİR ÇINAR gibi gelişiyor. Yeni bir medeniyetin başlatıcısı , sahibi ve sembolü olmanın idrâki içindedir, Ülkücüler… Ülkücülüğü bir satıh hareketi zannedenler, yanılırlar. Alabildiğine öze ve alabildiğine derinliğe yönelik bir fikir sistemidir, Ülkücülük. Ülkücü Dünya Görüşünün iki ana kaynağı vardır: Son Hak Din İslamiyet ve Milli Tarihinin kanuniyetleri. İvazsız ve tavizsiz, tüm Müslüman olmayı hedef alan Ülkücü, İslamiyetin bir bütün olarak değerinin şuurundadır. Ama yine bilir ki som altından bir saat gibi her parçası ve her hükmü de ayrıca değerlidir. Dinin yirmi üç yılda tamamlanmasındaki hikmet unutulamaz. Müslümanlığı particilik derecesine düşüren bazı mürâilerin aksine başkalarındaki İslami tavır ve davranışlar, Ülkücüyü sevindirir.İslamı inhisar altına almayı aklından bile geçirmez.İslâm'ın inhisarına girmektir hedefi… Ülkücü dini siyasete âlet etmeyi hiç düşünmemiştir. Başarabildiğinde siyâseti dine hizmet aracı yapar. Ülkücü Müslümandır. İslamı pazara çıkaran İslâmcılığın gerçek İslamlıkla ilgisi olmadığını bilir. Ülkücünün mezhebi vardır ve mezhebine bağlanıp İslam'ı mezhebinin yorumlarına göre yaşar. Ancak başka mezhep mensuplarını hasım sayan mezhepçiliğin gayri İslami bir tutum olduğunu da bilir. Kâbe'ye varmak için yollar muhteliftir. Bütün Hak yollar ulaştırıcıdır. Mezhepler, mektepler tasavvufi tarikatlar, dini zümre ve gruplar birbirlerini Hak ölçüsü içinde sevmek ve birbiriyle müsahamaya dayanan bir dayanışma içinde bulunmak borcundadırlar. Bu her şeyden önce İslami ve milli bir borçtur. Hele ülkenin içinde bulunduğu bu şartlarda menfi mânâda tefrikaya yol açacak bir hizipçiliğin savunulacak en küçük bir yanı yoktur. Ülkücü birleştirici ve bütünleştirici görevini yapacak ve inananların Allah'ın ipine sımsıkı yapışmak suretiyle gerçek mücâdele çizgisine gelmelerini sağlayacaktır. Türk tarihinin bir bölümünü kabul, diğerini red anlayışı Ülkücünün kabul edemeyeceği bir görüştür. Binlerce yıllık mazisi olan bir milletiz. İki bin iki yüz yıllık bir tarih geçmişimiz var. Hepsi bizim geçmişimizdir. Ancak 940 yılında Satuk Buğra Han'ın İslamiyeti kabulü ile ebedi tercihinin yapılmış olduğunun idraki içinde tarihi değerlendiririz. Bu temel gerçekten ne dövüş ve ne de sapış düşünülemez. Ülkücülük dışardan ithâl edilen yamama ve âriyet bir hareket değil, milli tarihin öz kânuniyetlerine göre oluşmuş,tabii, yerli ve milli bir harekettir. Ancak kesin olarak bir reaksiyoner hareket de değildir. Yani geçmişte yaşanan bir anı geleceğe aynen yansıtmak gâye değildir. Milli mâzinin tabii akışına uygun olarak, EBEDİ DEĞERLERİ KORUYARAK ve onlardan kaynaklanarak geleceği inşa hareketidir. Çağdaş ihtiyaçlara ve doğmakta olan yeni çağın gereklerine göre gelişmiş bir harekettir. Selçuklu, Karahan'lının kopyası değildir. Osmanlı da Selçukluyu tâklid etmemiştir. Biz KÖKLERİ MAZİDE OLAN ÂTİYİZ. Ülkücülük reformcu ve revizyoncu bir gayret değildir. Hayatı bütünüyle kucaklayan, "köktenci" ve "bütüncü" bir dünya görüşüdür. Hayatın sorduğu her suale Ülkücünün aynı ana kaynaklardan hareket edilerek ortaya konulmuş cevapları vardır. Felsefi tezleri, içtimâi görüşleri, iktisâdi çözümleri ile Ülkücülük bir bütündür. Bu anlamda inklâpçı bir harekettir. Bozuk düzen, rezilce yaşama tarzı, soyguna ve vurguna dayanan bir ekonomi çarkı en büyük hasmının Ülkücüler olduğunu iyi bilir. Ancak Ülkücü Dünya Görüşünde, teşebbüs ruhunu öldüren, milletlerin donuk ve şâhsiyetsiz sürüler haline gelmesine sebep olan bir kollektifleştirmeğe de kesin olarak yer yoktur. Meşru kazanca, dürüst bir yaşama tarzına, âdil, gelir ve servet dağılımına dayanan bir iktisâdi yapı amaçlanmıştır. En büyük inkılâbı yapmağa hazırlanan Ülkücü Hareket, İhtilalciliği reddeder. "Halka rağmen halk için" sözü bir safsatadan ibârettir. Halkın uyandırılması yolu ile ve halkın isteği ile yani halkla beraber halk için esası mücâdelemizin temel stratejisini ortaya koyar. Ülkücü Gençlik ile Türk Milleti arasındaki birleşmenin sağlanması için Ülkücülüğün amacının anlaşılması kâfidir. Bunun için de anlatılması şarttır. Ülkücü dâvâyı halka anlatmayı en faydalı hizmet ve birinci görev bilir. Ülkücü Hareketi anti-komünizmle karıştıranlar vardır. Ülkücüler komünizme düşmandırlar. Çünkü; Türklüğün ve bütün insanlığın en azılı düşmanı komünizmdir. Ülkemizi tehdit eden en büyük tehlike de komünistlerden gelmektedir. Milletini seven her Türk gibi Ülkücüler de komünizmle mücadeleyi en âcil görev bilirler. Bunun içinde mücâdele etmektedirler. Mücâdeleyi