NİZAM-I ÂLEM OCAKLARI’NIN SEMBOLÜ
Üç Tuğ ve Hilâl: Hilâlin içindeki üç tuğ devlet, millet ve hakimiyeti temsil eder.
Devlet: Devlet birliğin, beraberliğin, gücün ve otoritenin adıdır. Devletsiz bir toplulukların hayat hakkı bulunmayacağı gibi, ömürleri de hep kısa olmuştur. Türk milleti, tarih boyunca pek çok güçlü devlet kurmuş ve tarihe yönverebilmiştir. Ama asıl önemli olan devletin niteliği ve niceliğidir.
Nizam-ı Âlem Ocakları’nın devlet anlayışı ”millet için devlet” anlayışıyla izah edilebilir. Devlet millet için vardır. Milletin mutluluğu, huzuru, namusu, onuru için vardır. Eğer devlet bu aşamada başarısız olmuş, çatısı olduğu topluluğun huzurunu sağlayamamış, onurunu zedelemiş veya zedelenmesine engel olamamış ise, devlet olma niteliğini de kaybetmiş demektir.
Bir diğer husus ise devlet, sistem ve millet ilişkisidir. Devlet sistemle milletin arasında, sistemin kalkanı olma durumunda değil, milletin önünde engel olan sistemin başında balyoz olmalıdır. Millete rağmen sistemin bekâsını sağlanmaya çalışan devlet, o milletin devleti değil, ancak ve ancak o milletin sırtındaki kambur olabilir. Bu anlamdaki devlet, işgalci mantığıyla idare ediliyor demektir.
Devlet, milleti için varolma aşamasına ulaşana kadar üç tuğun biri bu mücadelemize işaret edecektir.
Millet: Millet hayatın gerçeğidir. Kavim kavim yaratılış hakikatini unutmadan hareket ederek, milletin bekâsına hizmet etmek, Nizam-ı Âlem Ocakları’nındiğer hedefi olacaktır. İlahî ölçüleri kabullenişle, millet sevgisini yaşatmak boynumuzun borcu olacaktır.
Bu millet İslâm’ın sancağını altıyüzyıl sallandıran bir millet olmanın şerefini her zaman taşıyacak ve bütün İslâm âleminin dirilişini gerçekleştirmek için mücadelesini sürdürecektir. ”İslâm’ın birlik sancağı Anadolu’da düştü ve Anadolu’da kalkacaktır.”
Hakimiyet: Hakimiyet kayıtsız şartsız Allah’ındır. Allah (C.C.) güç olarak bütün güç ve otoritelerin üzerindedir. Allah’ın hükmü hakim olana kadar zalimlerle mücadele etmek şuurunu yitirmeden hareket etmek, Nizam-ı Âlem mensuplarının en büyük amacı ve hedefidir. ”Kafirler istemese de, Allah (C.C.) nurunu tamamlayacaktır.” Ayet-i Kerimesi de bu mücadelenin mutlak zaferine işaret olarak, umudumuzun kaynağıdır.
Hilâl: Hilâl asırladır küfrün karşısında imanın, haçın karşısında İslâm’ın işareti olmuştur. Herşeyin temeli olan Kur’an’a tabi olanların sancağıdır.
Hilâlin Anlamı: Hilâlin müslümanlarca sembol kabul edildiğini biliyoruz. Ancak bunun sembolik değeri nereden gelmektedir? Dolunay, (Bedir) ayın 14. gecesindeki haliyle daha parlak olduğu halde, niçin en az ışık verdiği yay şeklindeki zayıf şekli sembol seçilmiştir?
Hilâl eğer haçta olduğu gibi doğrudan doğruya şekilden alınan bir sembol olsaydı, ayın 14. gecesindeki en parlak haliyle dolunay şeklini sembol olarak kullanmak daha uygun olurdu. Oysa Hilâl, şekli dolayısıyla değil, ismi dolayısıyla sembol olmuştur. Bunun anlamı da Allah’ın isminden alınmıştır.
Bilindiği gibi hilâl kelimesinin arapça aslında bir ”he”, bir ”lam”, bir ”elif” ve yine bir ”lam” harfi bulunmaktadır. Yani bir ”he”, bir ”elif”, iki tene ”lam” bulunmaktadır. Bu harflerin ebced hesabıyla rakam değeri ise; ”He” 5, ”Lam” 30, ”Elif” 1, ikinci ”Lam” 30’dur. Toplam 66’dır.
Allah kelimesi de yine bir ”Elif”, iki ”lam” ve bir ”he” ile yazılmaktadır. Bu harflerin de yine değeri 66’dır. Her iki kelimeyi meydana getiren harfler değişmediği için bunların rakam olarak değeri değişmez. Harfler her iki kelimede de aynıdır, sadece yerleri farklıdır. Yani biz Hilâl yazarken Allah isminin harflerini kullanıyoruz. Madem ki, her iki kelimeyi meydana getiren harflerin kendilerinde ve rakam olarak değerlerinde bir değişiklik yoktur, öyleyse bu kelimeyi bilhassa sembolik olarak birbirinin yerine kullanmak mümkündür. O halde bayrak üzerine Allah yazacak yerde aynı ismin eşdeğerlisi olan Hilâl’i koymak hem daha anlamlı, hem de inancımıza daha uygundur. Çünkü, inancımıza göre, ”Allah’ı sembol olarak bile ifade etmek mümkün değildir. Aksi halde putperestlerin düştüğühatayı tekrarlamış oluruz. Oysa İslâmiyet putperestliğin her çeşidini yıkmak üzere gelmiş bir dindir.
Allah’ın birliği (Tevhîd) inancı ”Lailahe illallah” formülü ile ifade edilen mînîsı, böylece hilâl şeklinin içinde sembol olarak kullanılmıştır.
İşte Nizam-ı Âlem Ocakları, ”devlet, millet, hakimiyet” anlayışını İslâm’ın hilâliyle çerçeveleyerek kendisini ifadelendirmiştir.
Ülkümüz Nizam-ı Alem
NİZAM-I ÂLEM ÜLKÜCÜLÜĞÜ NEDİR?
Türk milletinin iç ve dış oluşumuna, dilinin zenginleşmesine ve dolayısıyla edebiyatına, düşüncesine, sosyal ve siyasî müesseselerine ve dünya görüşüne bin yıldan beri İslâm şekil vermektedir.
Cumhuriyet inkılâplarının başlattığı Batılılaşma eksenindeki değişme hareketi, Türk milletinin tarifi ve kurulacak sistemin alâmet-i farikası üzerine onlarca çeşit tez atılmasına kaynak teşkil etmişti. Öyle ki, resmî ideoloji Kemalizm yahut Altı Ok, resmîleştirdiği Batılı kalıplar içerisinde ”Türkçü-üniter” devlet yapısını oturtana dek zihniyet ve tarih ilmi bakımından kafası ve uygulaması bir hayli karışıktı.
Millî mücadeleden sonra üzerine oturdukları ve zabturabt altına aldıkları müslüman milleti ”muasır Batı” seviyesine yükseltmek için ”örümcekli mâzi”siyle irtibatını kesmek, ilk hayırlı(!) işlerdendi. Böylece mâzisi irtica ve karanlıklarla dolu olduğu iddia edilen Din-i Mübin-i İslâm üzre Kurtuluş Harbi’nden çıkmış milleti, laik bir Atatürkçü Türk Milliyetçiliği ile telif ederek, Batılılaşma yörüngesine sokmuşlardı.
Bugün yetmişküsür yıllık resmî Batılılaşma sürecine alternatif olarak, bin yıllık müslüman tarihinden terkiblerle donanmış bir çok yerli hareketlerin atak yaptığı bu ülke, yarı yolda resmîleşenlere, sırf cemaat yapısıyla kalıp düşünce ve siyaset alanlarında iştigal etmeyenlere ve yalnızca millî ve İslâmî bir eğitim gayesi taşıyıp dünya görüşü, olmayan gruplara sahne olmaktadır.
Nizam-ı Âlem düşüncesi de, bu sürecin içinde doğruyu, yerliyi sürdürmek isteyen bir hareketin bu millet adına oluşturmak istediği dünya görüşünün adıdır.
Nizam-ı Âlem hareketinin doğmasına sebeb olan faktörler farklılıklardır. Kendine ülkücü dediği halde bazı insanlar farklı bir metodun zaruretini ortaya koydular. Çünkü, cüz-i irade yaptığı değerlendirmede bu neticeyi önlerine getiriyordu. Başkalarının dümen suyuna girerek birşey yapılmayacağını, düzenin bütün icaplarına uyarak alternatif olunamayacağını imanda ve ihlasta en küçük bir ayrılığı olmayan insaların yalnızca metodlarının farklılığından dolayı hasım görülemeyeceğini, kardeşlerimizin katillerine methiyeler dizip iktidar nimetlerinden faydalanmakla hizmette bulunulamayacağını, Türkiye’nin kaderine hükmedecek bir itifakı şahsi meseleler uğruna bozarak mü’minlerin ittihadına engel olmanın hiçbir dava ile bağdaşmayacağını gören bazı insanlar farlı bir metodun zaruretini idrak ettiler. Çünkü tekamül olmadan hizmet olmazdı ve her ne hikmetse bir türlü tekamül edilemiyordu. Ayrıca sürüp gelen ülkücülüğün leik ve Türkçü söylemle buluşması ve dün karşı çıkılan herşeyi meşru kılmasıyla, ölçülerinde ve ahdlerinde sadık olanlar için yol ayrımına gelinmişti. İşte bu sebeblerle yeni bir metod ve arkasından vicdanen müsterih bir kadro teşekkül etti.
İslâm’ın cevaz verdiği ölçüde milliyetçilik yapılanmasına ve millîlik anlayışının İslâmî zeminde ifade edilmesi gerektiğine, ayrıca devlet ve millet gibi temel kavramların bin yıllık tabiî, kültürel akış içinde yeniden yorumlanmasına karar verenler, Altı Ok’la buluşan ülkücülükten mahiyet olarak ayrılmış ve Nizam-ı Âlem Ülkücülüğü yahut Alperenliği çatısında toplanmışlardır.
Allah (C.C.) indinde sahip olunan mesuliyetleri yerine getirmek için ileri gitmenin başka bir yolu var mıydı? Zerre kadar tavize müsamahası olmayan bir davada, dağlar kadar taviz verilerek bir yere varmak mümkün müydü?
Herşeyden önce taşınılan fikir, Nizam-ı Âlem Ülküsü olunca, risk, mesuliyet, ilmî zemin ve derinleşme gibi vasıf ve görevleri beraberinde getirmektedir. Osmanlı bakayası bir Türkiye’de ”Nizam-ı Âlem” (Cihan düzeni), ”İ’lây-ı Kelimetullah” gibi Allah’ın adından neş’et eden her bir kavramı, oluşu ve dolayısıyla İslâm’ı önce kendi vatanından başlamak üzre yeryüzüne yaymak amel ve cihadıyla yola çıkmaya soyunmanın ”büyüklüğünü” ve zorluğunu anlamak bile bu yolda atılan bir adım olacaktır.
