Bu bölümde Allah Resûlü’nün çeşitli ilim dallarıyla alâkalı mes’eleler üzerinde söylediği sözlerin, yine O’nun doğruluğuna şehâdeti hakkında ve gayet mücmel bir şekilde durmak istiyoruz.
O, on dört-on beş asır evvel bir söz söylemiş; o günden bu güne O’nun söyledikleriyle meşgul olan ilim dalları, dev adımlarla ilerlemiş, baş döndürücü merhaleler katetmiş.. ve neticede Muhbir-i Sâdık’ın beyanı, herbiri başlı başına kendi sahasının allâmeleri sayılan devâsa ilim adamları tarafından hem de ilim diliyle tasdik edilmiştir. Evet, bugüne kadar Allah Resûlü’-nün bu mevzuda söylediği sözlerden tek bir cümle dahi tekzibe uğramamıştır.
Dev adımlarla ilerleyen fen, teknik ve teknoloji, kendilerine serfürû eden bunca ilimperest varken, onları yüz üstü bırakıp, Allah Resûlü’nün karşısında edeple, saygıyla eğilmekte ve gür bir sadâ ile “sadakte” demektedir. Zaten başka türlü olması da mümkün değildir; çünkü O, Allah’ın hak elçisidir. Bu cümleden olarak, mes’elenin ilmî tahlillerini, ilgili kitap ve mecmualara bırakarak, seçtiğimiz birkaç misâli takdim etmeye çalışalım:
Her Hastalığa Çare 1. Allah Resûlü, Buhârî’nin rivayet ettiği bir hadîslerinde şöyle buyururlar: “Allah, bir hastalık göndermiş olmasın ki, akabinde onun için bir de tedavi yaratmış olmasın!” 145. Yani, ne kadar hastalık çeşidi varsa, muhakkak Allah (cc) onlar için bir de çare ve tedavi şekli yaratmıştır. Tıp dünyasında ve ilme teşvik babında, bugüne kadar söylenmiş sözler arasında en câmi ve en şümûllü ifade, Allah Resûlü’nün bu sözü olsa gerek. Bu şu demektir: Eğer bir hastalık varsa, muhakkak tedavisi de vardır. Demek ki, birgün bütün hastalıklara -tabii Allah’ın tevfik ve inayetiyle- mutlaka şifa bulunabilecektir. Ebu Dâvûd’un rivayetinde “Her derde deva vardır,” buyrulur.146 Başka bir hadîs-i şerifte: “Dikkat edin, tedavide kusur etmeyin! Allah, bir hastalık göndermişse muhakkak arkasından tedavi yolunu da göstermiştir. Bir tek hastalığın tedavisi yoktur. O da ihtiyarlıktır.” 147 Hayatı uzatma çaresini bulsalar, insanları geçici olarak belli bir yerde durdursalar ve hatta ölümü geciktirseler de yine, beşer kafilesinin mukadder yolculuğunu durduramayacaklardır. O yol ki, ruhlar âleminden gelip çocukluğa, gençliğe, yaşlılığa; ve derken kabre uğrar; oradan da haşre kadar uzar.. ve gider Cennet veya Cehennem’de son bulur... Bu yolun önünü tıkamak mümkün değildir; insanlar, doğacak, büyüyecek, yaşlanacak ve öleceklerdir. Ancak, bunun berisinde kalan bütün dertlere deva vardır; yeter ki araştırılıp bulunsun... İki Cihan Serveri, bu ve buna benzer ifadeleriyle topyekün beşeri ilme teşvik ve bütün ilim adamlarını, bütün ilhama mazhar mülhemûnu ve bütün araştırmacıları da bu mevzuda çare aramaya da’vet ediyor. Bütçelerinizden para ayırın, araştırma enstitüleri kurun, ölüm sahiline ulaşacak menzile kadar yürüyün ve bu sınıra kadar uzayan o geniş sahayı mutlaka kontrolünüz altına alın! Zaten, Kur’ân-ı Kerîm de hep bu mes’eleyi öğütlemiş ve ilme teşvik mevzuunda, peygamberlere ait mu’cizeleri nazara vermiş ve araştırmaları o mu’cizelerle idealleştirmiş. Evet, nasılki enbiyâ, ruhânî hayatta insanlığa rehber olmuş, onları eğri büğrü yollardan doğru ve selametli sahile çıkarmışlardır; öyle de müsbet ilimlerde de, yani aklın ziyasına medar ilimlerde de beşerin rehberliğini yüklenmiş ve her birisi bir sahanın üstad ve mürşidi olarak onun önüne geçmiş ve ona yol göstermişlerdir. Bundan dolayı denebilir ki, beşer, bütün maddî-manevî terakkinin anahtarlarını enbiyadan teslim almıştır. Evet, Kur’ân’da peygamberlere ait mu’cizelerin anlatılması, o mu’cizelerin, ulaşılabilinen sınırına kadar ulaşılması yolunda beşeri teşvik içindir. Meselâ, Hz. Mesih, -Allah’ın izniyle- ölüleri