sert ortamlara sürükleyenler Ülkücü Dünya Görüşünün fikri gücü karşısında direnemeyen komünistler olmuştur. Ülkücü fikir ile komünist fikrin karşılaştıkları her yerde Ülkücülük galip gelmiştir. Silâhlı mücadeleyi başlatıp önce Ülkücüleri susturmak, sonra da Türk Milletini köle yapmak isteyen komünist militanların ve asıl onların arkasındaki emperyalist patronların, ağababaları Rusya'nın bu hesapları da tutmamıştır. Allâh'ın izniyle tutmayacaktır da. Ülkücü kadrolar komünist zalimlere bu ülkeyi zindân edeceklerdir. Mücâdele devam edecek ve hedefine ulaşacaktır. Bununla beraber Ülkücü Mücâdele sadece anti-komünizmden ibâret değildir. Komünizme karşı bir reaksiyon değil; tezi olan bir aksiyondur. Adı üstünde bir HAREKET'tir. Küçük zevklerde soluğu kesilenler, hayatı beşikte başlayıp mezarda biter zannedenler, bizden ve bizim hâlimizden anlamazlar. Ülkücü bir kutlu dâvâya adanmış ve fenâ-fid dava olmuş, dâvânın içinde erimiş; milletinin felâketini felâketi, saadetini saadeti bilmiş insandır. Ülküdaşlık karındaşlıktan daha ileri bir akrabalıktır. Ülkücüler, kardeşlik birliği içinde erime halini en iyi şekilde gerçekleştiren insanlardır. Ülkücü, Ülküsünü bütün unsurlarıyla yaşayan, göründüğü gibi olma gayretinde olan insandır. Şahsında dâvâsının yara alabileceğini hiç unutmayan Ülkücü, örnek bir Türk, örnek bir Müslüman olmak hedefini hiç aklından çıkarılmaz. Ülkücü, davası için yaşayan insandır. Sadece boş vakitlerini, dâvâsının başarısı için değerlendiren her an uyanık ve şuurlu olan insandır. Ülkücülük asla bir "hobi" yani boş zamanları değerlendirmeğe yarayan bir merak değildir. Ciddi ve çileli bir iştir. Ülkücüler bu yüzden ciddi ve çileli erbâbı insanlardır. Ülkücülük sadece bir fikri taraftarlık meselesi de değildir. Ülküsü için çalışmayana, uğraşmayana, mücâdele vermeyene Ülkücü denilemez. Yüce Peygamberimizin buyruğu gereğince: "Kötülüğü gören, eliyle önleyecektir. Gücü yetmiyorsa diliyle mâni olmaya çalışacaktır. Ona da yetmiyorsa kalbiyle buğz edecektir. Ama imânın en alçak derecesi budur." İnsan; mutluluk peşinde koşan bir varlıksa, Ülkücünün mutluluğu Ülkücülük şuuruna sahip olmasında kaynağını bulur. İnsan, ihtiyaçlarını tatmin peşinde mücâdele eden bir varlıksa Ülkücü inancını yaymak ve yaşamak ihtiyacı için uğraşan insandır. Aranılan manevi huzur ve ükbâ saadeti ise Allah Rızâsını kazanmayı kendisine ferdi planda ana hedef alan Ülkücü, en sağlam yolu seçen insandır. Allah Rızasını kazanmak için, İlay-ı Kelimetullah yolunda Cihâna öncü bir Türkiye oluşturmak ülkücülerin ana ülküsüdür. Bu ülkeye lâyık bir milli yapı oluşturmayı amaçlayan milliyetçilik ideolojisi ve Türkiye'yi çağlar üzerinden sıçratarak girmekte olduğu çağa onlarla birlikte sokmayı amaçlayan bir uygulama programına sahip olan DOKUZ IŞIK MİLLİ DOKTRİNİ yolumuzun temel fikirleridir. Türk milletinin yücelmesi ve insanlığın mutluluğunu amaçlayan Türk Ülküsü bütün insanlığa ışık tutacak ruh ve madde dengesine dayalı Türk İslam medeniyetinin yeniden doğuşunun öncü kuvvetidir. Ülkücüler tarihi bir görev yaptıklarının şuurunda olarak bütün davranışlarını bu şuur uyanıklığına göre yönlendiren insanlardır. Ülkücüler dâvâsı için kan vermiş, kan ile yoğrularak olgunlaşmış bir kadrodur. Maneviyatın yardımı Ülkücülerle beraberdir. Ahmed Yesevilerin, Aksemseddinlerin, Şah'ı Nakşibendilerin, Gavs-ı Âzamların, Hacı Bayramların, Hacı Bektaşların, Mevlanaların, Yunus Emre'lerin mânevi himâyesinde, Alparslanların, Osman Gazilerin, Fatihlerin açtığı yoldan yüzlerce kutlu dâvâ şehidlerinin ruhâniyetlerini her an yanlarında hissederek, Başbuğlarının izinde, teşkilat disiplininin yüceltici değerini unutmadan muhteşem bir kervanda yürüyen insanlardır. Ülkücüler: "Mehmedim, sevinin başlar yüksekde! Ölsek de sevinin, eve dönsek de! Sanma bu tekerlek kalır tümsekde! Yarın elbet bizim, elbet bizimdir! Gün doğmuş, gün batmış:ebed bizimdir!" diyen insanlardır… |
|
|
|
|
|