Unutulmamalıdır ki, şahısların hiç bir önemi olamaz. Şahıslar, insan olmanın şerefine lâyık oldukları müddetçe baştacı edilirler. Ama gaye edilemezler. İnsan olarak herkesin mesuliyetinin aynı ölçüde olduğu bir yerde, herkes kendi hesabını eksiksiz verebilmenin kaygısını taşımalıdır. Ortak tavırlar da teşkilatı meydana getirir. Ama herkes kendine cenneti garantilemiş gibi, birilerinin hesabına çalışırsa ortada ne dava kalır, ne de mücadele.
Allah (C.C.)’ ın kullarına açtığı rahmet kapılarından biri de, böylesine ulvi davalara hizmet etmek imkânıdır. Evet, hizmet etmektir yapılması gereken; Hizmetcilik, himetkârlık. Asla, efendilik değil. Çünkü Allah (C.C.) yolunda ancak hizmetkar olunur, o da layık olunursa. Maazallah, efendilik iddiası şirktir, küfürdür. İnsanoğlu uğraşır, çabalar, aç kalır, uykusuz kalır ama asla neticeyi takdir edemez. O takdir Cenab-ı Hakk’a aittir. Esasen, kulların neticeyle ilgili mesuliyetleri de yoktur. Kulu ilgilendiren sadece gayrettir, samimiyettir.
Nizam-ı Âlem davası, bir rahmet kapısı olarak görülünce, mahiyeti ortaya çıkar. Allah-u Azimüşşan, kullarını imtihan için bu dünyaya göndermiştir. İmtihan, O (C.C.)’un emirlerine ve yasaklarına uymak ve belirlediği hedeflere yürümekle verilir. İşte ülkücü de, başarmaya gücü asla yetmese de, Nizam-ı Âlem’e yürümekle mükellef olduğunu idrak eden kuldur. Çünkü, mükellefiyet, başarma hususunda değil, başarmaya çalışmak hususundadır; İslâm’dan zerre kadar ayrılmadan, ütopik saplantılara batmadan, şuurlu, akıllı, kararlı, sabırlı ve doğru metodlarla. Karınca misali, varamasa da yolunda ölmecesine.
Herkes kendine nasip edilen miktarınca mesuldür. Okumamış yazmamış, dinlememiş duymamış, köyünden dışarı çıkmamış, çoluk çocuğunun rızkını kazanmaktan başka bir dava tanımamış bir insandan, bizim anladığımız mânâda Nizam-ı Âlem’e hizmet beklemek abesle iştigaldir. O insanın Allah (C.C.) indindeki mesuliyetleri ancak kendi dünyası içinde gördüklerinden, yaşadıklarındandır. Fakat, herşeyin farkında olup da, bu mesuliyeti görmezlikten gelmek de, Allah (C.C.) bilir ya, mel’unluğun ta kendisidir.
Bu ülkede ben müslümanım diyen insanlar artık Millî Şef döneminde yaşamıyor ki, dinin ne olduğunu bilmesin. Kur’an-ı ve Sünnet’i, helal ve haramı artık insanımız biliyor. Ve bilmeyenler de öğreniyor. Taklidî de olsa iman sahibi ise doğruya varıyor. Dün içinde yer aldığımız ülkücü camia ve oradaki arkadaşlarımızla şimdi bizi yani Nizam-ı Âlem Ülkücülerini ayıran fark, Kur’an ve Sünnet’i, helal ve haramı farklı anlayışımız değil, bu değerler karşısındaki tavrımızdır. Bunun ilk kıvılcımı ise Nizam-ı Âlem mefkûresi karşısında takınılan tavır olmuştur.
Nizam-ı Âlem’i artık davamız olarak anlatmayacağız diyenler, aslında Nizam-ı Âlem’i inkâr etmemişler, ancak bundan sapmaları; kitlelerle buluşmanın önünde ”kemiyet değil keyfiyet” anlayışından vazgeçmiş olmalarından kaynaklanmıştır.
”Bizim İslâm’ın yayılması diye bir davamız yoktur, ancak yayılmasının karşısında da değiliz” diyenler ifadeden de anlaşılacağı üzere, İslâm’ın yayılmasına karşı oluştan değil, kitleleşmek adına keyfiyeti terk edip tavır değişikliğine gitmiş olmalarındandır.
Bu tavır değişikliklerine karşı; ”kemiyet değil keyfiyet” tavrından vazgeçmeyenler, Nizam-ı Âlem deklarasyonunu yayınlayarak, kendilerini Nizam-ı Âlem Ülkücüsü olarak adlandırmışlardır.
İslâm’ı anlayış, kavrayış ve yaşayış farkımız ise, daha özelde Nizam-ı Âlem Ülkücülerinin farkı kendini Allah’ın (C.C.) yeryüzündeki nizamının kurucusu ve kollayıcısı, ”fitne yeryüzünden kalkıp, din yalnız Allah’ın oluncaya kadar” bozguncularla mücadelecisi, bulunduğu her yerde, her zeminde, kulun ve Allah’ın (C.C.) hakkını gözeten mânâsına gelen tavrı gösteren ”CUNDALLAH”, ”Allah’ın (C.C.) Askeri” olması ile ancak ortaya çıkar.
Ocakların Amacı
NIZAM-I ÂLEM OCAKLARI NEDIR?
Inanclarimiza uygun bir devlet ve dunya nizamina ulasmamiza vesile ve vasita olacak ledeki imkanlari davamiz lehine maksimum fayda sagliyacak sekilde degerlendirmek ve her yeni gun I´lay-i Kelimetullah davasina bir adim daha yaklasmak gayesi ile kurulmus bir teskilattir.
Emanetlerin ehli ellerde olmasi esasina dayanir."emanetler ehil ellerde olmazsa kiyameti bekleyin" Hadis-i nebevisin dustur kabullenir.
Nizam-i Âlem Ocaklari fertlere degil olculere(edille-i serriye) baglanir. Fertleri, olculeri terennum edip yasadiklari sureceoncu ve sozcu kabul eder. Fertler coktur; cok´a baglanmak bolunmeye, olcu tektir; olculere baglanmak vahdete kosmaktir.
Tek onder Allah´tir; Hz. Muhammet (AS)bu gunku zahiri liderleri, onderin yolunda oldukca makbul kabul eder.
Sevgi denizinin sonu yokmus,
Ufuk yaklastikca kaybolurmus,
Gonul boyle bir sevdanin yorgunu,
Allah´im Allah´im bu sonbahar vurgunu...
diye haykirdigi 12 Eylul´den bugune degin, sonsuzluk noktasinda, veralarin verasinda Allah´in olduguna inanir. Ufuk noktasina degil fani fertleri, Hz. Muhammed´i, Peygamberini bile koymaz. (Hz. muhammed(as)´i iman noktasi olarak gorur.)
Nizam-i Âlem Ocaklari "Ya Baki, Entel Baki" diyenlerin toplandigi sivil yoplum kurulrsudur. Bir elinde Kuran bir elinde bilgisayar olan"Bir ayagim Kuran da diger ayagim alemleri gezer" diyebilen, Peygamberimizin sivri ucu kuran da diger ucu ise alabildiginceinsanligi, alemleri kucaklar siarinda olan bir genclik ordusuna sahip olmayi en buyuk seref bilenlerin mekanidir.
Devlet , Milliet , Hakimiyet slogani ile taninir.
Nizam-i Âlem Ocaklari Yoneticileri icin "Leyla lar bizi mevlaya goturdukcekiymetlidir" olcusuns ortaya koyar. "Sizi Allh a yakinlastiran hic bir sey dunya degildir sizi Allah tan uzaklastiran hersey dunyadir" Hadis i serifi ne gore hareket edenlerin merkezidir.
"Onalar duzelirse millet duzelir onlar bozulursa millet bozulur onlar ilim sahipleri ile idarecilerdir2 hadii serifinin tecelli ettigine iman eden , Kuran da birlik Sunnetullahta birlik mensubiyette birlik hedefte birlik diyenlerin mekanidir.
Nizam-i Âlem Ocaklari
Aglayin sular yukselsin,
Belki kurtulur gemiler,
Anne seccaden gelsin,
Bize dua et emi ... der,
Hareket bekliyoruz Osman gazi misali,
Hareket beklitoruz Emir sultan misali,
Hareket bekliyoruz Hareket bekliyoruz,
Eller yerden kalkmaz nûra, Allah a dogru,
Hareket bekliyoruz maddeden nûra dogru....
mesajinin gerceklesmesi icin zahiri(fiili) duasi ile (calismak) batinî duasini dillerinden dusurmeyenlerin Yunus, Mevlana, Haci Bektas, Haci Bayram, Yavuz, Fatih mesreblilerin yeridir.
Velhasil" Tek Yon Kâbe, Tek Onder Sahabe" diyen Nizam-i Âlem Ulkuculerinin, Alperenlerin, Gazi Dervislerin, ihvanlarin, ahilerin, SOFI lerin yeridir...
Başarma Yolumuz
NİZAM-I ÂLEM NASIL GERÇEKLEŞİR?
Nizam-ı Âlem, beş basamaklı bir merdivene benzer. Bu basamaklar nizam-ı nefs, nizam-ı aile, nizam-ı çevre, nizam-ı millet ve nihayet Nizam-ı Âlem’dir.
Değerlendirmelere geçmeden evvel bir noktanın altını çizmekte fayda görmekteyiz. Nizam-ı Âlem her ne kadar nihaî bir hedef olsa ve ona varıncaya kadar geçilmesi gereken merhaleleri bulunsa da, bu yolda yapılması gereken çalışmalar ve verilmesi gereken mücadele bir bütünlük arzetmektedir. Bu safhaların her birinden tam netice aldıktan sonra diğerine geçmek gibi bir anlayış, hiç de doğru olamaz. Eğer böyle bir anlayışın doğruluğu savunulacak olursa, hayatın gerçekleri ve dava anlayışının ciddiyeti gözardı edilmiş olur. Burada yapılan basamaklandırma metodun sağlıklı olması, kadronun şuurlanması ve branşlaşması, akılcı ve ilmî bir bakış açısı kazanılması ve sabırdan uzaklaşılmaması gibi sebeplere dayanmaktadır. Bu noktada iki husus asla akıldan çıkarılmamalıdır: Birincisi, Cenab-ı Rabbûl âlemin’in takdir ve tecellisi dışında asla bir şeyin gerçekleşemeyeceğidir. Yani, insan ne yaparsa yapsın, ne kadar uğraşırsa uğraşsın, O (C.C.) müsaade edip ”Ol” emrini vermedikçe hiç bir şey olamaz. Bununla beraber, kul, Rabb’ine bırakarak yolunda yürümeye devam eder. İkincisi ise, hayatın her safhası ve insanın her işinin bir imtihan vasıtası olduğudur. Bizler kul olarak neticeyi belirleyemeyiz ama üzerimize düşen herşeyi yapmakla mükellefiz.
Nizam-ı nefs nedir?