diriltmiştir. Kur’ân da bunu nakleder. Ancak bu, son sınırdır. Beşerin terakkisi orada biter. Niçin? Çünkü, âdiyât orada bitiyor ve ondan öte, harikalar başlıyor. İnsan kudreti, insan takatı ve insan iradesiyle yapılabilecekler, fıtrî kanunların çerçevesini aşamaz. Evet, ilim ve teknolojinin harikaları ne seviyeye ulaşırsa ulaşsın, mu’cize sınırlarını aşamayacaktır. Bu sınırlar, Enbiyâ-ı İzâm’ın cevelângâhıdır ve ebedlere kadar da öyle kalacaktır. Evet, oralarda ancak peygamber olanlar dolaşabilir. Bunun ötesinde mu’cizelerin başladığı sınıra kadar beşerin ilerlemesi her zaman mümkündür ve yapılan bütün teşvikler de zaten bunun için yapılmaktadır. İşte, Hz. Mesih’in mu’cizesiyle, Kur’ân, teşvik ediyor ve diyor ki; hastaları tedavi yolları tâ ölüm sınırına kadar açık... Hatta kanser gibi, AIDS gibi henüz çaresi bulunamamış hastalıkların da muhakkak bir çaresi vardır; arayın ve bulun! Nitekim daha önceleri çaresiz gibi görünen hastalıklar, artık bugün rahatlıkla tedavi edilmekte; çalışırsanız bu hastalıklar için de çare bulabilirsiniz..! Ve, meselâ; Hz. Musa (as)’nın eliyle beşere takdim edilen mu’cizede, birtakım cansız şeylere iş ve vazife gördürme mümkün olduğu dersi verilmektedir.. evet günümüzde bu kapı aralanmıştır. Ama ne bugün ne de yarın beşer, hiçbir zaman elindeki âsayı atıp ta onu hakiki bir yılan şekline getiremeyecektir. Çünkü o, harikalar kuşağında cereyan eden bir hâdisedir; bizim yapabileceklerimiz ise, âdetler çerçevesi içerisinde cereyan eden şeylerdendir. Zannediyorum burada, beşer için bir diğer ulaşılmaz ve aşılamaz harika olan Kur’ân’dan bahsetmek de yerinde olur. Evet Kur’ân, baştan sona edebî düşünce için bir son ufuktur ve ulaşılması imkânsızdır. En edîbâne, şâirâne söylenmiş sözler ve beşeri arkasından sürükleyip götüren beyânlar bir gün Kur’ân kapısına kadar yanaşabilecek, fakat orada, Lebid gibi, hayret ufkuna ulaşıp duracaklardır. Çünkü beyânda o bir mu’cizedir ve ne kadar güzel olursa olsun beşere ait bütün sözler, âdiyât sahasında sarfedilmiş sözlerdir. Bu husus tamamen ayrı ve müstakil bir mevzu olduğu için -temas kabilinden dahi olsa- dokunmayacak ve o mevzu ile alâkalı fasla bırakacağız. Peygamberlerin mu’cizeleri, biraz evvel de ifade ettiğimiz gibi, âdetâ belli bir sınır teşkil ediyor ve beşerî ilimlerin ufkunu çiziyor.. aynı zamanda Kur’ân’da zikredilmesiyle de, beşeri teşvik etme vazifesi yerine getirilmiş oluyor; ondan sonrası da insanoğlunun çalışmalarına bırakılıyor.148 Beşer çalışmalı.. o noktaya kadar ulaşmalı ve âdiyât dairesi içinde her şeyi aşmalı, harikalar sınırına yanaşmalı, bilfarz, ondan öte bir adım daha atsa bile, mu’cizât meyvelerinin bulunduğu ufuklarda dolaşmalıdır. Beşer, tıp sahasında ölüme kadar uzanan bir seviyede terakkî kaydetmesi, mümkündür. İş ölüme gelince, onun çaresi yoktur. Çünkü ölüm, aynen hayat gibi Allah (cc)’ın yaratmasıyla var olan bir mahluktur : (Mülk, 67/2) âyeti de buna işaret etmektedir. Evet, ölüm, bir inkıraz, bir çürüme, bir sönme ve bir dağılma değildir. O, Allah (cc)’ın emri ve meşîetiyle, o güne kadar verilmiş olanların alınması demektir. İşte ilimler adına teşvik de ancak bu kadar olur. Bütün ehl-i hamiyet ve ehl-i himmet, bu teşvikten istifade etmeli, alınacakları almalı, değerlendirmeli ve insanlığın hizmetine, istifadesine sunmalıdır. Efendimiz’in bizzat tıpla ve bilhassa “koruyucu hekimlik”denen hijyenle alâkalı olarak söylediği bir hayli söz vardır. Zaten tıbbın büyük bir bölümünü de bu koruyucu hekimlik işgal eder ve etmelidir de. Çünkü esas olan, kişiyi hasta olmaktan korumaktır; ve bu, oldukça da kolaydır; hasta olduktan sonra tedavi ise gayet zor, müşkil ve pahalıdır. Onun içindir ki, Efendimiz, evvel emirde bu hususa ehemmiyet vermiş