Her insan, fikrî, fiilî ve meslekî durumu ne olursa olsun, nasihate muhtaçtır. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu gerçeğin bir ifâdesi olmak üzere:
“Din nasihattir.” (Müslim, Îmân, 95) buyurarak bu yüce dîni, âdeta sırf onunla îzah edilebilecek bir vasıfta gördüğünü beyân etmiştir. Üstelik bu mübârek kelâmı üç defa tekrarlamak sûretiyle de nasihatte tekrarın lüzum ve ehemmiyetine de işaret etmiştir.
Bir mü’min, kendi zamanında ve bulunduğu çevrede güzel nasihatlerle onu hakka ve hayra yöneltecek sâlih bir kişi bulamasa bile, istifade edebileceği nasihatlere, tarihî ibret vâkıaları içinden nâil olabilir ve bunlardan gerekli olan ders ve ibretleri çıkarabilir. Tasavvufî menâkıb kitaplarının telif gâyesi de aslında budur. Bu eserler, farklı zamanlarda yaşamış olmaları sebebiyle sohbet ve nasihatlerine erişemediğimiz İslâm büyüklerinden istifade edebilmemiz için yazılmıştır.
“Râşidîn Halîfeler” denilen ilk dört halife ile Hazret-i Hasan’ın altı aylık devresi otuz seneyi bulmaktadır. Bu devre, Hazret-i Peygamber’in sohbet ve rûhâniyetinden istifade bereketiyle “Hilâfet”in “kâmil” sıfatıyla gerçekleştirilebildiği bir devredir. Ondan sonrası ise, hadîs-i şerîfte beyan buyrulduğu üzere, “meşakkatli bir hükümdarlık” olup bu devrin halifelerinin hilâfeti, “sûrî (şeklî) hilâfet” olarak adlandırılmıştır. Bunların ilki Emevî halîfeleridir.
Emevîler, Ehl-i Beyt’e karşı çirkin bir tavır takınmaktan dolayı kınanmakla beraber, bunlar içinde halîfeliği iki buçuk yıl gibi kısa bir müddet devam etmiş olmasına rağmen, müstesnâ icraatları hayranlıkla nakledilen Ömer bin Abdülaziz gibi büyük bir şahsiyet de vardır. Ömer bin Abdülaziz ve birkaç istisnâ dışındaki Emevî halîfeleri, İslâmlaştırmayı aynı zamanda Araplaştırmak sûretinde anladıkları için, yeni müslüman olan kitlelerin çeşitli antipati ve aksülamelleri ile karşılaşmış ve saltanatları ancak 92 sene sürebilmiştir.
Emevîler’in, Ömer bin Abdülaziz’den bir evvelki halifesi Süleyman bin Abdülmelik’tir. Bu zâtın, tâbiînden Ebû Hâzim adında mübârek bir şahsiyet ile karşılaşması ve onun pek güzel ve tafsîlâtlı bir nasihatine muhatab olmasının İslâm tarihinden edinilecek istifadeler içinde müstesnâ bir yeri vardır. Vak’a şöyle olmuştur: Yedinci Emevî halîfesi Süleyman bin Abdülmelik, Mekke’ye giderken bir seferinde Medîne’ye uğramış ve orada birkaç gün kalmıştı.
Etrafındakilere: “–Medîne’de Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ashâbından herhangi birine yetişmiş bir zât var mıdır?” diye sordu. Ona: “–Ebû Hâzim isminde biri vardır.” dediler. Hemen ona bir haberci gönderdi ve huzuruna getirtti. Ona: “–Ben hâlife olarak buraya geldiğim hâlde, bu ne alâkasızlıktır ki, benden uzak duruyorsun?!” dedi.
Ebû Hâzim: “–Ey mü’minlerin emîri, benim sizinle ne alâkam olabilir ki?” dedi.
