SABAHIN ilk ışıkları, güneşli bir günü haber veriyordu. Kış ayları içinde bunun gibi lütuf kabilinden günleri de yaşıyoruz. Ne kadar şükretsek az. İnsanın içi bu gibi günlerde bir başka heyecan taşıyor.
Düşünüyorum da, eskiden okulda bize nasıl öğretilmişse o şekilde, kış mevsimini yalnız kış, yaz mevsimini de yalnız yaz günlerinden ibaret sanırdık. Ezberci eğitim diyoruz ya, işte burada kendini nasıl da belli ediyor.
Neden sonra, ömrümün orta yaşlarına geldiğimde, yaz ayları içinde soğuk yağmurlu günlerin saklı olduğunu, kış aylarında da ışıltılı pırıl pırıl günlerin bulunduğunu, hem de bolca bulunduğunu farkettim.
Bu keşif, kış ve yaz aylarının arefesinde insanı yakalayan o can sıkıcı mevsim depresyonuna karşı daha dirençli olmamı sağladı. Her ne ise...
Anlayacağınız, bugün kendimi iyi hissediyorum. Trafiğin yoğunluğu moğunluğu, hiçbir şey moralimi bozamaz. Okulun kapısından içeri adım atarken, aklımın bir köşesinde de, dün benden randevu isteyen veli gezinip duruyordu. Acaba, nasıl bir sorun koyacaktı önüme? Ona yardımcı olabilecek miydim?
Psikolojik danışmanların kaygısı da böyle şeyler işte. Çünkü karşınıza oturan kişilere her zaman yardımcı olamayabiliyorsunuz. Bu, kimi zaman sizden kaynaklanabileceği gibi, kimi zaman da karşınızda oturanın öyküyü çarpıtmasından kaynaklanabiliyor.
Mesela, ailesinin kendisine kötü davrandığını söyleyen ve yüzünde acı manzaraları gezinen bir öğrencinin, bir de bakıyorsunuz, velisi gayet aklı başında ve ne yaptığını bilen birisi çıkabiliyor.
Öğrenci, başarısızlığını kendisine fatura etmesi gerekirken, ailesine çıkarmaya çalışıyormuş meğer. Bu örnekteki gibi, bir kişinin anlatımıyla sınırlı kaldığınızda, öykü çok farklı bir renge bürünebiliyor.
Onun için sağlıklı bir sonuca varmanın yolu, tarafların hepsiyle görüşmekten ve onlar açısından da öykünün nasıl göründüğünü tespit etmekten geçiyor. Yoksa psikolojik danışman olarak gülünç vaziyetlere düşmeniz an meselesidir. Henüz yolun başında olan psikolojik danışman adaylarına benden söylemesi...
Masamın başında bu düşüncelere gömülmüşken, randevulaştığımız velinin kapıyı tıklatmasıyla birden gerçek dünyaya dönüş yaptım.
Servis kapısının ortasına koydurduğum küçük pencere sayesinde gelen kişiyi görebiliyorum. Parantez içinde belirteyim, bu pencereyi, içeride neler olup bitiyor merakını bastıramayanlara bir çözüm olarak düşünmüştüm vakti zamanında.
Çok da iyi etmişim. Hakkımda çıkabilecek pek çok dedikodunun önünü bu sayede almayı başardım.
Gelen veliyle yaptığımız görüşmeye geçmeden önce, şu noktayı da açıklığa kavuşturayım. Rehberlik Servisi’ne iki tür veli gelir. Birincisi, kendi isteğiyle gelenler; ikincisi, öğretmenin veya idarenin yönlendirmesiyle gelenler.
İkinci gruptakiler tedirgin ve kaygılı olurlar genellikle. "Acaba niye buraya yönlendirildim?" "Şimdi bana ne diyecek bu psikolojik danışman?" türü sorular, kafalarını epeyce meşgul eder. Ama görüşme başlayınca, bu kaygılar hemencecik eriyiverir.
