Biz büyüdük, eskisi gibi çizgi film izlemiyoruz. Ama çocuklarımız, yeni çıkan çocuk kanallarıyla birlikte sabah akşam çizgi film izliyorlar. Salt çizgilerden oluşması, nedense biz büyüklerde çizgi filmlerin masum olduklarına dair bir kanaat uyandırmaya yetiyor. Televizyona bakıyoruz, çizgi filmmiş deyip geçiyoruz. Çizgi filmlerin birtakım zararları olabileceğine dair bilgimiz, yalnızca “Çizgi filmler çocuklara şiddeti öğretiyor” klişe haberleriyle sınırlı. Bu ise, işin iç yüzüne dair biraz derince bir anlayış sahibi olmadığımız için pratik yaşamda bize neyi nasıl yapmamız gerektiğine dair etraflıca fikir vermiyor.
Aslında, çizgi filmlerin çocuklara yönelik olumsuz yan etkilerini sadece şiddet bağlamında konuşmak bile, meseleye ne kadar sathî yaklaşıldığının bir kanıtı. Zira, çizgi film ile şiddet davranışı arasındaki ilişkiden önce esas araştırılması gereken konu, çizgi filmlerin çocukların ruh ve his dünyalarında doğrudan ne tür etkilerde bulunduğudur. Meselâ, çocuklarımız seyrettikleri (bolca korku öğesi barındıran) çizgi filmlerden ne kadar korkuyorlar? Bu, onların belli bir yaştan sonra gelişmeye başlayan bilinçli korkularına ne gibi menfi etkilerde bulunuyor? Acaba çocuklarımızın doğuştan beri varolan karanlık korkusu ile çizgi filmlerdeki kötü karakterler onun hayal dünyasında nasıl yeni ve bilinçli korkulara dönüşüyor? Bunları bilmiyoruz. Bu konularda yeterli araştırma da yapılmıyor.
Korkuyu şiddet davranışının önüne özellikle koyuyorum, çünkü çocuklar korkuyu iç dünyalarında doğrudan hissediyorlar. Oysa şiddet davranışı, çocuğun hareketlerinde gözlemlenebilen, korkuya nispetle daha dolaylı bir sebep sonuç ilişkisinin yansımasıdır. Biz yetişkinler ve maalesef uzmanlar, çocuğun ruhuna etki eden doğrudan etkiyi görmüyoruz da, daha dolaylı ilişkileri aydınlatma peşinde koşuyoruz. Neden böyle oluyor?
Çünkü bu tür araştırmalar, toplumdaki bazı bozulmalardan (şiddetin artışı) hareketle gündeme geliyor ve çocukluk yıllarında bu bozulmalara nelerin etki edebileceği sorusu üzerinden şekilleniyor. Dikkat ettiyseniz, burada çocuğun kendisinden hareket edilmiyor. Edilmediği için de, belki çocuklar çizgi filmlerden çok daha başka nedenlerle (meselâ korku ve dehşete kapılma) zarar gördükleri halde, bir tek şiddet faktörü üzerinde kilitleniyor mesele.
Bunları söylemekle, çizgi filmlerin çocuklarda şiddet davranışına yol açtığıyla ilgili iddiaları önemsemediğimiz sanılmasın sakın. Elbette şiddet konusu da çok önemli ve üzerinde durulmayı yerden göğe kadar hak ediyor. Lakin, bilinçli olarak meseleyi şu noktaya getirmeye çalışıyorum:
Biz büyükler, çocukluktan çıkıp da yetişkin sınıfına dahil olduğumuz andan itibaren, çocukluğumuzu unutuyoruz. Çocukluğumuz bir “uzak ülke”ye dönüşüyor. O yıllarda küçücük hareketlerin bile iç âlemimizde ne büyük depremlere, fırtınalara sebep olabildiğini hatırlamaz oluyoruz. Bir nevi, çocukluk hatıralarına ilişkin “alzheimer hastalığı”na tutuluyoruz. Böyle olunca da, hayatı sadece elimizde kalan tek boyutlu yetişkin bakışıyla değerlendirmeye başlıyoruz. Bu, biz büyükler arasında sorun oluşturmuyor belki ama devreye çocuk girdiğinde tek kelimeyle çuvallıyoruz. Sanıyoruz ki, çocuklar da dünyaya biz yetişkinler gibi bakıyor ve olaylardan aynı şekilde ve aynı dozda etkileniyorlar.
İngiltere’de bir ana-baba okulunda bu “yetişkin özrü”nü tedavi etmek için ilginç bir eğitim metoduna başvurulduğunu hatırlıyorum: Özel bir çocuk odası düzenlenmiş ve odadaki tüm eşyalar üç dört kat büyük yapılmıştı. Böylece anne baba adaylarına—en azından fiziksel olarak—çocuklarının gözünden dünyaya bakma alışkanlığı kazandırılmaya çalışılıyordu. Çocuk günlük yaşantısında ne tür zorluklar yaşayabilir, emeklemeye başladığında neler onun için bir engele dönüşür, neler onu korkutabilir, vs.