ve tıbbî tavsiyelerinin çoğunu koruyucu hekimlik üzerinde merkezleştirmiştir. Asr-ı Saadet’te, bilhassa dıştan gelen tabibler, Medine’de kendilerine iş bulamıyorlardı; bunun en önemli sebebi de Efendimiz’in bu mevzuda vaz’ettiği düsturlara tamamiyle riayet edilmesiydi. Allah Resûlü, bir taraftan kalp ve gönüllerin tabibi olma vazifesini eda ederken, diğer taraftan da cismaniyete ait hususlarda âdetâ tabiblik yapıyor ve çevresindeki insanları hem maddî hem de manevî hastalıklardan koruyabilecek tedbirleri alıyordu. Veba hastalığı, Efendimiz’in zuhûr buyurdukları dönemlerde önü alınamayan korkunç bir hastalıktı. Günümüzde AIDS ne ise o gün veba da o idi. Vebaya karşı sahâbe titizdi, tetikteydi. Çünkü Efendimiz, onları daima bu hastalığa karşı tenbih edip uyarıyordu. Bu nurlu cemaat, kendi içinde, kendi ülkesinde, kendi temizlik ve nezahetiyle yaşıyordu; ama, askerî harekatla Şam, Suriye, Halep ve Antakya gibi yerlere gidince, Bizansın hastalıklara açık dünyasında meydana gelen vebaya onlar da maruz kalıyordu. İşte Amvas’taki veba böyle bir vebaydı ve meş’um yerde otuz bin sahâbe şehit olmuştu.149 O gün, ümmetin emini Ebu Ubeyde b. Cerrâh da Amvas’ta bulunanlar arasındaydı. Ebu Ubeyde ki, Hz. Ömer seneler sonra bağrından hançerlenip yatağa serilince: “Eğer Ebu Ubeyde hayatta olsaydı onu kendi yerime tavsiye ederdim” diyecektir.150 Necranlılar, Allah Resûlü’ne müracaat edip bize, kendisine güvenebileceğimiz birisini gönder dediler. Allah Resûlü, ona bakmış ve “kalk bunlarla git” demişti151. Evet O, ümmetin emini ve Cennetle müjdelenen on kişiden biriydi. İşte o gün bu şanlı sahâbe de vebanın insanları kasıp kavurduğu bir yerde bulunuyordu. Hz. Ömer (ra)’in hilafet günlerindeydi. Allah Resûlü’nün halifesi, fethedilen yerleri dolaşıyor ve gelişmeleri yakından takip ediyordu. Amvas’a da gidecekti. Ancak orada veba olduğunu duyunca geri dönmeye karar verdi. Ebu Ubeyde, önüne dikildi: “Ya Ömer! Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” dedi. Ömer: “Evet, Allah’ın kaderinden yine Allah’ın kaderine kaçıyorum” dedi152. Bu da, Ömer’in bir ferasetiydi. Acaba doğru mu yapmıştı? Geri dönmesi isabetli miydi? Ömer bu endişeye kapılınca, Abdurrahman b. Avf imdada yetişti ve şu hadîsi nakletti: “Eğer bir yerde vebanın olduğunu duyarsanız, sakın oraya gitmeyin! Eğer bulunduğunuz yerde bu hastalık zuhûr etmişse ondan kaçmak için oradan dışarıya çıkmayın.” 153 Rica ederek soruyorum: Günümüzde, modern tıbbın karantina adına söylediği de aynı şey değil mi? Bunu asırlarca önce Allah Resûlü söylüyor ve günümüzün tıbbı da O’na: “El-hak, doğru söyledin” diyor.
Cüzzam ve Karantina 2. Ahmed b. Hanbel’in rivayet ettiği bir hadîste Efendimiz şöyle buyuruyorlar : “Aslandan kaçtığın gibi cüzzamlıdan uzak ol!” 154 Bu hadîs-i şerifteki benzetmeli ifadenin, bazılarının zannettiği gibi, ne cüzzam mikrobunun, ne de cüzzamlının aslana benzemesiyle hiçbir münasebeti yoktur. Zannediyorum birçok mes’elede olduğu gibi, bu benzetmeler başkalarına ait uydurmalardır. Ve Allah Resûlü’nün ifadelerinde, kat’iyen böyle bir niyet ve kasıt söz konusu değildir. Burada tavsiye edilen kaçma mes’elesi, ayakkabıları alıp firar etmek ma’nâsına da hamledilmemelidir. Belki İki Cihan Serveri, bu hadîsleriyle bize, cüzzam denen hastalıkla mücadele etme ve ondan korunma çarelerini araştırmamızı tavsiye etmektedir. Yani tavsiye edilen, karantina ve bulaşmaya karşı tahşîdâttır. İnsanlar, aslana karşı çarpıp devrilmeme mevzuunda ne denli titiz davranıyorlarsa cüzzama karşı da o kadar hassas olmalıdırlar. Çünkü Allah Resûlü’nün bütün sözlerinde ayrı bir buud ve ayrı bir derinlik vardır. Evet, O’nun sözlerindeki hakikatlara, ancak çok ciddi gayret ve çalışmalarla ulaşılabilir.