Çünkü rehberlik görüşmeleri, mutad idareci-veli görüşmeleri gibi şikâyet-savunma diyalektiği üzerine kurulu değildir.
Psikolojik danışman, başarılı olur olmaz o ayrı konu ama, yapmaya çalıştığı şey, veli ve öğrencinin sorununa olumlu bir katkı sağlamaya çalışmaktır. Yani, meseleye onların yanından bakar. Yaraya merhem olmaya çalışır. Görüşmeye gelen veli, bunu fark eder etmez rahatlayıverir.
Şimdi karşımda oturan veli, beşinci sınıfa giden öğrencinin annesinin ise kendi isteğiyle geldiği için böyle bir kaygı taşımasına zaten gerek yoktu.
Selamlaşmanın ardından, oğluyla yaşadığı sıkıntıyı anlatmaya başladı. Aslında anlattıkları, daha önce çok işittiğim ortak bir sorun idi. "Çocuğum ders çalışmıyor!"
Arkasından yine beklediğim bir cümle döküldü dudaklarından: "Ona çalış çalış diye her zaman söylüyoruz, ama bizi dinlemiyor."
Ve hemen arkasından, kambersiz düğün olur mu, o tipik savunma cümlesi: "Ama biz onun bir dediğini iki etmiyoruz. Her istediğini yapıyoruz!"
Nefis işte, daima kendini temize çıkarmak istiyor. Veli de olsanız, öğretmen de olsanız, durum aynı. Genel kuraldır: Veli suçu öğrenciye ve öğretmene; öğretmen veli ve öğrenciye yıkmaya çalışır hep. Öğretmenler kurul toplantılarında daima topu velilere atarken, veliler de okul önlerinde kurdukları meclislerde öğretmenlerin bir bir ipini çekmeyi 'veli sorumluluğu'ndan addedip zevkle yerine getirirler.
ÖĞRENCİ ise, bu konuda daha farklı bir konuma sahiptir. O masumdur ya da en masum odur. Henüz dışarıdan bir bakışla olaylara analiz getiremediği için suçun gerçekten kime ait olduğunu tam bilemez. Etrafındakiler tüm suçun kendisinde olduğunu söylemektedir. Ama sezgileri bunu doğrulamaz.
Kavrayış sezgi düzeyinde olduğu için, öğrencinin tepkisi de bilinçli tepkiler yerine, duygusal patlamalar suretinde ortaya dökülüverir. Bu patlamalar eğer alan bulursa okulda, olmadı muhakkak evde kendini ifade eder. Bir bakıma, kurban, kendisini o hale koyanlardan intikamını er geç alır, ama alır.
NEDENSE, bir velinin "Çocuğum ders çalışmıyor" cümlesi ben de hep bir tıkanma duygusu yaşatır. Sanki çocuk normalde ders çalışmaya ayarlanmış bir varlık olarak yaratılmış da, "benimkisi bu işlevini yerine getirmiyor, bunda bir bozukluk var hocam!" edası hissederim bu cümlede.
Oysa, gerçek çok daha farklı bir yerdedir. Eğer sebepler açısından baksak, bir çocuğun düzenli ders çalışması için o kadar çok sebebin bir araya gelmesi gerekmektedir ki, bunları saymaya kalksak herhalde sayfalar yetmez.
Bu yorum ile ders çalışmanın dünyanın en zor işi olduğunu söylemek istemiyorum elbette. Ama bir düşünün şu söyleceklerimi:
DÜZENLİ ders çalışma davranışı için evvelâ "aile içi düzen" şarttır. Doğumdan itibaren, belli bir düzeni olması lazımdır evin. Süt emzirme döneminde dahi, belli aralıklarla emzirmenin, çocukta "düzen duygusu"nun oluşmasında rolü vardır.
Öte yandan, anne babanın 'rol-model' olması çok mühimdir. Anne babanın eline bir kitap alıp okumadığı, televizyonun başında saatlerini tükettiği bir evde, çocuğun "Ders çalış!" tehditleriyle ders çalışmasını beklemek, bilmem nasıl bir ana-babalık olarak değerlendirilmelidir?