Halîfe Süleyman cevâben: “–Medînelilerin ileri gelenleri yanıma geldiği hâlde sen niçin gelmedin!” diye sordu.
Ebû Hâzim: “–Ey Mü’minlerin Emîri! Bugüne kadar ne sen beni tanımaktaydın ne de ben seni görmüştüm. Nasıl benden böyle bir ilgi bekleyebiliyorsun?!” dedi.
Halîfe Süleyman, yanındaki Muhammed bin Şihâb ez-Zührî’ye dönerek: “–Bu yaşlı adam isâbet etti, ben hata ettim.” dedi ve bu tok sözlü insandan bir nasihat alma ihtiyacı hissederek: “–Ebû Hâzim! Bize ne oluyor ki, ölümden hoşlanmıyoruz?” diye sordu.
Ebû Hâzim: “–Nefsânî arzularınıza aldandınız, dünyayı mâmur edip âhireti harâb ettiniz. Bu sebeple mâmur bir yerden harâbe bir yere geçmek hoşunuza gitmiyor.” karşılığını verdi.
Halîfe Süleyman: “–Doğru söyledin Ebû Hâzim! Peki, insanlar yarın yüce Allâh’ın huzuruna nasıl çıkacaklar?” diye tekrar sordu.
Ebû Hâzim: “–Sâlih mü’minler (muhsinler), gurbetten âile efrâdının yanına dönen kimseler gibi huzurlu ve sevinçli olacaklardır. Nefsâniyetinin kölesi olan insanlar da, efendisinden kaçarken yakalanıp geri getirilen köleler gibi olacaktır.” deyince Halîfe Süleyman kendisini tutamayarak yüksek sesle ağlamaya başladı ve: “–Âh, Allah katında ne ile karşılaşacağımı bir bilseydim!” diye teessürlerini beyân etti.
Ebû Hâzim bu durumu görünce: “–Öyleyse amellerini Allâh’ın kitâbına ve Rasûlullâh’ın sünnetine göre mîzân et!” dedi.
Halîfe: “–Hâlimi mîzân etmek için nereye bakmalıyım?” diye sordu.
Ebû Hâzim: “–«Ebrâr (iyiler), şüphesiz Naîm cennetlerinde nîmetler içindedirler, kötüler ise hiç şüphesiz cehennemdedirler.» (el-İnfitâr, 13-14)” meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu.
Bunun üzerine Halîfe Süleyman: “–Yâ Ebû Hâzim, öyleyse Allâh’ın rahmeti nerede kaldı?” diye sordu.
Ebû Hâzim ise bu defa: “…Allâh’ın rahmeti muhsinlere yakındır.” (el-A’râf, 56) âyet-i kerîmesini okudu.
Daha sonra aralarındaki konuşma şöyle devam etti: “–Ebû Hâzim, Allâh’ın kulları arasında en değerliler kimlerdir?” “–Merhametli, cömert, mütevâzı, hizmet ehli ve ibret almasını bilen akıllı kişilerdir.” “–Hangi amel daha fazîletlidir?” “–Haramlardan uzak kalmakla birlikte farzları huşû ile edâ etmektir.” “–Hangi duâ kabule şâyandır?” “–Kendisine ihsanda bulunulan kişinin ihsan sahibine yaptığı duâdır!” “–Hangi sadaka daha fazîletlidir?” “–Son derece yoksul olan muhtaca, az maldan zorlanılarak imkân nisbetinde verilen ve arkasından başa kakma ve eziyetin vâkî olmadığı sadakadır.” “–Hangi söz daha âdildir?” “–Kendisinden korktuğun yahut bir şeyler umduğun kişi karşısında hakkı söylemen ve hakîkatleri ifade ve tebliğ etmendir.” “–En akıllı mü’min kimdir?” “–Allâh’a itaat husûsunda takvâ sahibi olan ve insanlara rehber olan kişidir. (Zîrâ Cenâb-ı Hak bizlerin takvâ ile topluma rehber olmamızı arzu ediyor.