Köpeğin Ağzı Değince 3. İmam Müslim “Sahih”inde naklediyor: “Köpek sizden birinizin kabını yaladığı zaman, onun temizliği, birincisi toprakla olmak şartıyla onu yedi defa yıkamasıdır!” 155 O devirde, bugün bizim bazı eşyayı sterilize etmede kullandığımız maddeler yoktu. Dezenfekte ameliyesi için Allah Resûlü, o gün daha çok toprağı tavsiye ediyordu. Ancak sonradan ilmî çalışmalar neticesinde anlaşılmıştır ki, su gibi toprak da aynı ameliyeyi yapmaktadır. Ayrıca toprak tetralit ve tetrasklin gibi maddeler de ihtiva etmekte ki; bu maddeler bir kısım mikropları dezenfekte etmekte kullanılan maddelerdir. Demek oluyor ki Allah Resûlü, toprakla yıkamayı tavsiye etmekle, o kabın evvela sterilize edilmesini emretmiş oluyordu. Bundan başka, hadîs-i şerifte şu hususlara da dikkat çekilmiştir. Köpekte olması muhtemel bazı hastalıklar, insan vücudunda da yaşama şansına sahiptirler. Bu husus ise, günümüzde oldukça yeni sayılan mevzulardan biridir. İkincisi: Köpek dışkısı gibi şeyler, bütünüyle insan sağlığına zararlı olabilir. Salyası da bu cümledendir... Belli bir safhadan sonra onlardan bulaşacak hastalıkların önünü almak da âdetâ mümkün değildir. Onun için sterilize çok önemlidir. Üçüncüsü: İlkini toprakla yıkama emrinin dikkat çeken ayrı bir tarafı da, toprağın o anda sterilize mikrobu haline gelmesi ve onun da ayrıca, bir rivayete göre altı, diğer bir rivayete göre yedi defa yıkanması gerektiği hususudur. Nitekim bu mevzu, Almanya ve İngiltere’de çıkan bazı mecmualarda dile getirilmiş ve Efendimiz’in doğru beyânı, onlar tarafından da tasdik edilmiştir. Efendimiz, köpekler mevzuunda o kadar hassas davranmışlardır ki; hatta bir defasında kendi içtihatlarıyla onların öldürülmesini bile emretmiştir156. Ancak daha sonra bu emri durdurmuş ve şöyle buyurmuştur: “Eğer köpekler tek başına bir ümmet olmasalardı, onların öldürülmesini emrederdim.” 157Bunun ma’nâsı şudur: Eğer köpek, değişik milletler içinde insan, hayvan, nebatât ve cemadât vs. gibi, başlı başına ekolojik dengeyle alâkalı unsurlardan biri olmasaydı ve şeriat-ı fıtriye’ye göre varlığında zaruret bulunmasaydı onların öldürülmesini emrederdim. Çünkü köpek, mikrop yuvası bir varlıktır... Bu son durum itibariyle Efendimiz’in mes’eleye yaklaşması da ayrı bir mu’cize.. zira görülüyor ki, şimdilerde yeni yeni hecelemeye başladığımız tabiattaki nizâm veya ekolojik denge, tâ o günlerde, ulu orta köpeklerin bile öldürelemeyeceği prensibiyle ele alınıyor ve kanunlaştırılıyor. Biz ancak 1400 sene sonra kelaynaklar, balinalar, filler ve gergedanların soylarının tükenmemesini, dolayısıyla tabiattaki dengenin bozulmamasını hecelemeye başladık. Oysaki Allah Resûlü, bin bu kadar sene evvel: “Eğer köpekler kendi başlarına bir millet ve ümmet olmasalardı” derken, çok erken dönemlerde çok hayatî bir mes’eleyi hatırlatıyordu. Evet, Allah (cc) kâinatı yaratmış ve kâinatı teşkîl eden unsurlar arasında umûmî bir denge meydana getirmiştir ki:
“O, bir mizan va’zetti. Ta ki siz de bu dengeyi bozmayasınız” (Rahmân, 55/7,8) |