MEFKURE NEDİR? Elinizde bir çok kitaplar var. Onları okuyor ve faydalı şeyler öğreniyorsunuz. Lakin bu kitaplar bizim, yani Türk milletinin uyuduğu zamanlarda yazıldığı için size nin ne olduğunu öğretemez. Mesela tarih, coğrafya, hendese, hesab, resim vs. öğrenirsiniz. Ama Türklük nedir? Türklüğün maksadı, istikbali nedir? Bunlardan haberiniz olmaz, işte bu küçük kitap size o âli ve mukaddes şeyin büyüklüğünü tarif edecek. Mefkure… bu kelime daha yenidir. Eskiden Türkler gaflet uykusuna dalmışlardı. Mefkureleri olmadığından bu manayı eda edecek bir kelimeleri de yoktu. Uyanırken bu kelimeyi de buldular. Bugün hala uyumayanlardan başka bu kelimeyi bilmeyen yoktur. Mefkure… bunu tekrarlayınız. Ve dikkat ediniz; bakınız o nedir? Ne kadar çok yaşasak ömrümüz yüz seneyi geçmez. Bu bizim şahsi hayatımızdır, fanidir. Akıllı olan bu fani hayata o kadar çok ehemmiyet vermez. Şahsi hayatımızdan başka bir de umumi ve milli hayatımız vardır ki, o ezelidir. Milliyetimiz bozulmazsa hiç ölmez. Dünyalar durdukça durur. İşte bu mensub olduğumuz milliyet tür. Demek Türklerin iki türlü hayatları vardır: 1-Şahsi: Yani her Türk'ün ayrı ayrı hayatı. 2-Umumi: Yani bütün Türklerin hep birlikte geçirdiği millet hayatı, Türklük… İşte bu umumi hayatı kuvvetlendirmek, dünyadaki galiplerin üstüne çıkarmak, ona yıkılmaz bir istikbal hazırlamak dir. BAŞKA MİLETLERİN DE MENFUKERELERİ VAR MIDIR? Buna hiç şüphe etmemeli! Nerede bir millet varsa, orada bir de milliyet mefkuresi vardır. Mesela dünyada bütün İslav milletine mensup olan insanların mefkuresi Pan-İslavizm, yani İslavların birliği'dir. Rusya'da, Sırbistan'da, Bosna'da, Bulgaristan'da ne kadar slav varsa bu ali amele çalışırlar. Bir İslav çiftçi çiftini sürürken, bir İslav tüccar alışveriş ederken, bir İslav şair şiirini yazarken bir İslav asker nişan talimi yaparken hep bu büyük emeli düşünür. Kendi şahsi hayatının fani olduğunu bilir, kıymet vermez. Fakat ezeli olan milletinin hayatını sever ve çok kıymet verir. Ve ölümsüz hayata, bu manevi varlığa adeta o aşıktır. Onun cananı kendi milliyetidir. Canından ziyade onu sever. Çünkü canı geçici, milliyeti ebedi'dir. Her Almanın milli mefkure Pan-Cermanizm, yani, Alman birliği'dir. Zaten hemen bütün Almanlar birleşmişler, daha yarım asır evvel darmadağın iken bugün toplanarak büyük ve milli bir Alman imparatorluğu yapmışlardır. Bu altmış milyonluk imparatorluk bütün dünyayı titretip duruyor. Büyük milletler gibi küçük milletlerin de mefkureleri vardır. Mesela Yunanlıların, yani Rumların hepsinin milli mefkuresi Pan-Elenizm, yani, Rum birliği'dir. Onlar da son muhaberelerde bizi mağlup ederek mufkürelerinin hiç olmazsa yarısını hakikat haline getirdiler. Selanik'i, Makedonya'yı, Akdeniz'in zengin adalarını, güzel Girit'i bizden zorla aldılar. Ne sayesinde? Çünkü Rumlar çoktan uyanmışlar ve bir millet haline geçmişlerdir. Millet haline geçince millet mefkuresi ile düşünmeğe başlamışlar ve durmadan çalışmışlar, adetlerinin azlığına nisbet büyük bir kuvvet toplamışlardır. Yunan mefkuresinin temeli: İstanbul'dan bizi kovup eski büyük Bizans İmparatorluğunu tekrar kurmak ve bütün Marmara Sahillerini ve İzmir vilayetini zaptetmek'tir. Rumlar, Yunanlılık ve mefkuresinin bundan ibaret olduğunu hiç saklamazlar. Bütün mektep kitaplarında, şarkılarında, şiirlerinde, bu mefkure yazılıdır. Hasıl her milletin bir milli mefkuresi vardır. Milli mefkuresi olmayan millet bir hayvan sürüsünden başka bir şey değildir. MEFKURELER NASIL DOĞAR? Bir milletin fertleri dağınık ve perişan kaldı mı mefkuresiz kaldı demektir. O milletin başına her türlü felaket gelir. Vatanını ecnebiler, yani komşu milletler gelip zapt eder. O millet artık esir olur, adetlerine an'anelerine tecavüz ederler. Böyle esir olan millet evvela lisanını, sonra dinini, daha sonra adetlerini kaybederek dünya yüzünden adı kalkar. Felaket ve mağlubiyet zamanlarında gaflet uykusuna dalmış millet birden uyanır. Bütün fertleri bir emel etrafında toplanırlar, hepsinin kalbi bir heyecan ile çarpar. İşte bu umumi ve mukaddes heyecandan milli mefkure doğar. Macarlar, Bulgarlar, Sırblar, Ulahlar, Almanlar, İtalyanlar, Yunanlılar hep böyle mağlubiyet ve esirlik felaketlerinden sonra birleşmişler, mefkureleriyle düşünerek milletlerinin varlığını kurtarmışlardır. MİLLİYET NEDİR? Türklük mefkuresinden evvel milliyetin ne demek olduğunu anlamanız lazımdır. Türklerin, Arapların, Hindlilerin, Acemlerin, Afganlıların, Berberilerin, Cavalıların ve Boşnak, Arnavut gibi kavimlerin dinleri İslam olduğundan hepsi bir ümmet addolunur. Hepsi din kardeşleridirler. diye Hıristiyanlığa karşı bir <İslam beynelmileliyeti> teşkil eder. Dinleri bir olmakla beraber lisanları da bir olan bütün insanlara adı verilir. <> Demek milliyet din ve dil birliği olan bir halkın adıdır. Türkiye'de, Acemistan'da, Afganistan'da, Türkistan'da, Buhara'da, Kaşgar'da, Çin'de, Mençuride, Kafkasya'da, Kırım'da, Rusya'da ne kadar Türkçe konuşan Müslüman varsa bizim milletimizdir. Ve onların oturdukları yerlerin hepsine birden denir ki, manasınadır. Anadolu