En kısa şekliyle, nefse nizam vermektir. Nefse nasıl nizam verileceği ise gayet açıktır. Kâmil bir mü’min olmanın yolu ne ise, bu metodun fert planındaki unsurları da nefse nasıl nizam verileceğini açıklayan hususlardır. Bizim üzerinde durmak istediğimiz bu değildir. Çünkü bu konuya girmekle, asıl konumuzdan oldukça uzaklaşırız. Burada, nizam-ı nefsin tezahürlerinden, diğer ifadeyle yansımalarından bahsedeceğiz. Hemen belirtelim ki, Nizam-ı Âlem ne kadar nihaî bir hedefse, bu hedefe yürüyen neferlerin de hakiki mânâda mutmain bir nefse sahip olmalarını sağlamak da o kadar nihaî bir hedeftir.
Nizam-ı nefs safhası ile ilgili tavır, hakiki bir medresede talebe ve dergâhda mürid olmanın kararlılığı, sabrı, tevazusu, çalışkanlığı ve vakarı ile aynı seviyededir. Bu safhanın sınırları içinde ele alınan birey neye inandığını, inancının muhtevasını, inancı ölçüsünde yaşayıp yaşamama halinde karşılaşacağı akîbeti iyi bilir ve bunun şartlarına göre yaşamakta en kararlı tavrı sergiler. Karşılaştığı her olayın takdirinin Cenab-ı Hakk (C.C.)’a ait olduğunu, olayın içinde bulunan ve kaynağı gibi görünen şahıs ve unsurları yalnızca basit birer sebep ve vasıta olarak görür. Herşeyin başlangıcının da, gidişatının da, neticesinin de Cenab-ı Hakk (C.C.)’ın iradesi dışında tecelli edemeyeceği inancıyla meselelere bakar; sabır ve tevekkülden ayrılmaz. Bir insan olarak hata yapmaya ve günah işlemeye son derece müsait bir yaratılışta olduğunun şuuruyla, başkalarına karşı tevazuyu elden bırakmaz. Hata ve günahlarından dolayı her zaman tevbekâr ve mahcuptur. Allah (C.C.) indinde gayreti ve çalışkanlığı ölçüsünde makbul bir kul olacağını unutmadan, fakat aşırılığa da kaçmadan işlerini ve ibadetlerini devam ettirir. Bütün bunların yanında bir mü’min olmanın şükrü, iman ettiği ölçüler için yaşamaya azmetmiş olmanın huzuru Rabb’ine kulluk konusundaki mesuliyetlerinin idraki çerçevesinde vakarını muhafaza eder.
Bu safhada en önemli ve en ihmal edilmez mesele namazdır. Bir mü’minin namazsız olacağını düşünmek, akıl kârı değildir. Namaz ile ilgili olarak bilinmesi en zarurî şeylerden biri, namazın mü’min ile kâfiri birbirinden ayıran tek unsur olduğu hakikatidir. Bu hakikatin delili ise Hadis-i Şerif’dir. Zaten, namaz kılmayan bir insanın Allah rızası için mücadele ettiğini zannetmesi, son derece zavallı bir tavırdır.
Bu safha ile ilgili olarak idrak edilmesi gereken bir başka husus da, kişinin şahsına ait bir metodu ve bir hedefinin bulunmasıdır. Yani her insan kendini çok iyi tanımalıdır. Hangi konularda kaabiliyetli olduğunu, hangi sahalarda başarılı olabileceğini, hangi imkânlara sahip bulunduğunu çok iyi tesbit etmelidir. Bu husus şu sebeple de çok önemlidir: Allah-u Teâlâ her kulunu, ona nasib ettikleriyle imtihan etmektedir. İnsanın bunları bilmesi ve ona göre hareket etmesi lazımdır. Bu cümleden olarak, insan kendi yapabileceği işler ile ilgili olarak hedefler belirler, metodlar geliştirir ve hizmetini şekillendirir. Aynı zamanda, bu konularda kendini geliştirmek ve kapasitesini artırmak için de eğitimine devam eder. Mesleğinde ve branşında en üst seviyeye çıkmanın azim ve kararlığı ile çalışır.
Bizim toplumumuzdaki en büyük eksiklerden biri, bakış açımızı tayin edecek ölçülerin hâlâ farkedilmemiş olmasıdır. Hâlâ köşe yazarlarının, haber yorumcularının telkin ve mesajlarıyla kendimizi yönlendirmekteyiz. Tabii bunda haber kaynaklarının da önemi bulunmaktadır. Doğru haber alan, doğru yorum yapar. Ama, haberin doğruluğunu tesbit etmek de bu ölçüyle bağlantılıdır. Medya olmakla şereflenmiş kaynakların İslâm’la şereflenmiş insanlar ve olaylarla ilgili haberlerinin doğruluğuna inanmanın ne kadar mümkün olacağı ortadadır. Bu sebeple, ölçüleri iyi bilmek, bu ölçülere göre şablon hazırlamak ve yorumları, o şablonun altından çıkarmak zarurîdir. Aksi takdirde, hissiyatımızı okşayan süslü cümlelerin rüzgârına kapılarak felakete sürüklenmek kaçınılmaz olacaktır. Bu hakikati bilip bunun şartlarını yerine getirmek de hepimizin boynuna bir borçtur.
Nizam-ı aile safhasında:
Müslümanın İslâm ölçülerinden çıkmasının mümkün olamayacağı ortadadır. Evli olsun, bekâr olsun İslâm’ın aile ile ilgili hükümlerini öğrenmek ve tatbik etmek mecburiyetindedir. Ancak bazı hakikatler de inkâr edilemez. Günümüzde pek çoğumuzun ailesi, uğrunda mücadele ettiğimiz değerlere ısınabilmiş değildir. Yani hâlâ İslâm’ın cihanşümûl mahiyeti tam olarak kavranabilmiş değildir. Müslümanlık camilere ve Ramazan ayına hapsedilmiş olarak idrak edilmektedir. Bu sebeple, aileler bu konuda ikna edilmelidir. Gerek anne, baba ve kardeşlere, gerekse evlâtlara bu meselenin hakiki mahiyeti ve ciddiyeti anlatılmalıdır. Herşeyden evvel, bu işin imanî yönü ve ahiret hesabı ile ilgisi üzerinde durulmalıdır. Ama bunlar yapılırken, katiyetle ana babaya itaatsizlik, terbiyesizlik, bilgiçlik taslama, onları itham etme ve ailenin diğer mensuplarıyla kırgınlığa yol açma gibi bir edepsizliğe düşülmemelidir.
İnsan hangi hal ve şart üzere bulunursa bulunsun, ailesiyle beraber olmalıdır. Huzuru, mutluluğu, nimeti ve başarıyı da ilk olarak ailesiyle paylaşmalıdır; hüzünü, yokluğu, kederi ve başarısızlığın acısını da. Zaten farkında olmasak da, bizim terbiyemizin gereği olarak olumsuz durumlarda aileler çoğunlukla kenetlenirler.
Nizam-ı Âlem davasında kararlı olan bir insan, kendisini tasvip etmeseler de, ailesinin sevgi, güven ve takdirini kazanmak zorundadır. Bunu da kararlı, samimi ve şuurlu bir tavırla sağlar.
Nizam-ı çevrede ise:
İnsanın yakın çevresi; komşuları, akrabaları vs. daima birbiriyle irtibat halindedir. İnsanlar birbirlerinin yaptığından, söylediğinden, mücadelesinden haberdar olurlar. Geçmişin tecrübeleriyle sabittir ki; bir sokakta, bir mahallede, bir semtte, hatta bir şehirde başlatılan bir hareketin sembolü bir veya birkaç olmuştur. Ama bu insanlar uzun süre takip edilmiş, değerlendirilmiş, dinlenmiş, hatta ilk zamanlar tenkid edilmiş, ama sonraları onlara sempatiyle bakılmaya başlanmıştır. Ama o insanlar, etkiledikleri diğer insanlarla bütünleşmişlerdir. Riyakârca ve istismar maksadıyla da olsa, onlarla yardımlaşmışlar, onların iyi ve kötü günlerinde yanlarında olmuşlar, onlarla aynı şeylere sevinip aynı şeylere üzüldükleri mesajını vermişlerdir. Sonra niyetlerine göre, ya onları kullanmışlar, ya bir hizmete ortak etmişler veya bir felâkete sürüklemişlerdir.
Dava adamı kıyafetiyle, saygı ve şevkatiyle, çalışkanlığıyla, başarısıyla, dürüstlüğüyle, imanıyla sembol olmak durumundadır. İnsanların vazgeçemeyecekleri en temel değer, namuslarıdır. Namus konusunda ”emin” olamayan bir insanın kendini kendine bile kabul ettirmesi mümkün değildir. Kaldı ki, kimse enayi değildir ve riyakârlığın sonu da hüsrandır.
Nizam-ı millette gelince:
Türk milletinin sosyal, ekonomik, kültürel ve diğer hususlardaki seviyesi ortada dır. Bu konuda fazla bir şey söylemeye lüzum görmüyoruz. Terazinin bir kefesine İslâm’ı, diğer kefesine milleti koyarsak ne demeye çalıştığımız kolayca anlaşılır.
Bu seviyede, dava adamı olmanın en temel şartlarından biri, sürü psikolojisinden kurtulmaktır. Sürü psikolojisi, kendine ait bütün şart ve vasıflardan sıyrılarak dahil olduğu kalabalığın içinde, o kalabalıkla beraber sağa sola sürüklenmek şeklinde özetlenebilir. Bununla ilgili iki misal verelim: Bu ülkede bir zamanlar bir bankerlik furyası başladı. İnsanlar evlerini, arabalarını satıp paralarını ban-kerlere yatırdılar. Hatta henüz kanunen rüşdünü isbatlamamış gençler bile, banker sıfatıyla büyük paralar topladılar. Bu rüzgâra kapılanlar, öyle mektep medrese görmemiş insanlar da değillerdi. Aralarında üniversite bitirmiş, akademik kariyer yapmış, devlet kademelerinde yüksek makamlara gelmiş kişiler, hiç de az değildi. Sonucu herkes biliyor. İkinci misalimiz; dünden bugüne hiç değişmeyen bir gidişatla ilgili. Bilhassa seçim dönemlerinde politikacıların vaadelerini hepimiz biliriz. Ne akılla, ne dürüstlükle ne de ülke gerçekleriyle zerre kadar alakası olmayan bu vaadlerin, ne kadar taraftar ve savunucuyu büyülediğini de çok iyi bilmekteyiz. İşte bunların izahını yapabilmek için biraz psikoloji bilgisi lazımdır.
Bu cümleden olarak, müslüman hakikatin temsilcisi olmakla mükelleftir. Basit dünyevî hesap ve menfaatler peşinde koşacak kadar basit ve onlara inanacak kadar basiretsiz olmamalıdır. Hakikati görecek ferasetin ve savunacak cesaretin temsilcisi olmalıdır.