âyeti de bu genel prensibini ihtar etmektedir. Evet, Allah Resûlü bir denge insanıydı. Elbetteki dengeyi koruyacak ve yukarıda zikredilen ifadesiyle, köpekleri öldürtmeyecekti. Sadece bu birkaç kelimelik cümlesinde dahi, bizim tesbit edebildiğimiz birkaç mu’cizevî yön var ki, ileride aynı cümle kimbilir daha nice hakikatlara ilham kaynağı olacaktır. Bu sözün söylendiği tarih itibariyle, bir insan, bütün hayatı boyunca düşünüp sadece bu tek cümleyi söylemiş olsaydı, bu, onu dâhiler arasında saymamıza yeterdi. Halbuki Allah Resûlü’nün bu sözü ve benzeri daha binlerce ifadesi var. Dehayı O’nun kapısındaki dilencilikle baş başa bırakıp bu sözü de noktalayalım: Kesin bir dille ve hiçbir tereddüde yer vermeden kat’iyen ifade ediyor ve diyoruz ki; hâdiseler ve vâkıalar, o kendilerine mahsus dilleriyle her zaman Allah Resûlü’nü tasdik edip: “Sen Allah’ın Resûlü’sün ve sen doğru sözlüsün” demektedirler. Hassasiyet-i ilmiye ilerledikçe bir gün bütün insanların da, aynı şeyleri söyleyeceğinde şüphemiz yok. Evet, bugün ilimler tıpkı birer casus gibi varlığın içine dalmış, Efendimiz’in söylediği ve Kur’ân’ın zikrettiği hakikatleri incelemekte ve bu incelemelerin aydınlığında hakikate uyanmış hassas ruhlar, her geçen gün Allah Resûlü’nün doğruluğunu daha da derinden duyup hissetmekte ve O’nu yüz bin minareden cihana duyurmaya çalışmaktalar... Yemekten Önce ve Sonra Elleri Yıkamak 4. Tirmizî ve Ebu Dâvûd’un rivayet ettiği bir hadîste de Allah Resûlü şöyle buyurmaktadır: “Yemeğin bereketi (mübarek olması), yemekten evvel ve yemekten sonra elleri yıkamaktadır.” 158Yemekte mübareklik, temizlik, paklık, nezafet arıyorsanız; ve o yemeğin sizin için bereket kaynağı olmasını arzu ediyorsanız, hem yemeğin başında hem de sonunda, abdest alıyor gibi, mutlaka ellerinizi yıkayınız! Allah Resûlü bu ifadeleriyle, temizlik adına prensip ve bir esas va’zediyor. Yoksa biz, aklımızla bunları bilemezdik. Hele o günün insanı bir tırnak arasında milyonlarca mikrobun barınabileceğini hiç mi hiç bilemezdi. O günü bırakın, bugün dahi bu mes’elenin ilmî yönünü kaç kişi bilmektedir?.. Yine temizlik adına, uykudan kalkar kalkmaz elini bir kaba daldırmaması gerektiğini.. evvela o elin bir güzel yıkanmasının lâzım geldiğini; çünkü uykuda iken insan, kendi elinin nerelerde dolaştığını bilemeyeceğini beyân eden159 Allah Resûlü, bilhassa el temizliğini nazara verip üzerinde, tahşîdât üstüne tahşîdât yapmaktadır. Hekimler, bunu tamamıyla ancak bugün anlayıp anlatabilmektedirler. Evet, insan uykuda iken elini, sağında solunda dolaştırır ve hiç farkına varmadan da mikroplara bulaştırır. Ondan sonra da yıkamadan ağzına sokarsa, neleri yuttuğunu söylemeye gerek var mı? O gün, mikroskop mu, X ışınları mı, laboratuar mı vardı ki, Allah Resûlü, insanın eline bulaşacak mikropları bilsin ve bu mevzuda ümmetini ikaz etsin? Hayır; bunların hiçbiri yoktu; ama, hepsinin ötesinde bir hakikat vardı. O da, bütün bunları O’na vahyin çeşitli dalga boylarıyla öğreten birinin mevcudiyetiydi.. evet O, bildiklerini hep O Muallim-i Ekber’in bildirmesiyle biliyordu. “Metlüvv” veya “gayr-ı metlüvv” vahiyle O’na öğretiliyor, O da bunları ümmetine ta’lim ve tebliğ ediyordu.. onun için de, söylediklerinde zerre kadar uydurma ve hilaf-ı vaki herhangi bir beyân bulmak mümkün değildi.