Turan'ın bir parçasıdır. Oraya gelen muhacirler hep Türkçe konuşurlar. Yavaş yavaş Türklüğe karışırlar. MİLLET, ÜMMET, DEVLET: Bu üç kelimelerin manalarını açıkça bilmelisiniz. İşte yazıyorum, dikkat ediniz ve aklınızda tutunuz. MİLLET: Bir lisanla konuşan ve dinleri bir olan bütün insanlar… DEVLER: Lisanları ve dinleri, yani ümmetleri ve milletleri ayrı ayrı olan insanları bir toprakta idare eden bir müessesedir. Biz Türk milletinin, İslam ümmetinin, Osmanlı devletinin fertleriyiz. Milletimiz, ümmetimiz devletiniz için ayrı ayrı vazifeleriniz vardır. TÜRKİYE'DE NE KADAR TÜRK VARDIR? Turan'ın bir parçası olan Türkiye'de ne kadar Türk olduğunu sizin coğrafya kitaplarınızın hiç birisi doğru yazmaz. Zira hepsi Türk düşmanı olan hristiyan Avrupalıların lisanlarından tercüme olunmuştur. Türk düşmanları Türkiye'yi parçalamak ve Rumeli gibi aralarında taksim etmek istediklerinden yurdumuzda hep bizi az göstermeye çalışırlar. Bir çok ihtiyar ve yaşlı Türkler Türkiye'de adetçe en çok olan milletin Türk milleti olduğunu bilmezler. Ne vakit onlar uyanıp etraflarına bakarlarsa Türklerin ne kadar çok olduğunu anlayacaklar. Osmanlı devletinde büyük bir İslam ümmeti vardır. Bu İslam ümmeti iki büyük milletten teşekkül eder ki, bunlar da: Türk ve Arap'tır… Osmanlı devletinin Şimal tarafı, yani Anadolu hep Türklerle doludur. Ona denir. Anadolu'nun onu bu Kerkük ve Haleb hududunun aşağısı Araplarla doludur. Buraya da Arabistan, yani denir. Türk yurdunu teşkil eden İstanbul, Edirne, Bursa, Kastamonu, Aydın, Konya, Adana, Sivas, Diyarbakır, Trabzon, Erzurum, Van, Bitlis, Ma'nuretrül-aziz vilayetleriyle, Haleb ve Musul vilayetlerinin şimal cihetleridir. Türk yurdunun sahil taraflarında gayet az Rum vardır. Onlar da hicret edip gidiyorlar. Erzurum,Van, Bitlis gibi şark vilayetlerinde Ermeni milleti toplu bulunmadığı gibi oradaki Türklerden adetçe pek azdırlar. Türk yurdundaki Hıristiyanlar, yani Rumlar ve Ermeniler adetçe iki buçuk milyon kadar vardırlar. Halbuki Türk yurduna, vakit vakit düşman ellerinden göçüp ve Türklüğe karışan muhacirleri de sayacak olursak, onbeş, onaltı milyondan ziyade Türk vardır. Osmanlı devletinin Bağdat, Şam, Beyrut vs. gibi vilayet merkezleri olan büyük şehirler müstesna tutulursa Arap milletinin çokluğu çöllerde ve vahalarda kabile hayatı geçirir: Nüfusları henüz tamamıyla yazılmamıştır. Arap milletinin de Türk milleti gibi terakki etmesi için hükümetimizin onların lisanlarını mahalli dairlerinde, muhakemelerde, mekteblerde resmen kabul etmiştir. Osmanlı hükümeti'nin idaresinde yaşayan Arapların nüfusu fazla fazla ancak Yemen, Hicaz, Irak, Suriye kıt'alarının nüfusları ancak ikişer milyondur. Türklerin nüfusunu az göstermek isteyenler milletimizin düşmanı olan birtakım yalancılar. Osmanlı devleti içinde nüfusları malum olan unsurları çoğaltıp Türkleri az göstermek isteyenlere inanmayınız. Onları okurken şu sualleri kendi kendinize sorunuz: 1-Bu kitabı bir Türkçe gibi mi yazmış? 2-Eğer Türk yazdı ise bakalım milletini seven bir Türk müdür; yoksa hangi millete mensup olduğunu bilmeyip şahsi menfaati ve politika düşünceleriyle milliyetini saklayan bir adam mıdır? 3-Türklerin nüfusundan bahseden bu adamın fikrince milliyet neye derler bakalım.Bu adam bütün dünyanın kabul ettiği milliyet tarifini kabul ediyor mu? 4-Bir lisanla konuşan bir dinle yaşayan bütün insanlar bir millet demektir.Türkleri az gösteren adam bunu biliyor mu? 5-Türkleri az,diğer unsurları çok gösteren adam hangi istatistikden,hangi kitaptan bu malumatı almış? Hasılı çocuklarım,küçük bir tetkik ve düşünmek neticesinde Türk düşmanlarının yalanı ve maksadı meydana çıkar. Bütün dünyada lisanları Türkçe,dinleri İslam olmak üzere yüz milyon Türk vardır. Bu yüz milyonluk Türk'ün lisanlarında yalnız şive farkı vardır.Fakat konuşurken yine anlaşırız.Fakat şu kitapta okuduğumuz lisan umumi edebiyat şivesidir.Anadolu'daki ve Turan'ın her tarafındaki Türk gazeteleri mümkün olduğu kadar lisanlarını bu İstanbul şivesine yaklaştırıyorlar. TÜRKLÜĞÜN İSTİKBALİ Dünyada istikbali en parlak millet Türk milletidir.Çünkü: 1-Yüz milyonun esas lisanı birdir.Türkçedir. 2-Bütün Turan da çokluğu teşkil eder.Aralarında başka büyük milletler yoktur.İstanbul'dan kalkan bir adam Azerbeycan,Kafkasya.Türkistan yoluyla ta Mançuriye kadar Türklerin arasında,Türkçe konuşarak gidebilir. 3-Dini ve lisanı bir olan Türk milletini içki illeti çürütmemiş,milli kuvvetleri sarf olmamıştır. 4-Dince ve lisanca olduğu gibi coğrafyaca daha hiçbir millet Türkler kadar topluluk saadetine mazhar olmamıştır. 5-Şimdiye kadar birbirinden uzak bir ümmet hayatı süren Türkler maarif ve medeniyet sayesinde birleşmeğe,dilde,işte,fikirde birlik yapmaya başlamışlardır. |