İnsanlar hatalı ve günahkâr olabilirler. Ama mü’min olmakla Allah indindeki yerleri belirlenmiştir. Bu şuurla bir hizmet anlayışı kazanılmalıdır. Hadis-i Şerif’de ”İşittiği şeyin verdiği ezaya Aziz ve Celil olan Allah (C.C.)’dan daha sabırlı kimse yoktur. Çünkü O (C.C.)’na şirk koşulur, evlâtlar nisbet edilir. O (C.C.), gene de onlara rızk ve afiyet vermeye devam eder” buyurulmaktadır. Bu durumda biz âciz kulların, başkalarını, hem de mü’min insanları dışlamak ve onlara zulüm yapmak gibi bir hatadan, ne kadar uzak olmamız gerektiği ortadadır.
Yapılan herşey İslâm ölçülerinde ve Allah-u Teâlâ’nın rızası için olursa, ne yapmaktan imtina edilir, ne de sonuçta hüsrana uğranır.
Bu vatan bizimdir. Bu toprakları bize miras olarak bırakan insanlar, bunu başarabilmek için kan döktüler, can verdiler. Onların yegâne ölçüsü İslâm, yegâne gayesi de Allah (C.C.)’ın rızası idi. Çünkü onlar kâmil mü’mindiler ve bu toprakları da bu ölçüye göre vatan yapmanın mücadelesini verdiler. Bugün üç-beş çapulcu, bu topraklar üzerinde İslâm’a tahammül edemiyor olabilir. Hatta bu soysuz sürü, devlet kademelerinde ve devlet imkânlarının başında çöreklenmiş de olabilir. Ama bu toprakların da, bu devletin de hakiki sahibi millettir. Milletin içinde kıvrandığı sıkıntılar ve çileler bazı hassasiyetleri kaybettirmiş de olabilir. Ancak unutulmamalıdır ki, kulların bir hesabı olduğu gibi, Allah (C.C.)’ın da bir hesabı vardır. Cenab-ı Mevlâ bu toprakları süsleyen Ashab-ı Kiram’ın, Şüheda’nın ve Evliya’nın üzerine necaset yığılmasına müsade etmez. Dava erlerinin meseleye bakış açısını bu temel hakikat şekillendirmelidir. İslâm düşmanlarının çağdaşlık, laiklik, ilericilik vs. adı altında yapacakları soytarılıkları yalnızca bu kalıp içinde ele almalıdır.
Müslümanın basiretli olması gereğinden bahsettik. Bununla ilgili olarak, şu noktaya dikkat çekmekte fayda görmekteyiz: Türkiye’de gündemi belirleyen ve gündemin insanları yönlendirmesini sağlayan çevreler malumdur. Bu gündem hiç bir şekilde bizi bağlayıcı değildir. Bu şekilde belirlenen gündemle tek ilgimiz, olayları ve planları takip etmek ölçüsündedir. Bu gündeme bağlanarak, insiyatifimiz dışında bazı tartışmalara alet olmayı ve zihnimizi bunların işgal etmesini ise asla kabul etmeyiz. Bu sebeple, kendi metodumuz ve ölçülermiz içinde kendi gündemimizi belirlemek ve bunu da ülke gündemi haline getirmek mecburiyetindeyiz. Bunu yapabilmenin yolu ise, meseleleri en yüksek merdivenden ele almak, vatanın ve milletin gerçek sahibi olmanın idrakiyle değerlendirme yapmak ve hak ölçüleri Hakk (C.C.) adına ortay koyabilmektir. Tabii ki bunun yolu da, iyi bir basın-yayın organizasyonundan geçmektedir. Bu konuda imkânı ve kaabiliyeti olan herkes bu çalışmaya ortak olmak ve bunun mesuliyeti ile hareket etmek mecburiyetindedir.
Meselelere basit bir parti tassubu ve seçim kaygısıyla yaklaşmak felaketin temel sebeplerinden birini teşkil eder. Ülkemizde, maalesef, parti sevgisi ve bağlılığı İslâm kardeşliğinin önüne geçme noktasına varmıştır. Bu anlayışın ne İslâm’la ve ne de bizim Allah (C.C.)’a kulluk, İslâm’a hizmetkârlık anlayışımızla bağdaşır bir tarafı vardır. Bizler için partiler, teşkilatlar ve gruplar yalnızca birer teferruattır. Beşerî ve fanî olan hiç bir şey ölçü de, gaye de olamaz. Başka partilere, teşkilatlara ve gruplara mensubiyet taşıyan insanlarla ilişkiler ve anlayışlar da bu ölçüye göre belirlenmelidir.
Ve Nizam-ı Âlem:
Nizam-ı Âlem için dış dünyayı çok iyi tanımak lazımdır. Başta İslâm Âlemi olmak üzere, sınır komşularımız, Balkanlar, Kafkaslar, Ortadoğu, Orta Asya, Afrika, Uzakdoğu ve diğer bölgeler tek tek ele alınarak incelenmelidir. Buraların siyasî, sosyal, askerî, ekonomik, kültürel vs. yapıları hakkında bilgi sahibi olunmalıdır. Bu bölgler üzerindeki oyunlar ve planlar araştırılmalı, oralarla ilgili planlar yapılmalıdır.
Bilhassa yurtdışındaki tanıdıklarla sağlam dostluklar kurup, onlara, iman ettiğimiz değerlerle ilgili şuur kazandırma gayreti içinde olunmalıdır.
Türkiye’de yaşayan yabancılar ve Türkiye’ye gelen turistlerle irtibatı olanlar da, bu anlayışla üzerlerine düşeni yapmalıdırlar. Fakat bunları yaparken, hidayet yetkisinin Allah(C.C.)’dan başkasına ait olmadığı asla hatırdan çıkarılmamalıdır.
Netice olarak:
Ne İslâm’ın ne de İslâm’a hizmetkârlığı en ileri seviyede başarabilmenin metodu olarak kabul ettiğimiz dava adamlığının gerçeklerden uzaklaşmaya ve ütopyalara asla tahammülü yoktur. Tekrar hatırlamalıyız ki, insan hayatında ne varsa, insan neye yönelmişse ve insanın metodu ne ise, hepsi Allah (C.C.)’a kulluğun bir vecibesidir; insan hepsinden hesaba çekilecektir. Bu yolun en temel şartlarından biri, herkesin kendi imkânlarına göre yük altına girmesidir.
İslam'da Devlet Nizam-ı
İslâm dininde devlet yönetimi ve hayat nizamı ilahî vahiy ve örfe bağlıdır. Genelde temel hak ve hürriyetler; devletin unsurları ve devletin temel organları hangi prensipler içerisinde kalacak. Bunlar beşerî sistemlerde anayasalara bağlı iken, İslâm Devlet sisteminde de bu hükümler: Kur’an, Sünnet, İcma, Kıyas ve Hanefi fıkhında örfe bağlıdır. Yani, İslâm’da anayasa bu nasslara göre düzenlenmiştir.
Siyasî, hukukî ve sosyal bir düzen ve otoriteyi temsil eden devlet müessesesinin İslâm hukukunda önemli özellikleri mevcuttur. Bunları ana hatlarıyla görelim:
1- Devlet nizamında hakimiyet Allah’a aittir. Yani hukukun kaynağı Allah’ın iradesidir. Bu sebeple müslüman devletlerde tam anlamıyla yasama meclisi ve anayasa yoktur. Sadece Allah ve peygamberlerinin tanıdığı sınırlı yasama yetkisi kullanılabilir.(1) Allah’ın hakimiyetini ifade eden ayetler Kitabımız’da mevcuttur:
”İşte bu kitap, kendisinde şüphe (edilecek hiç bir şey) yok tur; Allah’tan sakınanlar için bir rehberdir.” (2)
”(Rabbımız) Ancak sana ibadet eder, ancak senden yardım isteriz.” (3)
”Hiç kimse (ve hiç bir şey) O’na denk değildir.” (4)
2-Kur’an, Peygamber (S.A.V.)’e ve O’nu takip edenlere, eşitlik ve adaletten ayrılmamalarını değişik yerlerde tavsiye etmektedir. ”Allah katında en hayırlınız, O’ndan en çok korkanınızdır.” demekte ve ruhban sınıfını şiddetle reddetmektedir. Kanun kuvvette değil, kuvvet kanunda olmalıdır, esasını kabul etmektedir. Bu esasa dair Kur’an-ı Kerim’de ayetler mevcuttur:
”İnsanlar tek bir ümmetti. Allah (onlara) müjdeleyen ve korkutan peygamberler göndermiş, onlarla birlikte, insanlar arasında ihtilaf ettikleri hususlarda kendisiyle hükmetmek için hak olan kitabı da indirmiştir.” (5)
”Allah size, emanetleri ehline vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman da adaletle hükmetmenizi emrediyor. Allah bununla size ne güzel öğüt veriyor. Şüphe yoktur ki Allah, herşeyi hakkıyla işiten, hakkıyla görendir.” (6)
3- Devlet nizamının önemli bir özelliği de; itaat ve teslimiyettir. Merkezi bir otoriteye itaat edilmeden, devletin teşekkül etmesi mümkün olmadığından, bu konuya büyük önem verilmiştir. ”Şeriat’ın kestiği parmak acımaz” ifadesi bu teslimiyeti ifade eder. Çok az istisnaların dışında İslâm Hukuku’nda, devlete itaat dinî bir görev olarak kabul edilmiştir. Yine Yüce kitabımızda buna dair Ayet-i Kerime’ler vardır:
”Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin. Eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, Allah’a ve ahiret gününe inandığınız takdirde, onu Allah’a ve Peygamber’e arzedin. Bu netice itibari ile daha hayırlı ve daha güzeldir.” (7)
”(Ve yine) De ki; Allah’a ve Resulü’ne itaat edin; Eğer yüz çevirirlerse, şüphesiz Allah kâfirleri sevmez.” (8)
4- İslâm Hukuku’nun kabul ettiği önemli bir Anayasa Hukuk prensibi: ”Şûra” esasıdır. Devlet idaresinin en önemli temeli, kabul edilen şûra prensibi; devlet adına ve devlet işleri için alınacak kararların seçilmiş ve yetkili meclisler tarafından alınması mânâsını ifade eder.
Yetkili meclisi temsil eden fertlere: ”ehl-i hall ve’l akd” denir. İslâm Anayasası’nda çok önemli yer tutan şûra meselesi ile ilgili ayetler de mevcuttur:
”.... Bu itbarla onları bağışla ve onlar için Allah’tan mağfıret dile; işlerinde de onlara danış. Bir şeye azmettiğin zaman da Allah’a güven, Allah şüphesiz (kendisine) güvenenleri sever.” (9)
”Bunun üzerinedir ki; sihirbazlar, belirli bir günün bilinen bir vakitinde toplanmışlardır... Halka da ”Sizde toplanır mısınız?” denilmiştir.” (10)
Bunun prensiplere baktığımız zaman İslâm’ın tavsiye ettiği belli bir devlet şekli yoktur. Ancak devletin işlerini muhkem bir şekilde yürümesi için, ”Ehl-i hall ve’l akd” denilen ihlaslı insanların oluşturduğu bir ”şûra” gereklidir. Devlete ait işlerin bir danışma meclisinde karara bağlandıktan sonra yürütülmesini emreden Kur’an Ayetleri ve Hadisler ışığında hareket edilir.