"Ev kültürü" bir çocuğun ders çalışma davranışı kazanmasında çok etkilidir. Çocuğunun ders çalışmadığından şikâyet eden ailelerin çoğunun evinde "seyirci kültürü" hâkimdir. Oysa, ders çalışma davranışı, "yazılı kültür"e geçmiş ailelerde anlam kazanır ve anlamlı bir iş olarak görülür. Yani, anne baba, okuma-yazmayı mezuniyetle birlikte terk etmeyip kendilerine göre kitapla, yazıyla iç içe olan ve yazıdan hayatına yön veren insanlar olmalıdır.
Neticede, her şey bir "ortam" ister. Tohum ortamını bulursa yeşerir. Öğrenci de ortamını bulursa, ders alışır. Kıraç bir ortamda çiçek açmaz. Hiç olmazsa, anne baba kendisi bilgili insanlar olmasa bile, bilgiye saygılı insanlar olmalıdır. Çocuk bunu hissederse, o da bilgiye ve bilgilenmeye değer verir.
Bu "ortam" meselesi, okul için de geçerli tabi. Acaba, okul öğrenciyi ders çalışmaya teşvik edici bir ortam sağlamakta mıdır?
Git gide okul süreleri uzuyor. Eskiden sabahçı öğleci diyorduk, şimdi çoğu okul sabahtan akşama eğitim veriyor. Yetmedi, bir de dershaneler sahne alıyor.
Biz büyükler dahi bir saatlik bir seminer dinlediğimizde, sabır taşımız çatlayacak gibi olurken, çocuklar buna neredeyse, haftanın her günü ve günün büyük bölümünde maruz kalıyorlar.
Birbirinden bıçakla kesilmiş gibi ayrılan her bir ders saatinde, tek tek öğrencilerin hepsinde ilgi ve merak uyandırılıp, sonra soğutulmaya bekletilen motor gibi soğutulan ve sonra bir sonraki derste yeniden ısıtılmaya alışılan öğrencilerin ruh halini düşünen var mı? Veya böyle bir şey mümkün mü gerekten?
DÜNYA üzerinde bir "müfredat" anlayışı var ki, eğitimin önündeki en büyük engel bana göre. Neden mi?
Düşünün şimdi: Öğrencinin önündeki 9 ayı planlıyorsunuz. Örneğin, Nisan ayının ikinci haftasının ilk gününün ilk saatinde hangi dersi işleyeceğiniz, daha Eylül ayından belli.
Karşınızda kimler var? İlgileri, merakları birbirinden apayrı otuz ayrı ruh. Kimi atlara meraklı, kimi ağaçlara, kimi elektronik eşyaya, kimi dolaşmayı, yeni yerler görmeyi seviyor, kimi başka bir şeyi.
Siz ne yapıyorsunuz? Bu ilgileri ve alâkaları yok sayıp hepsini aynı kabul edip üzerlerinden silindir gibi aynı ezber bilgileri boca ediyorsunuz. Üstelik, bunu yapmak için çocukları hareketten kesiyor, karşınıza süs bitkisi gibi oturtuyorsunuz.
Fakat gelin görün ki hareketten kesilen çocuğun duyguları da durağanlaşıyor ve heyecan dibe vuruyor. Hareket ve duyguların canlı bir katılımda olduğu bir "gerçek olay" vuku bulmuyor sınıfta. "Bitkisel bir süreç" yaşanıyor.
HALBUKİ, "öğrenci merkezli eğitim" odur ki, her bir öğrencinin ilgi ve alâkalarını tespit edip onun üzerinden yürümeyi gerektirir.
Meselâ, benim kızım izlediği bir CD sebebiyle küçüklüğünden beri, atlara çok meraklıdır. Eğer ona bir şey öğretmek istiyorsanız, atlardan yola çıkarsanız, işinizi yarı yarıya kolaylamış olursunuz. Ama bunu dikkate almazsanız, onun derste ata binmeyi hayal etmesinin önüne geçemezsiniz.