Ülkücüler, Ülkücülük |
|
|
|
|
|
Ülkücü Hareket, kökleri Türk Tarihinin ve Maneviyat Dünyasının derinliklerinde, dalları ile mekanı ve zamanı kucaklayan ULU BİR ÇINAR gibi gelişiyor. Yeni bir medeniyetin başlatıcısı , sahibi ve sembolü olmanın idrâki içindedir, Ülkücüler… Ülkücülüğü bir satıh hareketi zannedenler, yanılırlar. Alabildiğine öze ve alabildiğine derinliğe yönelik bir fikir sistemidir, Ülkücülük. Ülkücü Dünya Görüşünün iki ana kaynağı vardır: Son Hak Din İslamiyet ve Milli Tarihinin kanuniyetleri. İvazsız ve tavizsiz, tüm Müslüman olmayı hedef alan Ülkücü, İslamiyetin bir bütün olarak değerinin şuurundadır. Ama yine bilir ki som altından bir saat gibi her parçası ve her hükmü de ayrıca değerlidir. Dinin yirmi üç yılda tamamlanmasındaki hikmet unutulamaz. Müslümanlığı particilik derecesine düşüren bazı mürâilerin aksine başkalarındaki İslami tavır ve davranışlar, Ülkücüyü sevindirir.İslamı inhisar altına almayı aklından bile geçirmez.İslâm'ın inhisarına girmektir hedefi… Ülkücü dini siyasete âlet etmeyi hiç düşünmemiştir. Başarabildiğinde siyâseti dine hizmet aracı yapar. Ülkücü Müslümandır. İslamı pazara çıkaran İslâmcılığın gerçek İslamlıkla ilgisi olmadığını bilir. Ülkücünün mezhebi vardır ve mezhebine bağlanıp İslam'ı mezhebinin yorumlarına göre yaşar. Ancak başka mezhep mensuplarını hasım sayan mezhepçiliğin gayri İslami bir tutum olduğunu da bilir. Kâbe'ye varmak için yollar muhteliftir. Bütün Hak yollar ulaştırıcıdır. Mezhepler, mektepler tasavvufi tarikatlar, dini zümre ve gruplar birbirlerini Hak ölçüsü içinde sevmek ve birbiriyle müsahamaya dayanan bir dayanışma içinde bulunmak borcundadırlar. Bu her şeyden önce İslami ve milli bir borçtur. Hele ülkenin içinde bulunduğu bu şartlarda menfi mânâda tefrikaya yol açacak bir hizipçiliğin savunulacak en küçük bir yanı yoktur. Ülkücü birleştirici ve bütünleştirici görevini yapacak ve inananların Allah'ın ipine sımsıkı yapışmak suretiyle gerçek mücâdele çizgisine gelmelerini sağlayacaktır. Türk tarihinin bir bölümünü kabul, diğerini red anlayışı Ülkücünün kabul edemeyeceği bir görüştür. Binlerce yıllık mazisi olan bir milletiz. İki bin iki yüz yıllık bir tarih geçmişimiz var. Hepsi bizim geçmişimizdir. Ancak 940 yılında Satuk Buğra Han'ın İslamiyeti kabulü ile ebedi tercihinin yapılmış olduğunun idraki içinde tarihi değerlendiririz. Bu temel gerçekten ne dövüş ve ne de sapış düşünülemez. Ülkücülük dışardan ithâl edilen yamama ve âriyet bir hareket değil, milli tarihin öz kânuniyetlerine göre oluşmuş,tabii, yerli ve milli bir harekettir. Ancak kesin olarak bir reaksiyoner hareket de değildir. Yani geçmişte yaşanan bir anı geleceğe aynen yansıtmak gâye değildir. Milli mâzinin tabii akışına uygun olarak, EBEDİ DEĞERLERİ KORUYARAK ve onlardan kaynaklanarak geleceği inşa hareketidir. Çağdaş ihtiyaçlara ve doğmakta olan yeni çağın gereklerine göre gelişmiş bir harekettir. Selçuklu, Karahan'lının kopyası değildir. Osmanlı da Selçukluyu tâklid etmemiştir. Biz KÖKLERİ MAZİDE OLAN ÂTİYİZ. Ülkücülük reformcu ve revizyoncu bir gayret değildir. Hayatı bütünüyle kucaklayan, "köktenci" ve "bütüncü" bir dünya görüşüdür. Hayatın sorduğu her suale Ülkücünün aynı ana kaynaklardan hareket edilerek ortaya konulmuş cevapları vardır. Felsefi tezleri, içtimâi görüşleri, iktisâdi çözümleri ile Ülkücülük bir bütündür. Bu anlamda inklâpçı bir harekettir. Bozuk düzen, rezilce yaşama tarzı, soyguna ve vurguna dayanan bir ekonomi çarkı en büyük hasmının Ülkücüler olduğunu iyi bilir. Ancak Ülkücü Dünya Görüşünde, teşebbüs ruhunu öldüren, milletlerin donuk ve şâhsiyetsiz sürüler haline gelmesine sebep olan bir kollektifleştirmeğe de kesin olarak yer yoktur. Meşru kazanca, dürüst bir yaşama tarzına, âdil, gelir ve servet dağılımına dayanan bir iktisâdi yapı amaçlanmıştır. En büyük inkılâbı yapmağa hazırlanan Ülkücü Hareket, İhtilalciliği reddeder. "Halka rağmen halk için" sözü bir safsatadan ibârettir. Halkın uyandırılması yolu ile ve halkın isteği ile yani halkla beraber halk için esası mücâdelemizin temel stratejisini ortaya koyar. Ülkücü Gençlik ile Türk Milleti arasındaki birleşmenin sağlanması için Ülkücülüğün amacının anlaşılması kâfidir. Bunun için de anlatılması şarttır. Ülkücü dâvâyı halka anlatmayı en faydalı hizmet ve birinci