Hz peygamberimiz (S.A.V.) devrinde ve raşid halifeler devrinde bu esas uygulanmıştır. Fakat İslâm hukukçuları ”şura meclisinin” kurulmasının devlet başkanı için kesin bir görev mi, yoksa tavsiye edilen bir esas mı olduğunda fikir ayrılığına düşmüşlerdir. Tarih içinde bazı sultan ve halifelerin bu esasa uymadığı göz önüne alınarak, kesin dinî bir görev olmadığı düşüncesi yerleşmiştir. (11)
Buna rağmen biz diyoruz ki; İslâm Devlet nizamında ”Şûra” önemlidir. Zira; İslâm Anayasası olarak kabul ettiğimiz Kur’anı Kerim’de buna dair ayetler vardır. Tebanın yönetiminde ve çıkarılacak kanunlar bu salih kararlarda her hangi bir şekilde nefsi hareket edilmeyecektir. ”Şûra Meclisi”nin üyeleri nasıl teşkil edecektir? Bu konu zamana ve zemine terk edilmiştir. İlk dönemlerde: ”Ahlâk, fazilet, ilim ve tecrübe” gibi vasıflarla temayüz etmiş bulunan şahıslar, şûra meclisinin tabii üyesi kabul edilmiştir. Sahabe ve tabiiler bu esasa uyulmuştur. Abbasiler’de, Selçuklular’da devletin üst yöneticilerinden teşekkül eden divanlar bu görevi ifa etmiş ve Osmanlı Devleti’nin Tanzimat’a kadarki döneminde ise, ”Divan-ı Hümayun” bir şûra meclisi olarak devletin önemli işlerini yürütmüştür. Şûra Meclisi üyelerinin en azından şu vasıfları taşıması gerekir: Tam ehliyetli olmak, hür olmak, ilim sahibi bulunmak, dindar, güvenilir ve dürüst olmak (adil olmak), devletin vatandaşı bulunmak. (12)
İslâm tebası yıllarca bu prensipler içersinde hayatlarına yön vermişlerdir. Şûranın vermiş olduğu içtihat kararları verilirken nefsi hareket etmemiş, yalnızca Edille-i şeriyeye göre hazırlanmıştır. Günümüzdeki çıkarılan kanunların hangisi müslüman tebaya hitap ediyor? Ülkenin çoğunluğunu müslümanlar oluşturmasına rağmen çıkarılan kanunlar, oluşturulan anayasa bizim insanımıza hitap etmemektedir. Beşerî ideolojilerin, batının aramış olduğu özelliklere göre kanunlar düzenlenmiş, anayasalar tertip edilmiştir. Bunun için de zaman zaman tartışmalar zuhur etmektedir. İlahi Nizam’a dayanmayan kanunlar, müslüman tebaya hitap edemez. Bugün mevcut olan bütün siyasî kuruluşlar, şûraya ehemmiyet vermemektedir. Oysa şûra Allah’ın bir emridir.
İslâm Devlet nizamında çıkarılacak kanunlar İslâm anayasasına göre Kur’an’da yeri olup olmadığına göre araştırılmaktadır. Şayet çıkarılacak kanuna dair bir hüküm bulunmamışsa, Resul-ü Ekrem (S.A.V.)’in sünnetine başvurulmuştur. Onda da bir kaynak bulunmadı ise, kıyas ve icmaya müracat edilmiştir. Nihayetinde örfe kadar gidilmiştir.
Neden örfe başvurulmuştur? Çünkü cemiyetlerin yaşantı tarzları genelde örfe dayanmıştır. Bugün dahi Anadolu’nun bazı köy ve mezralarında Anayasa ve Türk Ceza Kanunu işlemez. Zira; kırsal kesimde yaşayan insanlarımız; Ne beşerî Anayasayı bilir, ne de Türk Ceza Kanunu’nun hükümlerini. Öyle ise; Mahkeme kapılarında sürünmeden kendi örf ve geleneklerine göre çözmenin yollarını ararlar. Şayet bir fiil işlenmişse, köy ileri gelenleri, büyüklerin ecdadlarından görerek geldikleri örf ile, o fiilin halline gidilir.
Devlet nizamı da böyledir. Çıkarılan kanunlar, anayasa hükümleri o ülkenin içinde yaşayan tebanın örfüne, kültürüne, dinî normlarına uymadı mı her zaman o cemiyette hoşnutsuzluk hakim olacaktır. İslâm devlet nizamı bunu gerektirir. Yönetenler ve yönetilenler biribrine güvenir. Yönetenler her zaman tebasının emrinde bulunmaktan şeref duyar. Hülasa; İslâm devlet nizamının reisi; bir Hz. Ömer, bir Hz. Ali ve Hz. Ebu Bekir gibi düşünür. Sözümüzü Hz. Ebu Bekir’in düşünceleriyle bağlayalım:
”Ey insanlar! En hayırlınız olmadığım halde size devlet başkanı seçildim. Eğer dürüst hareket edersem bana yardım edin. Şayet hatalarım olursa bunları düzeltin. Doğruluk; emanete riayet etmektir. Yalancılık ise emanete; riayetsizliktir. Allah ve Resulü’ne asi olduğum zamanda bana itaat etmemelisiniz.”
Türk ve müslüman tebaya böyle bir hayat nizamı ve devlet sistemi gerekir.
1-Doç. Dr. A. Akgündüz, İslâm Anayasası sh.8
2-Bakara: 2
3-Fatiha: 3
4-İhlas: 4
5-Bakara: 213
6-Nisa: 58
7-Nisa:59
8-Al-i İmran: 32
9-Al-i İmran: 59
10-Şûra: 38-39
11-A. Akgündüz: a.g.e. s.10
12-Hayrettin Karaman: Ana Hatlarıyla İslâm Hukuku: 1/202
Farkımız
NİZAM-I ÂLEM OCAKLARI’NIN MENSUPLARINI DİĞER MEŞREPLERDEN AYIRAN VASIFLAR
Allah’ın birliği ve Resullüllah’ın risaleti dışında hiç bir mutlak hakikat tanımaz. Günümüzdeki lider sultalarını reddeder.
Allah’ın birliği be Resullüllah’ın dışında bütün fikir ve ideolojilerin tartışmaya açık olduğunu kabul eder. O’nun için tartışılmaz iki kavram vardır. O da Allah’ın kitabı ve Resullüllah’ın sünnetidir. Vahiy ürünü olmayan her türlü ideolojiler ve fikirler tartışılabilir. Bunlarda mutlak kabul yoktur.
Günümüzde mevcut olan lider sultalarını da reddeder. İnsan beynine ipotek koyan ve mutlak doğru kabul edilen, yanlışlarında dahi bir hikmet aranan lider kavramı, Nizam-ı Âlem mensuplarının reddettiği liderliktir.
Nizam-ı Âlem ferdinin ezeli ve ebedi önderi Hz. Muhammed (S.A.V.)’dir. Hadis-i Şerifler’de Allah Resulü, ”İki kişi yola çıksanız biriniz imam olun.” buyuruyorlar. İslâm’ın emri olan liderliği kabul ediyoruz. Zaten lidersiz toplum dağılmaya mahkûmdur. Lider önce Allah’ını, Resul’ünü, kitabını bilmeli, öncelikle bunları örnek almalı, onları uygulamalıdır. Allah (C.C.) insanları yaratırken sadece peygamberlerini hatadan uzak kılmıştır. Bunun dışında liderler de dahil tüm insanlar hata yapar. Biz, lideri ekibiyle beraber, istişare kurullarıyla, ilim ehliyle Allah dostlarıyla beraber olan, onların sözüne itimat eden, onlara danışan insan olarak düşünürüz. Biz, Allah ve Resulü’nün tüm emirlerine uyan, uyacağını beyan eden liderimize; bu şartlarda seninle beraberiz demişizdir.
Bir’de birliğin sevdalısıdır.
Niçin birlik? Kimler bir araya gelmelidir? Birliğin gayesi nedir? Kime ve neye karşı birlik olunacak? Gaye sadece birlik olmak ve birliği sağlamak değildir. Birlik, gayeye ulaşmak için ihtiyaç olan unsurlardan istifade etmek isteyenlerin görevidir. Bu itibarla önce hedefin ne olduğunu ortaya koymalıyız ki, bu hedefe gitmek isteyenlerin birliği zarureti iyi anlaşılsın ve nasıl birleşileceğinin arayışları gerçekçi bir zeminde yürütülsün.
Bizim nihaî gayemiz, İ’lây-ı Kelimetullah için Nizam-ı Âlem davası, yani Allah’ın ismini yüceltme, yayma ve O’nun nizamını bütün hayata geçirme idealini gerçekleştirme, mücadelemizin hedefi de Allah’ın rızasını kazanmaktır. Öyle ise bizim birliğini istediğimiz insanlar, bu gayeye inanan ve bu hedefe koşan insanlardır. Bu arzuyu taşımasına rağmen söylemeyen, söylemesine rağmen fiiliyata koyamayan, aldığı eğitimin oluşturduğu saplantıları kıramayan, parti, cemaat, ekol vb. kalıpları aşamayan herkes (bu gaye ve hedefi gönlünden istiyorsa) bizim birlik çemberimizin içindedir. Çünkü, hepsinin hamurunda aynı maya vardır. Hepsi ”Lailahe illallah, Muhammeden Resulüllah” güneşine dönüktür. O güneşin aydınlığında yollarını bulmaya çalışıyorlar. Tahammül ve hoşgörü ile baktığımız ve birbirimize destek olduğumuz sürece, bir yol kavşağında kolkola gireceğimiz gün mutlaka gelecektir. Bugün içinde bulunduğumuz şartların ve tarihî birikimlerin zorlamasıyla içtimaî yapımız üzerindeki oyunlar neticesinde, müslümanların ayrı ayrı cemaat şeklinde kümelendikleri bir gerçektir. Bu ayrı ayrı olmuş kuvvetlerin bir yelpaze şeklinde bir ucundan toplandığında küller altında kalmış olan hangi korlu ateşi alevlendireceğini düşündükçe, bu ayrılıklarda zararın değil, hayırların vesilesinikolayca görebiliriz. ”Tek doğru benim” diyerek ve diğerlerini tekfir ederek cemaat ve grup taasubu içinde hareket etmek bu yürüyüşe darbedir.
Bir halının motifleri gibi değerlendirdiğimiz güzel bakmaya ve güzel görmeye çalıştığımız Ehl-i Sünnet’in meslek, meşre ve cemaatlerinin bir koro ahengiyle hareket etmeleri arzu ve ümidimizdir. Bu çerçeve içinde her meslek ve meşrebin, özde kendi bütünlüğünü ve kendi iç eğitimiyle daha çok şuurlu hale getirmeye çalışması ihtiyacıyla karşı karşıyayız. Müslüman Türk milletinin maddi endişeler içinde kıvranarak manevi buhrana itildiği, fitne ve fesadın hergün tesir alanını genişlettiği bir vasatta bütün inananların esaslarından taviz vermeden şuurlu ve hoşgörülü davranmaları bir ihtiyaçtır.