[1])” “–En ahmak mü’min kimdir?” “–Âhireti unutup dünyaya meyleden kişidir. Meselâ, kardeşi haksız olduğu hâlde, onun hevâsı istikâmetinde koşarak, başkasının dünyası uğruna kendi âhiretini fedâ eden kimsedir.” “–Çok doğru söyledin! Peki, bizim içinde bulunduğumuz durum hakkında ne dersin?” “–Ey Mü’minlerin Emîri! Müsâade ederseniz bu soruya cevap vermeyeyim!” “–Hayır! Sen bu sözlerini bana vereceğin bir nasihat olarak değerlendir.” “–Ey Mü’minlerin Emîri! Senin babaların insanları kılıç zoruyla baskı altına aldılar. İdareyi zorla, müslümanlarla istişâre etmeksizin ve onların rızâsı dışında ele geçirdiler. Bu esnâda pek çok insanın kanını döktüler. Onlar da sonunda saltanatlarını bırakıp öbür dünyaya irtihâl ettiler. Keşke şimdi onların âhiret âlemindeki «eyvâh» ve «vâh vâh»larını duyabilsen ve kendilerine neler söylendiğini bir bilebilsen!”
Halife Süleyman ile birlikte oturanlardan biri Ebû Hâzim’e sitem ederek: “–Ne kötü söyledin ey Ebû Hâzim!” dedi.
Ebû Hâzim ise şu cevâbı verdi: “–Bu hususta sen haksızsın!.. Çünkü Allah, ilim adamlarına, hiçbir şeyden korkmaksızın insanlara hakkı, hakikati ve doğruyu telkin etmelerini ve hiçbir hakîkati kesinlikle gizlememelerini emretmiştir.”
Halîfe Süleyman ona: “–Peki, biz nasıl ıslah oluruz?” diye sorunca, Ebû Hâzim şöyle cevap verdi: “–Şerri ve zulmü bırakırsanız, Allâh’ın mahlûkâtına şefkat ve merhametle muâmele ederseniz ve insanlar arasında eşit taksimatta bulunursanız, ıslah olmuş olursunuz!..” “–Böyle bir şeyi nasıl yapabiliriz?” “–Mallarınızı helâl yoldan kazanınız, emânet olan dünya malını ehli olan kimselere infâk ediniz.” dedi.
Halîfe sordu: “–Yâ Ebû Hâzim! Bize arkadaşlık eder misin? Eğer edersen sen bizden, biz de senin nasihatlerinden istifade ederiz.” “–Bundan Allâh’a sığınırım.” “–Nedenmiş o?” “–Az da olsa size meyletmekten korkarım!.. Zira siz nefislerinizin sultası altındasınız. Ben de size meyledersem o vakit yüce Allah hayatı da, ölümü de bana azap vesîlesi kılar.” “–Ebû Hâzim, bir ihtiyacın varsa bana söyle!” “–Beni cehennemden kurtarıp cennete koyabilir misin?!” “–Bu benim yapabileceğim bir şey değil!” “–Öyleyse benim de bundan başka bir ihtiyacım yok!” “–O hâlde bana duâ ediver!” “–Allâh’ım, eğer Süleyman Sen’in dostun ise, ona dünya ve âhiretin hayırlarını ihsân et. Eğer Sen’in hatalı yolda giden bir kulun ise, yâ Rabbi, onun hissiyâtını Sen’in rızân ile te’lîf eyle, onu sevdiğin ve râzı olduğun şeylere muvaffak eyle!” “–Bu kadar mı?” “–Eğer sen bu duâya lâyık isen ben gerçekten çok veciz ve aynı zamanda pek çok faydalar ihtivâ eden bir duâ yaptım. Yok, lâyık değilsen veya sırât-ı müstakîm üzere yaşamaya niyetin yoksa, o zaman bu, kirişi olmayan bir yay ile ok atmaya benzer ki, bunun hiçbir faydası yoktur.” “–Bana tavsiyede bulun!” “–Sana özlü bir tavsiyede bulunacağım: Rabbine tâzimle ibâdet et ve muâmelât husûsunda titizlik göster! Rabbinin seni her an gözetlediği, kalbinde kâmil bir idrak hâline gelsin. O’nun yasakladığı bir şeyi yapmaktan ve emrettiği bir şeyi ihmâl etmekten şiddetle sakın!”