Ağız ve Diş Temizliği (Misvak) 5. Kütüb-ü Sitte’nin (Altı Hadîs Kitabı) ittifakla rivayet ettikleri ve arkasında kırk’a yakın sahâbenin imzası bulunan, bu yönüyle de mütevatir olan bir hadîslerinde de Allah Resûlü: “Eğer ümmetime zorluk vereceğimden çekinmeseydim, her namazın başında onlara misvak kullanmalarını emrederdim” buyuruyorlar.160. Ümmetini zora koşma endişesini taşıdığından dolayı, böyle bir emirde bulunmamış. Yoksa, misvak kullanmak da, aynen abdest gibi namazın farzlarından olacaktı. Böyle bir şey ise, bu dinin ruhu olan kolaylık prensibine aykırı düşecekti. Çünkü herkes, her yerde misvak bulamayabilirdi... Misvak kullanmak farz değildir; ama mühim bir sünnettir. Eskiler bu mes’ele üzerine ciltlerle kitap yazmışlar. Yeni araştırmacılarımız da değişik buudlarıyla misvak mevzuunu ilmî tahlillere tâbi tutup araştırdılar. Gelecekte -İnşaallah- onları da okuyacaksınız... Sivaklama, “diş temizleme” demektir ve bu sadece misvakla olmaz; parmaklarla, tuzla, macunla, daha başka şeylerle de yapılabilir. Evet, isteyen istediği şekilde dişini temizleyebilir; buna kimsenin diyeceği birşey yoktur. Ancak, misvağın da kendine göre bir kısım hususiyetlerinin bulunduğu gözardı edilmemelidir. Şimdi, bir din düşünün ki, o dinin mübelliği (Bâni ve kurucusu değil. Çünkü dinin kurucusu ve bânisi sadece Allah (cc)’tır. Efendimiz, O’nun tebliğcisidir.) günde beş on defa misvak kullanmayı, hem de bir sünnet olarak misvak kullanmayı emretmektedir. Bu itibarla diyebiliriz ki, bu din; günümüzün diş temizliği, diş hijyeni anlayışını çok gerilerde bırakmaktadır. Halk yığınları bir yana, ben, diş hekimlerinin dahi, günde beş-on defa dişlerini fırçalayacağını zannetmiyorum. Halbuki Efendimiz’in -en azından- günlük diş temizliği, bu adedi buluyordu. Gece birkaç defa kalkar; namaz kılar ve her namazdan evvel mutlaka misvak kullanırdı161. Sabah namazında, işrâk ve kuşluk namazlarında, öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarında; namaza durmadan ve abdest alırken sürekli misvak kullandığı gibi, birşey yiyip içtikten sonra da dişlerini temizlemeyi ihmal etmezlerdi. Şimdi bütün bunları sayacak olursak, zannediyorum verdiğimiz rakamdan daha fazla Allah Resûlü’nün misvak kullandığına yani, dişlerini temizlediğine şahit oluruz.
Yemede Ölçü 6. Koruyucu hekimlik adına yine Allah Resûlü şöyle buyurur: “Yemek yerken, midenin üçte birini yemeğe, üçte birini suya ve diğer üçte birini de havaya bırakın. Allah’ın en çok gadap ettiği kab, dolu bir midedir.” 162 Bu hadîsi takviye eden başka hadîsler de vardır: Bunlardan birinde Allah Resûlü şöyle buyurur: “Ümmetim hakkında en çok korktuğum şeyler: Göbekli olmak, çok uyumak, tembellik ve ‘yakîn’ zayıflığıdır.” 163 Hadîste anlatılan hususlar, neticede aynı noktada toplanmaktadır. Evet, hayatını murakebesiz, muhasebesiz ve gâfilâne sürdüren, ömrünün çoğunu uykuda geçiren bir insanın semirip yağ bağlaması, yağ bağlayıp şişmanlaması kaçınılmazdır. İnsan, şişmanladıkça daha çok yiyecek, yedikçe de kendini gaflete salacaktır. Veya ilk sebepten başlarsak, şöyle diyebiliriz: Çok yiyen bir insan, elbette çok uyuyacak, çok uyuyan insanda da kat’iyen yakîn hasıl olmayacaktır... Neresinden ele alırsanız alınız, bütün bunlar Allah Resûlü’nü ümmeti hakkında endişeye sevk eden hususlardır. Evet, burada da sözü, tıp dünyasının müstesna simalarına havale ediyor ve sizi onların ilmî tahlilleriyle baş başa bırakıyorum. Onları okuyup değerlendirdikten sonra Allah Resûlü’nün asırlarca evvel söylediklerinin ayn-ı hak ve hakikat olduğunu görecek ve küçük dahi olsa, sözlerinde hilaf-ı vaki bir beyânın bulunmadığına şahit olacaksınız...
Sürme 7. Şimdi de başka bir hadîse intikal etmek istiyorum: Yine Allah Resûlü buyuruyor: “Gözlerinizi sürmeyle tedavi ediniz. Çünkü o, gözlerinizi açar ve kirpiklerinizi besler.” 164Kalbi ve kafası münevver tabiblerimiz diyorlar ki; göz ve kirpiklerin beslenmesinde, bugüne kadar kullanılan bütün ilaçların en faydalısı, Allah Resûlü’nün de tavsiye ettiği sürmedir. Biz de, kozmetik sahasında gelecek yılların, sürme yılları olabileceğini tahmin ediyoruz. Cildi koruyuculuğu ve antibiyotik tesiriyle peygamber tavsiyesinden geçmiş, sürme değerinde bir diğer madde de kınadır165. Kınanın sterilize gücünün, bugün kullanılan tentürdiyot veya merofsilon gibi maddelerden daha fazla olduğu da bugünkü ilmî gerçeklerden biri.