görev bilir. Ülkücü Hareketi anti-komünizmle karıştıranlar vardır. Ülkücüler komünizme düşmandırlar. Çünkü; Türklüğün ve bütün insanlığın en azılı düşmanı komünizmdir. Ülkemizi tehdit eden en büyük tehlike de komünistlerden gelmektedir. Milletini seven her Türk gibi Ülkücüler de komünizmle mücadeleyi en âcil görev bilirler. Bunun içinde mücâdele etmektedirler. Mücâdeleyi sert ortamlara sürükleyenler Ülkücü Dünya Görüşünün fikri gücü karşısında direnemeyen komünistler olmuştur. Ülkücü fikir ile komünist fikrin karşılaştıkları her yerde Ülkücülük galip gelmiştir. Silâhlı mücadeleyi başlatıp önce Ülkücüleri susturmak, sonra da Türk Milletini köle yapmak isteyen komünist militanların ve asıl onların arkasındaki emperyalist patronların, ağababaları Rusya'nın bu hesapları da tutmamıştır. Allâh'ın izniyle tutmayacaktır da. Ülkücü kadrolar komünist zalimlere bu ülkeyi zindân edeceklerdir. Mücâdele devam edecek ve hedefine ulaşacaktır. Bununla beraber Ülkücü Mücâdele sadece anti-komünizmden ibâret değildir. Komünizme karşı bir reaksiyon değil; tezi olan bir aksiyondur. Adı üstünde bir HAREKET'tir. Küçük zevklerde soluğu kesilenler, hayatı beşikte başlayıp mezarda biter zannedenler, bizden ve bizim hâlimizden anlamazlar. Ülkücü bir kutlu dâvâya adanmış ve fenâ-fid dava olmuş, dâvânın içinde erimiş; milletinin felâketini felâketi, saadetini saadeti bilmiş insandır. Ülküdaşlık karındaşlıktan daha ileri bir akrabalıktır. Ülkücüler, kardeşlik birliği içinde erime halini en iyi şekilde gerçekleştiren insanlardır. Ülkücü, Ülküsünü bütün unsurlarıyla yaşayan, göründüğü gibi olma gayretinde olan insandır. Şahsında dâvâsının yara alabileceğini hiç unutmayan Ülkücü, örnek bir Türk, örnek bir Müslüman olmak hedefini hiç aklından çıkarılmaz. Ülkücü, davası için yaşayan insandır. Sadece boş vakitlerini, dâvâsının başarısı için değerlendiren her an uyanık ve şuurlu olan insandır. Ülkücülük asla bir "hobi" yani boş zamanları değerlendirmeğe yarayan bir merak değildir. Ciddi ve çileli bir iştir. Ülkücüler bu yüzden ciddi ve çileli erbâbı insanlardır. Ülkücülük sadece bir fikri taraftarlık meselesi de değildir. Ülküsü için çalışmayana, uğraşmayana, mücâdele vermeyene Ülkücü denilemez. Yüce Peygamberimizin buyruğu gereğince: "Kötülüğü gören, eliyle önleyecektir. Gücü yetmiyorsa diliyle mâni olmaya çalışacaktır. Ona da yetmiyorsa kalbiyle buğz edecektir. Ama imânın en alçak derecesi budur." İnsan; mutluluk peşinde koşan bir varlıksa, Ülkücünün mutluluğu Ülkücülük şuuruna sahip olmasında kaynağını bulur. İnsan, ihtiyaçlarını tatmin peşinde mücâdele eden bir varlıksa Ülkücü inancını yaymak ve yaşamak ihtiyacı için uğraşan insandır. Aranılan manevi huzur ve ükbâ saadeti ise Allah Rızâsını kazanmayı kendisine ferdi planda ana hedef alan Ülkücü, en sağlam yolu seçen insandır. Allah Rızasını kazanmak için, İlay-ı Kelimetullah yolunda Cihâna öncü bir Türkiye oluşturmak ülkücülerin ana ülküsüdür. Bu ülkeye lâyık bir milli yapı oluşturmayı amaçlayan milliyetçilik ideolojisi ve Türkiye'yi çağlar üzerinden sıçratarak girmekte olduğu çağa onlarla birlikte sokmayı amaçlayan bir uygulama programına sahip olan DOKUZ IŞIK MİLLİ DOKTRİNİ yolumuzun temel fikirleridir. Türk milletinin yücelmesi ve insanlığın mutluluğunu amaçlayan Türk Ülküsü bütün insanlığa ışık tutacak ruh ve madde dengesine dayalı Türk İslam medeniyetinin yeniden doğuşunun öncü kuvvetidir. Ülkücüler tarihi bir görev yaptıklarının şuurunda olarak bütün davranışlarını bu şuur uyanıklığına göre yönlendiren insanlardır. Ülkücüler dâvâsı için kan vermiş, kan ile yoğrularak olgunlaşmış bir kadrodur. Maneviyatın yardımı Ülkücülerle beraberdir. Ahmed Yesevilerin, Aksemseddinlerin, Şah'ı Nakşibendilerin, Gavs-ı Âzamların, Hacı Bayramların, Hacı Bektaşların, Mevlanaların, Yunus Emre'lerin mânevi himâyesinde, Alparslanların, Osman Gazilerin, Fatihlerin açtığı yoldan yüzlerce kutlu dâvâ şehidlerinin ruhâniyetlerini her an yanlarında hissederek, Başbuğlarının izinde, teşkilat disiplininin yüceltici değerini unutmadan muhteşem bir kervanda yürüyen insanlardır. Ülkücüler: "Mehmedim, sevinin başlar yüksekde! Ölsek de sevinin, eve dönsek de! Sanma bu tekerlek kalır tümsekde! Yarın elbet bizim, elbet bizimdir! Gün doğmuş, gün batmış:ebed bizimdir!" diyen insanlardır… |