Ebû Hâzim, Halife Süleyman’ın yanından çıkıp gidince, Süleyman ona yüz dinar gönderdi ve: “–Sen bunları harca, buna benzer sana daha pek çok ihsanlarda bulunacağım!” diye de bir mektup gönderdi.
Ancak Ebû Hâzim, bu yüz dinarı kabul etmeyerek halîfeye geri gönderdi ve şunları yazdı: “–Ey Mü’minlerin Emîri! Bana sorduğun soruların sana bir fayda vermemesinden ve verdiğim cevapların sende bir istikâmet hâli meydana getirmemesinden Allâh’a sığınırım!.. Senin için uygun görmediğim şeyleri kendim için nasıl uygun görebilirim?! Ben sana herhangi bir menfaat karşılığında nasihatte bulunmadım ki! Sana bu hususta bir kıssa nakledeyim: Hazret-i Mûsâ bin İmrân, Medyen Şehri’nin su kaynağına varınca[2] orada koyunlarını sulayan çobanlar görmüştü. Onların ilerisinde de koyunlarını öbür koyunlara karışmaktan alıkoyan iki kızcağız vardı. Onlara durumlarını sordu. Cevâben: «–Çobanlar koyunlarını sulayıp gitmedikçe biz koyunlarımızı sulayamayız, babamız da iyice yaşlandı.» dediler. Hazret-i Mûsâ, onların koyunlarını sulayıverdi. Sonra da bir gölgeye çekilip şöyle duâ etti: «Rabbim, ben Sen’in indireceğin her hayra muhtacım.»
O, bu duâyı yaparken sekiz günlük yoldan gelmiş, yorgun ve aç idi, düşman tehlikesinden korkuyordu, emniyette değildi. Buna rağmen sâdece Rabbine duâ etti ve sığındı, insanlardan hiçbir şey istemedi.
Çobanlar işin farkına varamadılar, ancak o firâsetli kızlar durumu derhal anladılar. Babalarına döndüklerinde başlarından geçenleri anlattılar. Babaları Hazret-i Şuayb -aleyhisselâm-: «–O zâtın karnı açtır.» dedi. Kızlarından birine: «–Git, onu buraya dâvet et!» diye emretti.
Kızcağız, Hazret-i Mûsâ’nın yanına varınca gereken saygıyı gösterdi ve yüzünü kapatarak: «–Babam sizi çağırıyor, koyunlarımızı sulayıverdiğiniz için size ücret verecek!..» dedi.
Yaptığı iyiliğin zikredilmesi ve buna karşılık ücret verileceğinin bildirilmesi Hazret-i Mûsâ’nın gönlüne ağır geldi. Ancak kızı tâkip etmekten başka bir yol bulamadı. Zîrâ O, dağlar arasında aç ve yapayalnız kalmıştı.
Kızın ardı sıra giderken rüzgâr esiyor, kızın elbisesini zayıf ve nahif olan bedenine yapıştırıyor, vücut hatlarını ortaya çıkarıyordu. Hazret-i Mûsâ ise, bazen yüzünü yana çeviriyor, bazen de gözlerini yumuyordu. Sonunda: «–Ey Allâh’ın kulu, arkamdan yürü de ne tarafa gideceğimi sözlerinle bana bildir!..» dedi.