Projektörü kendi cemaatlerimize çevirerek ve kendi karanlıklarımızın aydınlatılması yolunda ve kendi eksiklerimizi tamamlama gayretinde olmalıyız. Gayreti, sözden öze ve hayata intikal ettirmenin çabasına girmeli, davayı yaşamanın sağlayacağı birlik miğferine sığınmalıyız. Her bir ferdimizi gaye ile nizamlandırma, nefsinin arzu ve heveslerini gaye içinde eriterek birer idealist haline getirme çabasına girmeliyiz. Gaye ile uyum sağlamış insanlarımızın cemaatleşmesi ve cemaatlerle muhabbet tesis etmesi, ”BİRLİK”ten kopmadan gelişmeyi sağlar.
Biz, gayede birleşme, Allah’ın rızası hedefine kolkola girmede meşrebimizin ve mesleğimizin gücü nisbetinde üzerimize düşeni yapacağız. Peygamber (S.A.V.) ”Sizden biriniz şahsınız için arzuladıklarını mü’min kardeşi için de arzulamadıkça iman etmiş olmaz.” ”Birbirinize hased etmeyin. Birbirinizi helaka sürüklemeyin ve kardeşçe Allah’a kul olun.” emirlerinin murakabesinde ”Mü’min sever ve sevilir, sevmeyen ve sevilmeyende hayır yoktur.” hikmetine binaen açık olarak birliği kendimizde ve bütün ”Lailahe İllallah, Muhammeden Resullüllah” diyen mü’minlerde arıyor ve görmek istiyor.
Birleşin, ey yolları Kur’an’da birleşenler Birleşin, itikatta, imanda birleşenler Ayrılık yakışmıyor, bölünmek günah size Birleşin, ey Secde-i Rahman’da birleşenler
Abdurrahim KARAKOÇ
Biz ancak ve ancak İslâm’ın sınırları içerisinde bir millîlik anlayışına sahibiz.
Teorisi de, pratiği de İslâm olan Nizam-ı Âlem bağlılarının milliyetçilik konusundaki belirleyicisi de yine Kur’an ve Sünnet’tir.
Nizam-ı Âlem Ocakları olarak, İslâmi hareketin önünde vazgeçilmez fikir ve metodlarımız yoktur. Hangi kavram ve metod İslâmi hareketi tıkıyorsa, ondan vazgeçeriz.
Nizam-ı Âlem Ocakları tabandan tavana kadar aldığı kararlarda istişareye önem verir.
İslâmi yönetimin temel esaslarından biri de istişaredir. İstişare sistemin dayandığı vazgeçilmez esastır. Kur’an-ı Kerim’de emredilmiş, Hz. Muhammed (S.A.V.) tarafından uygulanmış, Hulefai Raşidin döneminde kurumlaştırılmıştır.
İstişare sayesinde, bir mesafe hakkında karar vermeden önce konu hakkında birden fazla kişinin görüşlerini açıklayarak doğru sonucun ortaya çıkması ve kararın genel tenkit ve tahlil süzgecinden geçmesi sağlanmış olur. Aynı zamanda istişare ile bir çok insanın uzun yıllar boyu gerek eğitim, gerekse gözlem yoluyla kazanmış olduğu bilgi tecrübelerden külfetsiz olarak yararlanmak mümkün olur.
”O kimse ki; Rablerine iteate icabet etmişler ve namazı dosdoğru kılmışlardır. İşleri de aralarında istişare iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcarlar.” (Şura:138)
Bu Ayet-i Kerime’de Cenab-ı Allah, mü’minleri kendi reyleriyle hareket etmeyen, işlerini istişare ile, konuşarak ve kararla yapanlar olarak tanımlamışlardır.
Allah’ın emir ve yasaklarını önce kendi nefislerinde tatbik eden Resulüllah (S.A.V.) istişare konusunda da model ve örnek teşkil edecekuygulamaları ile bizlere ışık tutmuştur. O, istişareyi pratik anlamda hayatının bütün aşamalarında uygulamıştır.
Peygamberin vahiy harici görüşlerinin hilafına görüşler önesürebilen bir misyonun temsilcisi olan günümüz müslümanlarının, lider ve önder kabul ettikleri kişilerin Kur’an ve Sünnet’e ters görüşlerini bile ”Bir hikmeti vardır” düşüncesiyle eleştirmemesi, günümüzün hastalıklarındandır. Peygamberini ve O’nun metodunu tanıyan insanlarımız bu hastalılardan inşaallah kurtulacaktır.
Nizam-ı Âlem Ülkücüsü, her konuda olduğu gibi, istişare konusunda da ifrada kaçmamalı, ”istişare yapacağım” düşüncesiyle teşkilatların iş yapamaz hale getirilmesine de izin verilmemelidir. İstişare herkesin görüşlerinin alınması değil, ehil insanların o konuyla ilgili görüşlerinin alınması olduğundan, istişare sultalarına varan bağnazlıktan uzak kalınmalıdır.
Alperen Ocakları'ın Kuruluşu
Nizam-ı Âlem Ocakları, Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşlarının MHP’den ayrılması ile birlikte, Ülkü Ocakları’ndan ayrılan gençler tarafından, 1 Ekim 1992’de kuruldu. İlk Genel Başkanlığını Servet AVCI’nın yaptığı Nizam-ı Âlem Ocakları, Nizam-ı Âlem Ocakları Dergisi ile yayın hayatına atıldı. İdare yeri Tuna Caddesi’ndeki bir bina idi. (Şimdi BBP Genel Merkezi)
Bu dönemde Nizam-ı Âlem Ocakları Dergisi, maddî yetersizlik ve sıkıntılardan dolayı, 8 ayda dört dergi olarak çıkabildi. Son sayısını Nisan 1993 tarihinde çıkardı.
Daha sonra Alperen Dergisi olarak 1 Aralık 1993 tarihinde yeniden yayın hayatına giren Nizam-ı Âlem Ocakları, çalışmalarını bu dergi etrafında sürdürdü. Dergi 3. sayısından sonra yayın hayatına, 1994 temmuzuna kadar ara vermek durumunda kaldı.
Nizam-ı Âlem Ocakları Genel Başkanı Servet AVCI, Genel Başkanlık görevini, 1994 Temmuzunda Emir KUŞDEMİR’e devretti.
Ocak genel Merkezi Sezenler sokağa taşındı.
Emir KUŞDEMİR’in Nizam-ı Âlem Ocakları Genel Başkanlığı döneminde, Nizam-ı Âlem Ocakları Türkiye genelinde tanındı ve gündemi belirler hale geldi.
Nizam-ı Âlem Ocakları, milletin değerleriyle bağdaşmayan her hareket ve tavır karşısında toplumun refleksi olarak ortaya çıktı ve milletin teveccühünü kazandı. Türkiye genelindeki Nizam-ı Âlem Ocakları temsilciliklerinin, özelikle İstanbul ve Ankara Nizam-ı Âlem Ocakları’nın Bosna Hersek ve Çeçenistan’a destek gösterileri, Çeçenistan’a yiyecek, giyecek yardımı yapmaları, bu dönemde Nizam-ı Âlem hareketinin önünü açtı.
Bir teşkilatlanma hamlesi başlatılarak, bir yıl gibi kısa bir sürede Türkiye’nin bir çok il ve ilçesinde Nizam-ı Âlem Ocakları temsilcilikleri açıldı. Bu kısa sürede Alperen Dergisi’nin onbeşbinin üzerinde bir traja ulaşması, Nizam-ı Âlem Ocakları’na olan teveccühün bir göstergesi kabuledilebilir.
Nizam-ı Âlem Ocakları’nın ve yayın organı olan Alperen Dergisi’nin etkisi gün geçtikçe artarken, yayınlanan yazılara ve dergiye arka arkaya davalar açılmaya başladı. Bu davaların sonucunda maddî sıkıntıya düşen Alperen Dergisi, 1994 yılı Ekim ayında yayın hayatına ara vermek zorunda kaldı. Açılan davalardan ceza alan, Genel Başkan Yardımcısı ve derginin yazarlarından Abdullah ÇEVİK, 8 ay hapis cezası aldı.
Dört ay aradan sonra 1995 Martı’nda yeniden yayına başalayan Alperen Dergisi, aldığı cezalardan kaynaklanan kesintilerin sonucunda, trajında büyük düşmeler oldu. Nisan ve Mayıs aylarında çıktıktan sonra yayınına yeniden ara verdi.
Bu arada ocak genel merkezi Akay Caddesi’ndeki bugünkü yerine taşındı.
1995 yılının Haziran ayında Nizam-ı Âlem Ocakları Genel Başkanı Emir KUŞDEMİR, Genel Başkanlık görevini Süleyman DOĞAN’a devretti.
Süleyman DOĞAN Nizam-ı Âlem Ocakları Genel Başkanı olduktan iki ay sonra Alperen Dergisi, Ağustos 1995 sayısıyla, bunca zamandır olan kesintilerin getirdiği olumsuzlukları da göğüsleyerek, yeniden okuyucularıyla buluştu.
Ocak Genel Başkanı Süleyman DOĞAN’ın gayretleri sonucunda, Eski Genel Başkan Emir Kuşdemir zamanında başlatılan teşkilatlanma faaliyetlerine devam edildi. Yurt çapında Çeçenistan’a destek sağlamak için yardım kampanyaları, protesto gösterileri düzenlendi. Bosna’da, Filistin’de, Cezayir’de, Çeçenistan’da müslümanların kıyıma uğramasını görmezlikten gelen Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Butros Galli’nin Türkiye’ye yapacağı ziyaret, Nizam-ı Âlem Ocakları’nın protesto gösterileriyle engellendi.
Süleyman DOĞAN, 1995 yılı Aralık ayında Genel Başakanlık görevini Yavuz AĞIRALİOĞLU’na devretti.
Eski Genel Başkan Süleyman Doğan’ın döneminde yeniden çıkmaya başlayan Alperen Dergisi 12. sayısından sonra, Aralık 1995 tarihinde Nizam-ı Âlem Ocakları Dergisi adı ile yayınını sürdürdü.
Genel Başakan Yavuz AĞIRALİOĞLU, Nizam-ı Âlem Ocakları’nın kuruluşundan bugüne kadarki sürede açılmış olan temsilciliklerinin problemlerini yerinde görmek ve genel merkezle olan ilişkilerini koordine etmek amacıyla, yurt içindeki birçok ocağı ziyaret etti.
Nizam-ı Âlem Ocakları’nın düzenlediği ”Vekâletle Kurban Kesimi Kampanyası”na katılanların vekâletleri, Türkmenistan’da kesilerek, görüntüleri kasete alınıp, vekâlet verenlere gönderildi.
Genel Başakan Yavuz Ağıralioğlu’nun girişimleri sonucu, 1996 yılı Mart ayında Nizam-ı Âlem Ocakları, ”Nizam-ı Âlem Ocakları Vakfı” olma sürecine girdi.