Onlar... Onlar...ÜLKÜCÜLER Kimi onları yiğid mert diye tanır, kimi onlar deli divane diye tanır, kimi düşman bilir onları kendine kimi dost bilir onları ve ona göre tavır alır, kimi onları boş bir hayale kapılmış zamane çocukları diye tanır... dedik ya işte kimi yavuz diye tanır, kimi yunus diye tanır ve tarih onları Türk milletinin son fidelerini iyi tanır ve irdeler... Üstad Necip Fazıl ne güzel anlatmış onları... ALLAH'sızın nefret, namussuzun dehşet, yüreksizin heybet, başı boşun mihnet, devrim bazın zulmet, eyyamcının şirret, inmelinin sıklet, anarşistin devlet, komünistin illet sandığı ve tanıdığı sen... Anlayana çok söz anlatır bunlar... Bu millet ve devlet o ak alınlı kara yazgılı çocukların mertliğini yiğitliğini, bileklerinin bükülmezliğini, sözünden dönmezliği gördü ve tanıdı onlarda... Müslüman mahallesinde salyangoz satılmaz misali sokaklarında, mahallelerinde, semtlerinde ve çevrelerinde komünistlere,bölücülere peşkeş çekmediler, onların karşısında başlarını eğip susmadılar, her zaman haykırdılar... daima haklının yanında haksızın karşısında durdular....ne dünyalık istediler nede aferin umdular, ne kavgadan vazgeçtiler, ne gücenip küstüler, vatan millet din ve devlet alsancaklar hakkına dar günlerin bozkurt sesi olarak haykırdılar.Tanıdığı bildiği abileri yakın bildiği arkadaşları onlara hep öğüt dolu sözler verdiler. Etme oğlum, yapma oğlum kendini heder etme vatanı sen mi kurtaracaksın derler. Yerine göre liderlerinin, başbuğlarının hakkında atıp tuttular, ocaklarda işin ne, ne yapacan vatanı seviyorsan içinde sev vs. buna benzer şeyleri söylerler. Büyüklük taslarlar. Yüreğinde ülkü meşalesi yanan genç, söz kendine gelince ülkücülerin yüreğinden geleni dilleriyle değil de gözleriyle anlatırlaki önce anlayacağını anlar. Ülkücü genç, eğer söylenen sözler kendine ise, teşkilatı hedefi anlatır kutlu sevdasını anlatır. Anlatır anlatır çok şey anlatırda karşısındaki hiçbir şey anlamaz ama başbuğun ve davanın hakkında eleştiri yaptıysa bu sefer ülkücü genç yüreğinden geleni bilekleriyle ve bütün gücüyle vurunca yeri de öptürür. Onlar dudaklarında sevda şiirleri, sevgiliye aşk-ı ilan edemediler. Sevgilileriyle oturup da mehtaba bakıp yıldızları sayarak kendilerine yıldız seçemediler, sevgililerinin kulaklarına aşk sözcükleri fısıldayamadılar. Bir türlü kırmızı, beyaz ve sarı gülün ne anlam ifade ettiğini bilemediler. Onlarda insandı onlarda gençti, onlarda delikanlıydı. Daha hayatının baharında taze fidandılar sevdiler ise de bir türlü sevdiklerini belli edemediler, sevdiğini görünce zamane bebeleri gibi boyunlarına atlamak ellerini bellerinden tutmak yerine yüzleri kızarıp bir an önce oralardan uzaklaşmanın yoluna baktılar... işte onlar yirminci asrın bahadır melekleri... Hayattan nasiplenemediler. Bir türlü parayı malı mülkü de sevemediler. Ellerine de pek para geçmedi zaten.Onların yürekleri zengindi oda onlara yeterdi zaten. Orta okul, lise talebesi iken adı 'reis'; diye bilinenler kendilerini okudukları okulun tahta sıralarının yerine hücrelere zindanlara atıldılar. Küçücük elleriyle kalem tutanların ellerinde defalarca joplar patladı. Söyle dediler, anlat dediler. Ne biliyorlardı ki neyi anlatsınlar. Vatan mı sattılar, bayrak mı yırttılar, neyi anlatacaklardı ki...Yıktılar üzerlerine suçları ben kalırım tek arkadaşım kurtulsun diyerek kendilerini feda ettiler. Bir şeyler yazılıp önlerine konuldu. Hep alakası olmayan faili meçhulleri verdiler bunlara... vatanımın ha ekmeğini yemişim ha kurşununu yemişim diyen şehit abilerinin yolundan gittiler hep vur abalının sırtına misali oldular. Abileri canlarını verdi karatoprağa düşerek kara toprağı gül bahçesine çevirdiler, onlar sırtlarında dünya yükü o kara zindanları yusufiye bildiler, taş medrese yaptılar... onlara taşmedreseli yusufiyeli dediler öyle anıldılar kimisi Bursa'ya, kimi Eskişehir adana Yozgat il il cezaevlerine dağıldılar... ama hiçbir zaman davasına tşkilatına küsmediler yılgınlık göstermediler. Onlar çağımızın alperenleri, Hoca Ahmet Yesevi' nin Horasandaki velilerin hem manevi hemde öz torunlarıydılar. Türk e sevdalıydılar. Kendilerini arabesk konserlerinde jiletlemediler, sanatçıların ellerini sıkmak için ağlayarak sanatçı ismi bağırmadılar. Onlar zamane çocuklarından çok farklıydılar çok... onlar gözyaşlarını uzak diyarlarındaki Türk illerindeki soydaşlarının garipliğine hüzün kalışına ağladılar onlar haykırdılarsa da yamyam bile hür bu dünyada Türk niye esir diye haykırdılar. Onlar ak alınlı kara yazgılı çocuklardılar. Onların kavgası varoluş kavgası idi. Onların zamane çocuklarıyla değil, vatana bayrağa dine ve devlete kastı olanaydı kavgaları... Ne mutlu öyle olanlara ve de kalabilenlere! ...