Mûsâ -aleyhisselâm-, Hazret-i Şuayb’ın yanına varınca akşam yemeğinin hazırlanmış olduğunu gördü. Şuayb -aleyhisselâm- ona: «–Delikanlı, otur, yemek ye!» dedi. Hazret-i Mûsâ ise: «–Bundan Allâh’a sığınırım.» dedi. Şuayb -aleyhisselâm- büyük bir hayret içinde: «–Neden, aç değil misin?» diye sorunca Mûsâ -aleyhisselâm-: «–Evet, açım, fakat bu yemeğin, koyunları sulayıvermemin karşılığı olmasından korkuyorum. Bizler öyle bir âileye mensubuz ki, her hayrı sadece Allâh’ın rızâsı için yaparız.» dedi.
Şuayb -aleyhisselâm- ona: «–Hayır, ey delikanlı, Sen’in düşündüğün gibi değil. Bu benim ve babalarımın âdetidir. Misâfire ikrâm eder, insanlara yemek yediririz.» dedi.
Bunun üzerine Mûsâ -aleyhisselâm- oturup yemek yedi.”
Ebû Hâzim, bu kıssayı anlattıktan sonra Halîfe Süleyman’a şöyle yazdı: “Şimdi, bu yüz dinar, söylediğim sözlerin karşılığı ise, ancak zarûret hâlinde yenilebilen leş, kan ve domuz eti bunlardan daha helâldir. Yok, eğer o dinarları Beytülmâl’deki bir hakkım imiş gibi düşündüysen, o zaman bu paralarda benim gibi daha nicelerinin hakkı vardır. Bu hususta aramızda eşit bir taksimatta bulunduysan mesele yok, aksi hâlde benim de bunlara ihtiyacım yok.” (Bkz. Dârimî, Mukaddime 56/653; Ebû Nuaym, Hilye, III, 234-236) { Halîfe Süleyman, âlâyiş içinde yaşayan bir sultandı. Bu itibarla Ebu Hâzim’in belirttiği gibi belli ölçüde nefsâniyetinin hoyratlığı ve sultası altında yaşıyordu. Fakat nefsin sultasından mutlak bir sûrette selâmette kalabilmek, dünyada kaç kulun nâil olabildiği bir mazhariyettir?!
Bizler de hepimiz, -imkânlarımız ne olursa olsun- Halîfe Süleyman gibi -az veya çok- nefsânî arzuların sultası altında yaşamaktayız. Bu tarihî kıssada tâbiînden Ebû Hâzim’in Halîfe Süleyman’a ettiği nasihati, kendimize yapılmış gibi görerek nefsimizi sîgaya çekmeli ve amellerimizi o nasihatlerle yeniden mîzân etmeliyiz.
Bir Hak dostu der ki: “Arı, bir peteği bal ile doldurmak için bin çiçeği gezer.”
Bizler de bir arı misâli, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ve Hak dostlarının örnek hayatlarını okuyup kendimize emsal alarak onların iç dünyalarındaki duygularını ve davranışlarındaki güzellikleri hayatımızın her ânına aksettirmeye çalışmalı ve parlak bir ayna misâli, İslâm’ın güler yüzünü insanlığa yansıtmalıyız.
Yâ Rabbî!.. En yüce Rasûl’ünün örnek şahsiyet ve ideal ahlâkından, bizim hayatımıza da hisseler nasîb eyle!.. Onun tebliğ, tâlim ve temsil ettiği bütün fazîlet ve güzellikleri kazanmamız husûsunda bizlere yardım eyle!.. Bizi, O’nun müstesnâ ahlâkı ile ahlâklandır! Bize ihsan edeceğin güzel ahlâk, fazîlet ve şahsiyetle, günümüz cemiyetinde nice hidâyet ve hayırlara vesîle olmamızı cümlemize nasîb eyle!.. Âmîn…
[1] Bkz. el-Furkân, 74. [2] Bkz. Kasas, 23-26. |