İşte, başta işin uzmanları olmak üzere, tüm anne babaların bu bakışı, fizikî çevreden öte, çocukların ruhsal yaşantılarını kavrama adına da kullanması gerekiyor. Ancak o zaman, çocuklar ile yetişkinler arasında büyük bir “hassasiyet farkı” olduğunu ve çocukların biz büyükleri o kadar da etkilemeyen pek çok şeyden korumamız gerektiğini layıkınca idrak edeceğiz.
Gerçekten, çocuklar ile büyükler arasında çevremizde yaşanan olaylara karşı çok önemli bir “hassasiyet farkı” söz konusudur. Bir papatya çiçeği kadar temiz ve narin olan çocuğun ruhu, biraz sert esen bir rüzgarda başını öne eğerken, artık koca bir çam ağacı olmuş biz yetişkinler için fırtına bile bazen vız gelir.
Başka bir ifadeyle, bizde fiske etkisi yapan bir darbe, çocuğumuzda yumruk etkisi yapabilir. Özellikle 2-6 yaş dönemi, bu açıdan çok dikkat edilmesi gereken bir evredir.
Acı olan şu ki, burada bahsettiğimiz zaafiyetten en çok çizgi film yapımcıları istifade ediyor. Nasıl olsa, anne babalar—daha kötüsü, uzmanlar ve RTÜK gibi düzenleyici kurumlar—çocuk hassasiyetine dair bir hassasiyet taşımadıkları için, bu sektörde istedikleri gibi at oynatıyorlar. Yani, çizgi film yapımcıları ile çocukların arasında, ne ebeveyn ne de kurumlar düzeyinde işleyen sağlıklı bir kontrol ve denetleme mekanizması bulunuyor. Bunun en bariz delili, yapımcıların kendi ağızlarıyla itiraf ettikleri gibi, ucuz diye dışarıdan on bin dolara çuvalla, çantayla film alınabilmesi. “Bunu nereden aldın, hangi şartlarda aldın, kime izlettin?” diye soran yok. RTÜK’e gelince, 2001 yılında Pokemon adındaki çizgi filmi yasaklamasının dışında bu konuda yaptığı bir icraatı ya da düzenlemesi yok.
O yüzden, iş geliyor, yine ebeveyne düşüyor. Anne babalar ne kadar bu konularda bilinçli olurlarsa, o kadar çocuklarının faydasını gözetmiş olurlar. Basit, ama maalesef gerçek bu.
ÇİZGİ FİLMLERİ DEĞERLENDİRMEDE BAZI ÖLÇÜLER:
Anne babaların, nitelikli çizgi filmler ile niteliksiz olanlarını ayırd etmede kullanabilecekleri bazı ölçüleri şöyle sıralayabiliriz:
1 - Evvela çizgi filmlerin neredeyse hepsinde, cansız cisimlerin canlandırılması, canlı varlıkların ise kişileştirilmesi söz konusu. Çizgi filmleri seyredilir kılan bu teknikler, aslında, çocuk fıtratına da çok uygun. Çünkü çocuklar eşyayı kendileri gibi canlı görme eğilimindedirler. Ruhlarında hâlâ baskın durumda olan cennetî hâl, her şeyi canlı görmelerine sebep oluyor. Gelgelelim, çizgi filmlerin çoğunda bu canlandırma ve kişileştirmelerin ölçüsü fena halde kaçıyor. Örneğin, insan sûretine sokulan bir hayvan, tamamen insanmış gibi hareket ettiriliyor, onun kendi hayvansı nitelikleri ise tamamen es geçiliyor. Hikâyenin orijinalinde mevcut olan bir İngiliz centilmenin yerine bir aslanın konduğu 80 Günde Devrialem çizgi filmi böyle meselâ. Bu tür çizgi filmlerin çocuklar için uygun olmadığını düşünüyorum. Çünkü bir hayvan alınıyor, bütünüyle insan kategorisine sokuluyor. Bu ise, çocuğun zihninde kategorilerin birbirine karışmasının yanı sıra, gerçeklik algılamasının da bozulmasına yol açar. O bakımdan, anne babalar, bu yöntemlerin uygulandığı çizgi filmlerde, kedi fare gibi hayvanların kendi fıtratları gereğince hareket edip etmediklerini iyi takip etmeli. Mutlaka bir kedi ya da köpeğin ağzından çıkan cümle, onun fıtrî gerçekliği içinde bir yere oturmalıdır. Aksi taktirde, öyle niteliksiz çizgi filmler var ki, çocuğunuzun sokakta gördüğü kedi, o kedinin arkadaşlarını toplayıp bir çıkmaz sokakta onu kıstırıp bir güzel pataklayabileceklerini düşünmesine yol açabilir.