Çörek Otu 8. Buhârî’de, Ebu Hureyre’den rivayet edilen bir hadîsde de şöyle buyurulmaktadır: “Şu habbe-i sevda, yani çörek otu var ya, ölümden başka her derde devadır.” 166“Her dert” tabiri, Arapçada kesretten kinaye olarak söylenmektedir. Bununla beraber çörek otu, esaslı bir tahlile tabi tutulsa ve üzerinde ciddi araştırmalar yapılsa, kim bilir nice hastalıklara çare olduğu ortaya çıkacaktır. Hadîs-i şerifte bilhassa iki hususa dikkat çekiliyor: Birincisi: Çörek otunun şifalı yönü. İkincisi ise: Onun bile ölüme çare olmayışı. Biz, yine mes’elenin ilmî plânda tahlilini o sahanın uzmanlarına havale edip sadece hatırımıza gelen bir-iki hususu kayda almaya çalışalım. Hastalıkta, bilhassa nekâhet döneminde bol protein çok önemlidir. Ancak bunun yanında kalori ve vitamin zenginliği ve tabiî hazmın kolay olması da aynı ölçüde ehemmiyetlidir. Zannediyorum, hastalık döneminde, hekimlerin tavsiye edeceği şeyler de bunlardır. Evet, hastanın yiyeceği şeyler bol proteinli, bol kalorili ve hazmı kolay şeyler olmalıdır ki, hasta bir taraftan kaybettiği gücü kazanırken diğer taraftan da hazımda güçlük çekmesin. Bugün ilmî araştırmalar ispat etmiştir ki, bütün bu hususiyetler çörek otunda mevcuttur. Bu mevzuda denenmiş, netice alınmış o kadar çok müşahhas misâl var ki, saymakla bitmez... Bu demektir ki, Allah Resûlü, kat’iyen ezbere konuşmuyor. Konuştuğu aynen vaki oluyor ve neticeler, hep O’nu tasdik ediyor.
Sinek 9. Yine bir Buhârî hadîsiyle mevzumuza devam edelim. Allah Resûlü buyuruyor : “Sizden birinizin (su veya yemek) kabına, sinek düştüğü zaman, o kişi onun her tarafını batırsın, sonra çıkarıp atsın. Çünkü onun kanatlarının birinde hastalık vardır; öbüründe de şifa vardır. ” 167 Evvela, sineğin mikrop taşıması, o gün insanının bileceği bir şey değildi. Sinek, bir sıvı madde içine düştüğünde, kanatlarından birini ihtiyaten, yukarıda tutmaya çalışır. Yani ikisini de birden daldırmaz. Zira oradan kurtulduğunda, kuru kalan kanat, onun uçup gitmesini kolaylaştıracaktır. Böylece o uçup gidecek ama, yiyeceğimize, içeceğimize bıraktığı mikroplarla bize de hastalık bulaştırmış olacak. İkinci olarak, böyle bir durumda tavsiye edilen şey şudur: Sinek bütünüyle kaba batırılacak ve sonra da çıkarılıp atılacaktır. Çünkü onun kanatlarının birinde mikrop; diğerinde ise, o mikropun zararını giderecek panzehir vardır. Sinek, ölüm helecanları içinde çırpınırken onun sırtına dokunuverme, stok ettiği bu panzehir yüklü torbayı patlatacak, böylece sinek, diğer kanadı ile bulaştırdığı mikrobu dezenfekte etmiş olacaktır. Bu mes’elenin tahlilini yapan ilim adamları diyorlar ki: Sineğin sırtına bastığımız zaman mikroskopla gördük ki, bir kısım mikro varlıklar sağa sola koşuyorlar. Ve daha sonraki araştırmalarımızda bunların sterilize edici elemanlar olduklarını anladık.
İç Kanama 10. Hz. Âişe Validemiz (r.anha), anlatıyor: “Birgün Fâtıma binti Ebi Hubeyş, Allah Resûlü’ne gelerek: ‘Ya Resûlallah! Kanım bir türlü durmuyor, akıntı sürekli oluyor, namazı terkedeyim mi?’ dedi.” Allah Resûlü cevap verdi: “Hayır, o hayız kanı değildir, damardaki bir arızadandır.” 168 Evet, aradan asırlar geçiyor.. ve neden sonra biz, istihaze kanının tamamen iç kanamadan kaynaklanmış olduğunu görüyor ve bir kere daha hayret ve hayranlık solukluyoruz. Ancak, günümüzün ilmî araştırmalarıyla tesbit edilebilen bu mes’eleyi acaba Allah Resûlü (sav), o devirde nasıl bilebilmişti. Tabiî ki Rabb’inin bildirmesiyle.. evet Rabb’i O’na bildirmiş, O da bilmişti. Aradan geçen bunca seneler ise, O Söz Cevherine daha değişik derinlikler kazandırmıştı. Şimdi, ilim adamları diyorlar ki, bu sözü söyleyen, başka değil, ancak nebî olabilir.