Vakıf olma sürecine girildiği günlerde başlayan hummalı bir çalışma ile, temsilcilikler ve Genel Merkez arasındaki koordinasyonun artırılmasını ve problemlerin yerinde çözülmesini kolaylaştırmak amacıyla, teşkilat bünyesinde Bölge Başkanlıkları oluşturuldu.
8 Mart 1997 tarihinde düzenlenen bir törenle Yavuz Ağıralioğlu, Genel başkanlık görevini Ege Bölge Başkanı Tuna Koç’a devretti.
Tuna Koç, yeni başlafığı görevinde eğitim çalışmalarına fazlaca yüklenerek, tüm teşkilatlarda bir eğitim seferberliği başlattı. Bu dönemde Nizam-ı Âlem Ocakları dergisi ile beraber Genç Alperen dergisi de çıkarılmaya başlandı.
(1997-2007 yılları arası henüz tamamlanamamıştır
Allah'ın Adları veya Allah'ın Güzel İsimleri [değiştir]
İsim |
Arapçası |
Açıklama |
Adl |
العدل |
Herkese hakkını veren, |
Afüv |
العفو |
Günahları silip sâhibini cezâlandırmaktan vazgeçen |
Âhir |
الآخر |
Varlığının sonu olmadığını belirtir ve insanlara vadettiği sonzuz hayâtı veren |
Alîm |
العليم |
Bilgisi sonsuz olan, herşeyin farkında olup en ince noktasına kadar bilen |
Aliyy |
العلي |
Yüksek, büyük ve yüce, güçte, bilgide, hükümde, irâdede ve diğer bütün yetkin sıfatlarında üstün olan |
Allah |
الله |
Kendisinden başka olmayan "O" ilah. El-İlah'dan türemiştir. |
Azîm |
العظيم |
Çok yüce ve sınırsız ve kayıtsız büyüklük, üstünlüğün tek sâhibi, pek azametli olan, yüce. |
Azîz |
العزيز |
İzzet sâhibi, mağlup edilmesi imkansız olan, herşeye galip olan. |
Bâis |
الباعث |
Ölüleri dirilten, her canlıyı ölümünün ardından yeniden dirilten. |
Bâkî |
الباقي |
Süreklilik sâhibi, sonsuza kadar kalan, sonsuz. |
Bâri' |
البارئ |
Yarattıklarını temiz ve sağlam bir nizâm üzere yaratan, olgunlaştırarak birbirinden farklı niteliklerde meydana getiren, âzâ ve cihazını birbirine uygun yaratan. |
Basîr |
البصير |
Herşeyi her yönüyle eksiksiz gören, yarattıklarına da görme duyusunu veren. |
Bâsit |
الباسط |
Her hayrı veren, lütuf ve rahmetini kullarına yayan, dilediğine bolluk veren. |
Bâtın |
الباطن |
Gizli, cisim olarak görülmeyen, varlığı gizli olan, ancak varlığı da kesin olarak bilinendir. |
Bedî |
البديع |
Emsalsiz, acâyip ve hayret verici âlemler yaratan. |
Berr |
البَرّ |
İyilik ve güzellik, bağışta bulunma, kullarına yardımcı olma |
Câmi |
الجامع |
İstediğini istediği şekilde, istediği zaman, istediği yerde toplayan. |
Cebbâr |
الجبّار |
Azamet ve kudret sâhibi, istediğini mutlak yapan, dilediğine muktedir olan. |
Celîl |
الجليل |
Büyüklük ve ululuğu pek yüce olandır. |
Dâr |
الضار |
Zarar verici şeyler yaratan |
Evvel |
الأوّل |
Herşeyden önce, öncelerin öncesi, başlangıçların yaratıcısı ve varlığının öncesi olmayan |
Fettâh |
الفتّاح |
Kulların her türlü güçlük ve sıkıntılarını açan ve kolaylaştıran |
Gaffâr |
الغفّار |
Kullarının günâhlarını affeden ve çok bağışlayan yüce varlık |
Gafûr |
الغفور |
Mağfiret eden, suçları bağışlayan, affeden, insanların beğenilmeyen taraflarını gizleyendir. |
Ganî |
الغني |
Çok zengin, hiçbir şeye muhtaç olmayan. |
Habîr |
الخبير |
Her şeyden haberdâr olan, herşeyin iç yüzünden ve gizli tarafından her yönüyle bilen |
Hâdî |
الهادي |
Hidâyete kavuşturan, kulunu hayırla muvaffak kılan. |
Hâfıd |
الخافض |
Allah'ın, emirlerini dinlemeyen, başkalarını beğenmeyen, büyüklenip hak ve hukuk tanımaz zorbaları rezil, perişan eden |
Hafîz |
الحفيظ |
Muhafaza eden, koruyup saklayan, yapılan işleri bütün ayrıntılarıyla saklayıp, herşeyi belli vaktinde âfet ve belâlardan koruyan |
Hakem |
الحكم |
Hikmet sâhibi olan, yaptığı her işte hikmeti gözeten, hükmeden. |
Hakîm |
الحكيم |
Herşeyi inceliğiyle bilip buna göre emir ve yasakları vâzeden, buyrukları ve bütün işleri yerli yerinde olan |
Hakk |
الحقّ |
Varlığı hiç değişmeyen, hiç yok olmayan ve gerçek olan |
Hâlik |
الخالق |
Yaratıcı olan |
Halîm |
الحليم |
Acele etmeyen, günahkârların cezâsını vermeye güç yetirdiği onlara yumuşak davranarak cezâlarını geriye bırakan, hilmi çok olan |
Hamîd |
الحميد |
Çok övülen, övgüyle değer sıfatlarıyla hamd edilen |
Hasîb |
الحسيب |
Herkesin yaptıklarını tâkdir eden, yapılanları bütün ayrıntılarıyla bilip her insanı hesâba çekerek yaptığının karşılığını veren |
Hayy |
الحيّ |
Ezelî ve ebedî diri olan, uyuklama, yorulma gibi noksanlıklardan uzak olan. |
Kābid |
القابض |
Herşeyi sonsuz kudreti altına alan, bu kudretiyle kuşatıp kavrayan, herşeyi emri altına alıp tutan |
Kādir |
القادر |
Kudret sâhibi, tükenmez kudreti olan, istediğini dilediği gibi yapmaya muktedir olan |
Kahhâr |
القهّار |
Ziyâdesiyle kahredici, yok edici yüce bir varlık |
Kaviyy |
القويّ |
Kudretli, güçlü ve sınırsız kuvvet sâhibi olan |
Kayyûm |
القيّوم |
Yarattıklarının işini çeviren, her işleneni bilen, evveli olmayan. |
Kebîr |
الكبير |
Büyük, yüce |
Kerîm |
الكريم |
Cömert, kerem sâhibi; muktedirken affeden, cömertlik duygusunu veren, va'dini yerine getiren, çok ikrâm edici |
Kuddûs |
القدّوس |
Her türlü hatâ, gaflet ve âcizlikten, eksiklikten uzak, mutlak kemâl sâhibi |
Latîf |
اللطيف |
En ince işlerin bile bütün inceliklerini bilen, nasıl yapıldığına nûfuz edilemeyen en ince şeyleri de yapan |
Mâcid |
الماجد |
Ulu ve cömert, şânı yüce anlamlarını taşımaktadır. Kadri ve şânı büyük, kerem ve müsamahası bol. |
Mâlik-ül Mülk |
مالك الملك |
Mülkün ebedî ezelî sâhibi. |
Mâni |
المانع |
Bâzı şeylerin meydana gelmesine müsâde etmeyen, engelleyen. |
Mecîd |
المجيد |
Şan, şeref, büyüklük ve kudretinden dolayı yüce olan ve güzel işlerinden dolayı da sevilip övülendir. Şeref, ancak kendi emir ve yasaklarına uymakla elde edilebilir (Hud, 11/73). Şanı, şerefi çok üstün olan. |
Melik |
الملك |
Mülkün sâhibi, mülk ve saltanatı devamlı olan. |
Metîn |
المتين |
Metânetli, kuvveti çok şiddetli olup hiçbir iş zor gelmeyen, pek güçlü demektir. |
Mu'ahhir |
المؤخّر |
Herşeyden sonra yine var olan; O'na uymayanları zelîl edip arkada bırakan, istediğini geri koyan |
Mucîb |
المجيب |
O'na yalvaranların isteklerine icâbet eden ve karşılık verendir, teklifleri bilen |
Muğnî |
المغني |
Dilediğine zenginlik veren, ihtiyaçlarını gideren, müstağni kılan. |
Muhsin |
المحسن |
Çokça veren, sonsuz düşünülse bile herşeyin sayısını her yönüyle bilen |
Muhyî |
المحيي |
Dirilten, canlandıran ve hayat veren |
Muîd |
المعيد |
Yaratılmışları yok ettikten sonra tekrar yaratan |
Muiz |
المعز |
İzzet ve ikrâm edici, şeref sâhibi |
Mukaddim |
المقدّم |
Herşeyden önce olan, dilediğini öne alan; dilediğine maddî ve manevî nimetler verip yükselten, öne geçiren |
Mukît |
المقيت |
Rızıkları yaratan, bilen, tâyin eden, her yaratılmışın rızkını veren. |
Muksit |
المقسط |
Bütün işlerini dengeli yapan |
Muktedir |
المقتدر |
Gücü herşeye yeten, herşeyi dilediği duruma getiren, kuvvet sâhipleri üzerinde istediği gibi tasarruf eden |
Musavvir |
المصور |
Yaratmış olduğu varlıkların şekillendiren ve durumlarını tâkdir eden |
Mübdî' |
المبدىء |
Hiç yoktan ortaya koyan, vâreden, yaratan |
Müheymin |
المهيْمن |
Allah'ın görüp gözeten, herşeye şâhit olan, herşeyi koruması altına alan, onları muhâfaza edip saklayan |
Mü'min |
المؤمن |
Îmân ve güven veren, her türlü şüphe ve tereddütleri kaldıran |
Mümît |
المميت |
Öldüren, ölümü her canlıya tâkdir edip bunu uygulayan |
Müntakim |
المنتقم |
İntikâm alan |
Müteâli |
المتعالِ |
Yüksek ve yüce varlık |
Mütekebbir |
المتكبّر |
Her hususta çok büyük ve azamet sâhibi ulu yaratıcı |
Müzil |
المذل |
Yüce Allah'ın lâyık olanları zillete düşüren, zelîl kılan, onları hor ve hakîr eden |
Nâfi |
النافع |
Hayr ve menfaat verecek şeyleri yaratan, faydalandıran. |
Nûr |
النور |
Âlemleri nurlandıran, dilediğini nûr eden, nûr, ışık olan. |
Râfi |
الرافع |
Kaldıran, yükselten ve yüksek olan |
Rahîm |
الرحيم |
Bağışlayıcı, sevdiklerine ve müminlere (âhirette) merhamet eden. |
Rahmân |
الرحمن |
Pek merhametli, çok rahmet sâhibi olan |
Rakîb |
الرقيب |
Görüp gözeten, murâkebe eden, bütün varlıklar üzerine gözcü olup bütün işlerini kontrol altına alan |
Ra'ûf |
الرؤوف |
Çok şefkat ve merhamet gösteren, çok esirgeyen, kolaylık sağlayan |
Reşîd |
الرشيد |
Bütün âlemleri dosdoğru bir nizam ve hikmetle âkıbetine ulaştıran |
Rezzâk |
الرزّاق |
Bütün yaratıkların rızıklarını veren |