2 - Çizgi filmlerde rahatsız edici öğelerden bir diğeri, kötü karakterlere haddinden fazla ve haddinden fazla köü biçimde yer veriliyor olmasıdır. Dikkat ettiyseniz, bunlar nedense hep iyi karakterlerden daha iri ve dehşet verici çizgilerle temsil edilmektedir. Çocuk hassasiyeti taşımayan çizerler marifetiyle, çatal dilli devasa yılanlara ve ejderhalara pekçok çizgi filmde rahatlıkla—hiçbir eğitsel çekince duyulmadan—yer verilmesi bunun bir yansıması. Hikâyenin çoğunlukla mutlu sonla bittiğini söyleyerek yapımcılar kendilerini savunabilir, ama filmin ortasında korku filmlerinde bile yer verilmeyen bu dehşetengiz manzaralara maruz kalan çocuğun, rüyalarının kabuse dönüşmesinden başka, kişiliği üzerinde de ne derece korkaklığa neden olduğunu gerçek ölçüleriyle bilemiyoruz. Fakat bildiğimiz bir şey var ki, bu kötü ve korkutucu çizgiler, çocukların bilinçli korku geliştirdikleri dönemlerde, hayal dünyalarında yeterince kötü temsilin depolanmasında baş rolü oynuyorlar. Böylelikle, karanlık korkusu gibi çocukların doğuştan getirdiği korkular, çizgi filmlerden transfer edilen canavar habis yaratıklara benzeyen figürlerle birleşerek, çocukların iç dünyalarında baş edemeyeceği düzeyde bilinçli korku sistemleri geliştirmelerine yol açabiliyor.
3 - Çizgi filmlerin bir başka zararı, pek çoğunun sapkın düşünce biçimleri içermesidir. Bu sapkın düşünceler, genellikle iyi ve kötünün kıyasıya rekabete sokulduğu çizgi filmlerde işleniyor. Kötü, çoğu kere kuru kafalı, pelerinli, şeytansı çizgilerce temsil edilirken, iyi yalnızca çizgi filmin kahramanı tarafından sembolize ediliyor. Buradaki fecaat, genellikle tanrısal güçlerin de kötü karakterlere hasredilmesidir. Yani kötü karakterler, yeraltında, şatolarda, karanlık mekânlarda ya tanrısal güçlerle rabıta kuran, ya tanrısal güçlere sahip ya da sahip olmak için durmadan plân yapan ihtiraslı figürler olarak tasvir ediliyor. Buna karşılık, iyi karakterlerin kendi güçleri dışında güvenebilecekleri çoğu kere hiçbir ilâhî bağlantıları yok. Başka bir ifadeyle, tanrı kötülerle birlikte! Anne babalar bu tarz çizgi filmlere de dikkat etmeli.
4 - Bir başka sorunlu taraf, çizgi filmlerin çoğunun, ahlâkî açıdan çok fakir senaryolara sahip olması. Özellikle Amerikan çizgi film endüstrisinin çocukların ruhî ve ahlâkî gelişimlerini dikkate alan, onları belirli faziletleri benimsemeye yönlendiren bir hassasiyeti neredeyse hiç yok. Bu açıdan, Japon film endüstrisinin de Amerika’dan altta kalır bir yanı yok. Oysa, belli bir fazileti (örneğin, yardımseverliği) çocuğa öğretmeyi amaçlayan bir gaye etrafında örülebilir çizgi film senaryosu. Fakat öyle yapılmıyor. Dışa fena halde bağımlı olduğumuz bu sektörde, yabancı çizgi filmler kendi kültürleri gereği tamamen bireyci, başkasına karşılıksız bir şey vermeyi enayilik sayan, çatışmanın esas olduğu bir anlayış çerçevesinde üretiliyor.
5 - Çizgi filmlerle ilgili bir diğer sorun, çizgi karakterlerin ticarî amaçla kötü yönde kullanımı. Bir alışveriş merkezinde çocuklar için ne kadar sağlıksız yiyecek varsa, dikkat edin, hepsinin üzerinde bu çizgi karakterler boy gösteriyor. Anne babalar, çizgi filmin kendisi faydalı bile olsa, o çizgi filmin kahramanı böyle bir kötülüğe alet ediliyorsa, o çizgi filmden de çocuklarını uzak tutmalılar.
Elbette bu konuda daha başka ölçülerde ortaya konabilir. Söz gelimi, anne babalar çizgi filmlerin çocuklarının yaş düzeyine uygun olup olmadığını; şiddeti oyun ve mizah içinde daha kolay benimsetip benimsetmediğini; çizgi karakterlerin kendilerini kolayca tehlikeye atarak, çocuklarının tehlike kavramlarının gelişimine mani olup olmadığını; sürekli yanıp sönen ışıklarla çocuklarının nöbet yaşamasına sebep olup olmadığını da dikkate almaları gerekiyor.
Sonuç olarak söylenmesi gereken şu ki, çizgi filmler asla basit çizgilerin toplamı değil, koca bir kültürü tek başına aktarma gücüne sahip, sınırları hayalgücü kadar geniş büyük bir coğrafya! Anne babalar ve eğitimciler olarak çocuklarımızı, bu coğrafyada yalnız başlarına kılavuzsuz bırakmayalım lütfen. |