İçkide Deva Yoktur 11. Târık b. Süveyd (ra) anlatıyor: “Bir hastalığım vardı. İçki yasak edilmeden evvel, o hastalığımın tedavisinde içki kullanırdım. İçki yasak edilince Allah Resûlü’ne geldim ve durumumu arz ettim. Ve benim için içkiye ruhsat olup olmayacağını sordum. ‘Hayır, içki kendisi hastalıktır; asla deva olamaz’ 169 buyurdular. Dünyanın çeşitli yerlerinde olduğu gibi Türkiye’de de içki sempozyumları tertip edildi. İlim adamları konuştular, hepsinin ittifakla üzerinde birleştikleri nokta şu oldu: İçkinin bir tek damlası dahi, insanın fizikî ve ruhî yapısında bir kısım deformasyonlar meydana getirmektedir. İşte Allah Resûlü bu meseleye asırlarca önce parmak basmış ve içkinin bizzat kendisinin hastalık olduğunu söylemiştir.
Sünnet Olmak 12. Allah Resûlü, on şeyi fıtrattan sayar. Bunlardan birisi de sünnet olmaktır.170 Günümüzün ilim adamları ne diyor? Onlar da aynı şeyi tespit edip demiyorlar mı; sünnet derisi, pislik ve mikrop toplaması, yırtılması ve kansere yakalanma ihtimali gibi riske açık bir uzuvcuktur ve yukarıdaki risklerden kurtulmanın tek çaresi de sünnettir. Görülen odur ki, bu mevzuda da batı, bizdeki bir kısım körkütük sarhoşların çok önünde yürüyor. Bugün Amerika ve İngiltere’de sünnet olanların sayısı milyonları geçmiş durumda. Sözün burasında, tedâyi ile hatırladığım çağın devasa tanığına ait şu tesbiti nakletmeme müsaade edilsin: “Batı birgün, bir İslâm evladı doğurmaya hamiledir. Nitekim Osmanlı da bir batılı doğuracaktır.” 171 Bundan yetmiş-seksen sene evvel söylenen bu sözün bir bölümü çıktı.. ve biz şimdi, ümit dolu gözlerle ikinci doğumu bekliyoruz. Sancılar ağırlaşmıştır. Ve yeni doğacak evladın müjde dolu çığlıkları, çok yakın bir gelecekte -inşaallah- duyulacaktır..! Buraya kadar, Allah Resûlü ve diğer peygamberlerin sadakat ve doğruluğu üzerinde durduk. Her peygamber doğruluk ve sadakatta doruk insandır. Onların hayatlarında yalan, zerre kadar kendine yer bulamamıştır. Zaten kendilerinde zerre kadar eğrilik olsaydı, hiç kimseyi doğru yola erdiremezlerdi. Halbuki onlar, insanlığı doğru yola iletmek ve onlara cennete giden şehrâhı tarif etmek için gelmişlerdir. Evet, eğer doğruluk ma’nâsı tecessüm ve tecessüd etseydi, ondan pırıl pırıl peygamberlerin şemailleri zuhûr edecekti... Bu arada yine gördük ki, Efendimiz’in doğruluğu ezel-ebed arası binlerce delille teyid edilmektedir. Biz, Allah Resûlü’nün doğruluğunu üç ana grupta toplamaya çalıştık. Tabiî ki mes’elenin bu şekilde tasnif ve takdimi, bize ait bir keyfiyettir. Yoksa O’nun doğruluğu, binlerce tasnif ve yüz binlerce delille, başka başka şekillerde de anlatılabilirdi. Zaten bu mevzu ile alâkalı son sözü kim söyleyip noktalayabilir ki..? İnancımız o ki, kıyamete kadar O’nun söyledikleri, hep doğru çıkacak ve her devrin insanı da, O’nun doğruluğunun ayrı bir buudunu yeniden keşfedecek ve O’nunla ayrı bir derinlikte buluşacaktır. Zaten ahiret denen âlem de Allah Resûlü’nün doğruluğu, bütün vuzuhuyla ve herkes tarafından görülecek.. evet O’nun zât, sıfat ve esma hakkında dediklerini herkes ruh aynasına göre mutlaka görecek ve O’nun sözlerinin hakkaniyetini idrak edecektir. Evet, cennet, cehennem, hûri, gılmân hep Allah Resûlü’nün bizlere tarif ettiği şekilleriyle karşımıza çıkacak ve onlar da, ebed diliyle O’na “Sadakte” diyeceklerdir...
88) el-Hindi, Kenz 3/113; Heysemi, Mecma’uz Zevâid 10/325. 89) Kadı İyaz, Şifa 1/131, 133. 90) Müsned, 1/86. 91) Buhari, Rikâk, 18. 92) İbn-i Mace, Menâsik 5; Tirmizî, Daavât, 109 Ebu Davud, Vitr, 23. 93) Müsned, 2/231, Heysemi, Mecme’uz Zevâid 9/18. 94) İbn Kesir, Şemail, 44 Tirmizi, Menâkıb, 8. 95) Aclûnî, Keşf’ul Hafa 563 Aliyy’ül Kâri; Mevdûat, 224. 96) Aclûnî, Keşf’ül Hafâ 2/83
|