Sabûr |
الصبور |
Çok sabırlı olan, isyankârlardan acele intikam almayan |
Samed |
الصمد |
Hiçbir şeye muhtaç olmayan, tüm canlıların ihtiyaçlarını gideren ve her türlü istekte doğrudan kendisine başvurulan |
Şehîd |
الشهيد |
Herşeye şâhit olan, herşeyi hakkıyla gören, bilen ve muâmelesini de buna göre yapan |
Şekûr |
الشكور |
Çok şükre lâyık olan, kendi rızâsı için şükredilen, şükür olarak yapılan iyi işlerin daha fazlasıyla karşılığını veren, insanlara nimetlerini artırarak şükür muâmelesi yapan |
Selām |
السلام |
Her türlü eminliğin, salimliğin aslı olan. Selam, İslâm sözcüğüyle aynı semantik kökten türer. |
Semî |
السميع |
İşiten, işitme kuvvetine sâhip olan ve işitme gücünü veren |
Tevvâb |
التوّاب |
Tövbeleri çok kabul eden, tövbe kapısını açık tutarak tövbe etme imkânı veren |
Vâcid |
الواجد |
Vâr olan ve herşeyi vâreden, icâd eyleyen; varlığı kendinden olan; dilediğini istediği anda var edip yaratan |
Vâhid |
الواحد |
Tek, bir olan; kendisinden başka tanrı olmayan |
Vâlî |
الوالي |
Yardım eden, destek veren, işleri düzenleyen, yöneten |
Vâris |
الوارث |
Bütün servetlerin gerçek sâhibi |
Vâsi |
الواسع |
Bağışlaması bol ve rahmeti çok olan |
Vedûd |
الودود |
Çok şefkatli, muhabbetli, sâlih kullarını çok seven ve onlarca çok sevilen, onları rahmet ve rızâsına erdiren; sevilmeye ve dostluğu kazanılmaya yegâne lâyık olan |
Vehhâb |
الوهّاب |
Çok fazla bağışlayan |
Vekîl |
الوكيل |
Hayâtını Allah'a tevekkül ederek düzenleyen ve böylece O'na sığınanların işlerinde kendilerine yardım eden |
Velî |
الولي |
Dost, emir sâhibi ve iyi insanların, yâni müminlerin dostu (velîsi) olup onlara yardım ederek işlerini yöneten |
Zâhir |
الظاهر |
Görünen, varlığında hiç şüphe olmayan, varlığı herşeyden âşikâr olan |
Zülcelâl-i vel-İkrâm |
ذو الجلال والإكرام |
Hem azamet, hem de fazl-u kerem sâhibi. |
EMEĞE SAYGILI VE DEMOKRAT MİLLİYETÇİLİĞİN ZAMANI |
|
Türkiye’deki hissî milliyetçiliğin öncülüğünü İttihatçılık biçimlendirdi. Bugün aynı çizgiyi takip etmeye gerek yoktur. Bugünün ve yarının milliyetçiliği; hukuk devletine inanan, hukukun üstünlüğü ve temel insan haklarını savunan, “demokrat” bir milliyetçilik olmalıdır.
Milliyetçiliğin, bir kişiyle ülkesi arasındaki hissî bağları tarif etmesi bakımından lüzumsuz ve çağ dışı bir eğilim teşkil ettiğini ileri sürenlerle beraber olmadım; bilakis milliyetçilik kavramının tam da bu noktada evrensel geçerliğe sahip, gerekli ve doğru bir algılama biçimi olduğuna inanıyorum. Milliyetçilik, iki noktada berrak ve sâlim bir düşünce geliştirmemizi öğütler; ilki, millî bir devletin vatandaşı sıfatıyla, tâbiyetinde bulunduğumuz devletin varlığı, refahı, geleceği ve karşılaşması muhtemel riskler karşısında sorumluluk üstlenen bir tutum sahibi olmaktır; bu tarif, dünya üzerinde birkaç binle ifade edilebilecek Haymatloslar (vatansız, siyasi hukuk açısından herhangi bir devletin tâbiyetinde bulunmayan) hariç, herkesi ilgilendirir ve bu duruş sahibi olmaya sevk eder. İkincisi, paylaşılan millî kimliğin (dikkat, etnisitenin değil!) kültürel unsurlarını benimsemek ve zenginleştirmek mânâsında aktif bir vaziyet alıştır. Benim anladığım mânâda müsbet milliyetçiliğin mânâsı, ikinci tarif şeklinde yatıyor; bu tür milliyetçiliğin, ilkine nisbetle daha çok enerji ve emek gerektireceği açıktır; bir kültürü sevmek, savunmak ve geliştirebilmek, sadece duygularla yürütülecek bir eylem değildir; en basitinden etraflı bir bilgi birikimi ve kültür gerektirir ve bu kültür, öteki kültürleri aşağılayıcı, kendi kültürümüzü aslı astarı olmayan âfâki sloganlarla yüceltici bir edâ taşımamalıdır. Kültür milliyetçisi, mensup olduğu kültürün diğer kültürlerle aynı derecede rekabet şansı ve hakkı olduğuna inanan bir tutumun sahibidir. Üstünlük değil, eşit rekabet ve temsil imkânı peşindedir. Mensup olduğu kültürü tanır, bilir, temel kodlarından ve kavramlarından haberdardır, yâni: -Tarihini bilir ve bu tarihin dünya ve bölge tarihi içindeki yerini orantılamaya yetecek derecede öteki tarihlerden de haberdardır. -Kendi dilini bilir; kendi dilinin sadece şimdiki, yaşayan ve basit iletişime müsaade eden şekliyle yetinemez, tarihî varyasyonlarını da bilir; bu dille yazılmış edebiyattan haberdardır. -İnançlı birisi olsun veya olmasın halkının inancını, bütün kurumlarıyla ve tarihî geçmişiyle bilir. -Beşerî bilimlerin en az bir dalında -ihtisas derecesi olmasa bile- yüksek ilgi -ve önemli, “merak”- sahibidir. -Kültür milliyetçisi hâliyle “okuyan”; okumayı, tartışmaktan daha çok öğretici bulan adamdır. -Okuduğu metni genel ortalama seviyesinde anlayabilecek seviyededir; mantık ve muhakemesi, şaşırtıcı sıçramalara müsaade etmeyecek tarzda disipline edilmiştir; dikkatli bir dinleyici, sabırlı ve acelesiz bir konuşmacı ama hepsinden evlâ olmak üzere titiz bir okuyucudur. -Belki hepsini tamamlayan bir nitelik olmak üzere, kültür milliyetçisi, mensup olduğu kültüre ve kültür varlıklarına icabında “dışarıdan” bakabilmek ve yeri geldiğinde cesaretle eleştiri yapabilmek özgüvenine sahip kimsedir. * Her iki milliyetçi tipinden çevremizde ne kadar bulunduğunu zihnimizden geçirerek, “milliyetçilik” kelimesinin siyasi hayatımızda ne kadar problem doğurduğunu kolayca tesbit edebiliriz. Siyasi hisleniş mânâsında milliyetçi, sayıca en bol zümreyi teşkil ediyor; bunlar ikinci gruptakiler gibi uzun ve zahmetli yolu seçmek yerine basit ideolojik kitapçıklardaki kolay anlaşılacak sloganlarla zihnî gıdalarını temin edebiliyorlar. Ne yazık ki bu grubun eğitim seviyesi yüksek değildir ve bu yüzden onlar bu açığı siyasi eylem ve aktivitelere katılarak kapatmayı tercih ediyorlar. Örgütlenme eğilimleri yüksektir ve örgüt dayanışması onlar için hayati derecede değerli ve ikame edicidir. Ortalama özellikleri onları bağımsız fert (birey) ve lider olmaktan ziyade kitleye iltihaka (kitle ruhuna karışarak şahsi sorumluluktan sıyrılmaya) itmektedir. * Milliyetçilik, modern zamanların ve modern siyasi kavrayışın bir yan ürünü; ama bir başka yönüyle, yani insan tabiatında gizli duran tabii yönüyle mülkiyet gibi, cinsiyet gibi insanın kendi iradesini kullanarak dengelemesi gereken bir özellik. Milliyetçilik kendi başına kötü veya iyi değil; onu kavrama ve tasarruf biçimimiz, bizim ondan ne anladığımızı gösteriyor; mülkiyet gibi, cinsiyet gibi... Bu bakımdan İslâm, kavmiyetçiliği menfi bir nitelik olarak görür ve reddeder fakat milliyetçiliği bizim nefsimizin üstüne asılmış bir imtihan vesilesi sayar; o imtihanı ne şekilde, hangi vasıf ve fonksiyonla verdiğimiz önemlidir. Mülkiyet gibi, cinsiyet gibi... * Lâfın hangi gediğe konulacağı artık âşikâr; Türkiye’de milliyetçilik denilince anlaşılan ve hatırlanan sadece duyguyla beslenen ve insanı kitleleşmeye sevk eden milliyetçilik anlayışıdır; bu anlayışı, ikinci türe, yani kısaca kültür milliyetçiliği adını verdiğimiz kavrayışa yükseltmek gerekiyor. Yani “öteki”ni dışlamayan, kendi değerlerinden ötürü küçüklük duygusuna kapılmayan, kendini geliştirmeye itina gösteren, barışçı ve ille de demokrat bir milliyetçilik anlayışı. Türkiye’de hissî milliyetçiliğin öncülüğünü İttihatçılık biçimlendirdi; bugün aynı çizgiyi takib etmeye gerek yoktur. Bugünün ve yarının milliyetçiliği kesinlikle -yukarda sıraladığımız niteliklerine ilaveten- hukuk devletine inanan, hukukun üstünlüğünü ve temel insan haklarını savunan, devlet fikrini, toplumun ve “ferd”in en geniş mânâda anlayış gördüğü bir çerçeveye oturtabilen, farklılıklara saygılı ve bu mânâda laik, ezcümle “demokrat” bir milliyetçilik olmalıdır. Milliyetçilik bahsinde sözü dinlenen kişi ve kurumlar, sözlerini ciddiye alan gençlere “önce kültürlü, sonra demokrat ve nihayet milliyetçi hassasiyetlere sahip birer genç” olmaları gerektiğini söylemelidirler. Bu sorumluluktan artık kaçınamazlar. Milliyetçilik Türkiye’de artık “lümpen” tedailerini kirli bir gömlek gibi sıyırıp çıkarmalıdır. Türkiye kendi köylülüğünü, lümpenliğini tasfiye ederken, gençlerine doğru rol modeller sunmayı başarmalıdır. Felaketlerle, yenilgilerle öğrenmek en pahalı ve acı öğrenme biçimidir çünkü.
Ahmet Turan Alkan - Aksiyon Dergisi | | |