Daha bunun gibi, ders çalışma davranışının önünde pekçok engel veya motivasyon kırıcı sebep sayabilirim.
Fakat karşımda oturan veli, öyle bir cümle kuruyor ki, en azından ev ortamıyla ilgili olarak, bu menfi sebeplerin hiçbirini tamir etmeyle uzaktan yakından alâkası yok. Ne diyordu: "Ama Hocam, biz onun dediği her şeyi yapıyoruz."
İyi ama, onun istediği her şeyi yapmanız ile ders çalışma arasında birbirini gerektiren bir bağ yok ki!
Söz gelimi, ne yapıyorsunuz? Ona kek yapıp yanına da meyve suyu mu veriyorsunuz? Doğrusu, mideye inen bu besinler bünyede ders çalışma iştihası açar diye bir kaide ben bilmiyorum. Siz biliyor musunuz?
Başka ne yapıyor olabilirsiniz? Harçlığını eksik etmiyorsunuz. Başka? İstediği kıyafeti alıyoruz. Başka? İstediği cep telefonunu alıyoruz.
Eğer istediklerini yapıyorsanız, muhtemelen böyle şeyler yapıyor olmalısınız. Bunların hiçbirinin ders çalışma davranışını motive etmeyle doğrudan bir ilgisi olmadığı gibi, belki ters etkiye bile sebep olabilir.
Şimdi biraz konuyu farklı bir açıdan ele alacağım.
"Her istediği yapılan" ifadesi, temelde maddi istekleri yansıtır. Küçüklüğünden beri maddi istekleri bolca karşılanan çocuğa verilen mesaj, mutluluğun madde dünyasında olduğudur. Bir nevi, "parayla saadet olur" itikadı çocuğa yerleşir.
Yine bu çocuklarda, istediği her şey yerine getirildiği için "sabır duygusu" gelişmez. Sabır duygusu gelişmediğinden dolayı azim ve çalışkanlık da gelişmez. İyi ama, siz çocuğunuzun dersini çalışan, başarılı bir öğrenci olmasını istemiyor muydunuz? O zaman, biraz daha ölçülü, istekler ile görevler arasında bir denge gözetmeniz gerekmiyor muydu?
BANA göre burada kritik olan ve incelenmeye değer olan nokta, çocuğun niçin ders çalışmadığı değil, anne babanın niçin çocuğunun her istediğini yapmaya çalıştığıdır.
Anne baba sanır ki, çocuğun isteklerini doyurursa, sıkıntısız büyür. Onu bir cennet çocuğu gibi büyütmeye çalışır. Ama her istediğini yerine getirmekle, nefsi azgınlaşmış ve düzen duygusuna yabancılaşmış bir ruha su verilmiş olur.
Genellikle kendi çocukluğu hakkında ezik hisler taşıyan veya çocuğuna yeterince iyi anababalık yapamadığını düşünen aileler, çocuklarını maddi ödüllere boğarak telafi yaşamaya çalışırlar.
FAKAT sonuç, hemen hemen daima hüsrandır. Çünkü maddi telafiler, manevi ihmalleri onarmada yetersiz kalırlar. Hiçbir zaman her istediği yapılan çocuktan, istediğimiz çocuk çıkmaz. Burada çok ciddi bir "formül hatası" var ki, karşımda oturan veliye de bunu elimden geldiğince anlatmaya çalıştım.
Tabi, yazarkenki sert üslubumu görüşme sırasında kullanmadım. Orada ses tonumu daha nazik ayarlamaya çalıştım.
Giderken kafasından neler geçiyordu bilmiyorum, ama o da nazik bir şekilde teşekkür ederek ayrıldı yanımdan.
En azından, çocuğunun çevresindeki ortamları oluşturan başta kendisi ve ev ortamı olmak üzere, okul ve diğer ortamlar hakkında bir bilinç geliştirmiş olacağını umarım.
Bir velinin "nefis muhasebesi" de herhalde böyle bir şey olmalı!
Ömer Baldık
|