ÜSTAD NECİP FAZIL'DAN ÜLKÜCÜYE KASİDE; Sen; Allahsız'ın nefret, Namussuz'un dehşet, Yüreksiz'in heybet, Basıboş'un mihnet, Devrimbaz'ın zulmet, Eyyamcı'nın şirret, İnmeli'nin sıklet, Anarşist'in devlet, Komunist'in illet sandığı ve tanıdığı sen, bütün bu menfilerin topyekun ve müşterek düşmanı olduguna göre, acaba nasıl bir 'Müsbet' belirtmekte veya belirtme yolunda ilerlemeye davetli bulunmaktasın? ... Bunca hıyanet tipinin bir arada düşmanı olabilmen riyazi bir katiyetle ispat eder ki, sen sanıldıgın ve tanındıgın gibi olmak, böyle bir sanılma ve tanınmanın kıymetini gerçekleştirmek borcundasın! Sanıldıgın ve tanındıgın gibi ol! Allah seni dusmanlarınca sanıldıgın ve tanındıgın üzere yetiştirsin! ... 'Allahsızın, vatansızın, namussuzun, yüreksizin,başıboşun, devrimbazın, inmelinin,anarşistin,komunistin gözünde ben buyum! ' demekten üstün bir hüviyet ve hak tespitin olamaz! Tez'ini kötülerin (antitez) 'inden devşirmek nasibi ne büyük talih! ... Allah'a hamdet! ...
ÜLKÜCÜ KİMDİR ? ********* ÜLKÜCÜ ********* ÜLKÜCÜ, Asla kula kulluk yapmaz, Allah’ın hiçbir kulunu kendi kulu olarak görmez. ÜLKÜCÜ, Müslüman Türk Milleti’ni layık olduğu refaha, hürriyete, insan haklarına, adalete, birliğe yüceltmeye ülkü edinmiştir. ÜLKÜCÜ, Aklını nefesinin üzerinde tutan, vicdanını şahsilikten milliliğe uzayan çizgide asla doğruluktan saptırmayan kişidir. ÜLKÜCÜ, Cehaletle, öncelikle kendi cehaletiyle, mücadele eder.Ülkücü, İlmi rehber edinmiştir,bilmediğini öğrenmekten yüksünmez. ÜLKÜCÜ, Milletinin, vatanının, devletinin menfaatlerini, her türlü şahıs menfaatinin üzerinde tutar.Şan için , şöhret için değil, sadece Allah’ın rızası için hizmet eder. ÜLKÜCÜ, Yetim hakkına el uzatmaz, haram yemez, yedirmez Hiçbir Haksızlığın karşısında sus pus olmaz. Samimi ve yapıcı tenkitten kaçınmaz, tekitlere kızmaz, kulak tıkamaz. ÜLKÜCÜ, Tarihteki olaylardan ibret alır,ders alır. Hata yaparsa, bunu samimiyetle kabul eder, bir daha tekrarlamaz Yaptığı hatanın Sorumluluğunu sonuna kadar üstlenir, sonradan başkalarına devretmez. ÜLKÜCÜ, Elde ettiği başarıyı bütün arkadaşlarıyla paylaşır,onların bu başarıda ki paylarını asla tutmaz .Bu başarı üstüne .böylece daha büyük başarılar inşa eder. ÜLKÜCÜ, Yürüdüğü hak yolda, asla iftira gibi iğrenç bir metodu kullanmaz .Hiç bir tehditten yılmaz, tehditlerle yıldırılamaz ve kimseyi tehdit etmez. ÜLKÜCÜ, Hiç kimsenin rızkı ile oynamaya kalkmaz. Bilir ki kendisi dahil,herkese rızkı veren, sadece ve sadece Cenabı-ı Hakka’tır ÖYLEYSE BİRLİK VAKTİDİR ..... Önce yoldaşlık adabı gözden geçirmeli, hakka’ a giden yollar birleştirilmeli, sonra gönüldaşlık erkanınca damarların hareketleneceği şekilde kuçaklaşılmalıdır.
TÜRK-İSLAM ÜLKÜCÜSÜ KİMDİR? ''Ülkücülük, ülkemizde ve yeryüzünde Allah'ın nizamını hakim kılmak için kendine metod olarak Kur'an ve Sünnet'i ölçü alan bir iman hareketidir. Kendini Allah ve Resulu'nun davasına adamış, sırf Allah rızası için canını, malını ve mevkiini; din ve devleti, mülk ve milleti için fedaya hazır, şanlı mukaddes ay-yıldızlı al bayrağın gölgesinde dövüşen, nefsini düşünmeyen ve ülküsünde fani olmuş yiğitlerdir. Onlar büyük ve şanlı tarihimizin doğurduğu Allah ve Resulu'nun hizmetine sunduğu ulvi kadrolardır. Küfrün bütün oyunlarını bozan, cesaretini kıran, yolunu kesen kadrodur Türk-İslam Ülkücüsü. İslam iman ve ahlakından güç alan yeni bir ülkücü nesil, tarihin bağrından fışkırmış ve her gün biraz daha güçlenerek gelmektedir. Bunlar bütün Mü'minlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı onurlu ve zorlu, Allah yolunda savaşanları kınayanların kınamasına aldırmayan yiğitlerdir. Bu nesil, Allah'ın Türk Milleti'ne ve İslam Dünyası'na ihsanıdır.'' Seyyid AHMED ARVASİ
|