Din, Vicdanı Besleyen Şahdamardır, Sun’î Davranışlar, Bu Damarı Tıkar
Din, vicdanı besleyen “şahdamarı”dır. Vicdan bu damardan gelen kan ile gelişir ve hassasiyet kazanır. Dînî duyguların zedelenmesi, aynı zamanda vicdanın da zedelenmesi mânâsına gelir. Çocuk, gerek âile içinden ve gerekse çevresinden “samimi” dînî duygularla değil, “sun’î” ve yapmacık söz ve davranış örnekleriyle besleniyorsa, böylesi bir çocuğun gelişmiş bir vicdan sahibi olacağını düşünmek hata olur. Anne-baba, hayatın her safhasında olduğundan çok daha fazla olarak, çocuklarının samimî dînî değerler ile tanışmalarına özen göstermelidir.
İlâhiler, Ezgiler ve Çocuk Vicdanı
Meselâ bir anne-baba, çocuklarına dînî eğitimin bir parçası olarak gördüğü, ilâhî ve ezgi dinletmeye özen gösteriyor olabilir. Ancak, bu ilâhîleri/ezgileri söyleyen sanatçı ile ilâhînin/ezginin sözleri arasında bir uyumsuzluk var ise, işte o zaman şahdamardan vicdana akan kan, vicdanı besleyici değil, zehirleyici özellik taşır.
Meselâ, böylesi bir ilâhîde, sanatçı, “Seni andıkça gözlerimden ırmak gibi yaş boşalır, neredesin yâ Nebîler Nebîsi…” diyor, ama gözlerinde bir damla yaş akmıyorsa, bu ilâhîye muhatap olan çocuk, vicdânen kirlenmeye, ikiyüzlü olmaya, olmadığı gibi görünmeye adaydır. Vicdanına bu tür sun’î duygular akan çocuk, içinde taşımadığı duyguları, sanki taşıyormuş gibi gösterilebileceğinin örneğini bu ilâhî ile öğrenecektir.
Böylesi bir hâl ise, vicdan eğitimi açısından bir yıkımdır. Bu noktada, anne-babalar -her ne kadar iyi niyetli olarak da olsa- evlerinde, arabalarında, bu türden sun’î ilâhî/ezgi ve şarkı dinliyor ve çocuklarına dinletiyorlarsa, ciddi endişe taşımalıdırlar.
Vicdan eğitimi konusunda çocuklarına karşı şuurlu bir yol izlemek isteyen anne-babalar, sözler ile davranışlar arasında tezat taşıyan böylesi sun’î atmosferlere çocuklarını muhatap edeceklerine, aynı ilâhîleri, kendileri, gözyaşı içinde ve samimice söylemeleri, yetiştirdikleri çocuklarının vicdanında binlerce kere daha olumlu te’sir oluşturacaktır.
Başka bir örnek vermek gerekirse, anne-babalar, çocuklarına dînî eğitim verirken veya dînî eğitim verecek bir şahsı tespit ederken, âzami ölçüde dikkat etmelidirler. Çocuğun gittiği bir sohbette ya da dînî derste, sohbeti yapan kişi -meselâ- “Allah derken kalbim duracak gibi oluyor, kendimden geçiyorum.” diyor, ama sohbet bitene kadar ne kalbi duruyor ne de kendinden geçiyorsa... Sohbetin sonunda da, “Çok yorulduk, şöyle güzel ikramlar gelse de sohbetin tadı çıksa…” diye espri yapıyorsa… Böylesi bir ortamda bulunan çocukların vicdanlarının gelişeceğini düşünmek, çok doğru olmaz. Çocuk, gerek âile ortamında ve gerekse dînî eğitim sırasında karşılaştığı her türlü iletişimde gayet samimî kişilerle muhatap olmalıdır.
Bir başka örnek vermek gerekirse, okunan bir Kur’ân-ı Kerîm, ne okuyan kişide, ne de dinleyenlerde herhangi bir te’sir oluşturmuyorsa, çocuık vicdanı, böyle bir ortamdan samîmi intibâlar edinmeyecektir. Ne zaman ki, okunan Kur’ân-ı Kerîm’in te’siri ile ses, boğazda düğümleniyor, gözlerden yaş boşanıyor ve gönlü, ulvî duygulara sevk ediyorsa, böyle bir ortam çok daha müsbet tesirler hâsıl edecektir.
Çocuk, gözyaşları içinde Kur’ân okuyan anne-babasının o hâlini, bütün bir ömür boyu vicdanında sıcacık bir hâtıra olarak taşıyacaktır. Çünkü din ve dine ait değerler, vicdana aracısız olarak ve “direkt” te’sir eder. Çocuk, din ve dînî değerlerle muhatap olduğu her dakika, vicdan kapısını açık tutar. Samimice açılmış olan bu vicdan kapısından sun’î duygular girdiği takdirde, çocuk vicdan kapısını açmakta artık tereddüt geçirir.
Karşılaştığı olaylara şüphe ve tereddütle bakar. Olayları “vicdan” muhâsebesi ile değil de “akıl” hesabı ile değerlendirmeyi öne çıkartır. Köşe başında vurulmuş bir kişi için, “Ne kadar üzücü, vicdanım sızladı.” demek yerine, “Bir suçu olmasa, köşe başında vurmazlardı.” diyecek karaktere doğru adım adım yaklaşır.
Veya bir başka örnek vermek gerekirse, özellikle namaz kılınırken, çocuk, namaz kılan anne-babasını, ya da büyükanne-büyükbabasını gayet ciddî ve vakarlı bir vaziyette görmüyorsa, namaz kılan kişi laubâlice hızlı hızlı yatıp kalkıyorsa, vicdanı besleyen o şahdamarının yavaş yavaş tıkanmakta olduğu bilinmelidir.
Çocuklar özellikle, dört-yedi yaş arası dönemde bu samimî gözyaşları ve duygularla tanışmalıdır. Bunun tam tersi olarak da, (dört-yedi yaş da dâhil olmak üzere) özellikle ergenlik çağına gelmiş bir çocuğa, yukarıda örneklerini verdiğimiz, sahte duygu ve hisler taşıyan ortamlar oluşturulmamalıdır.
Sadece dînî duygulardaki sun’îlik değil, aynı zamanda, günlük yaşantıda da çocuğa çok samimi ve içten davranmalı, sun’î davranışlardan kaçınılmalıdır. Hissetmediği şeyi hissediyormuşçasına konuşmalar, yaşamadığı duyguları yaşıyor gibi göstermeye çalışmalar, gelişmekte olan çocuğun vicdânını perişan eder.
Örneğin, komşuları vefat etmiş bir âile, çocukları ile birlikte tâziye ziyareti yapıyor olsun. Ziyarette giden anne-baba, çocuklarının yanında, rahmetlinin ne kadar dürüst ve iyi bir insan olduğunu söylese ve hatta üzüntüden gözyaşı dökse, tâziye bitip eve doğru giderken aynı anne-baba, çocuklarının yanında, vefât eden kişinin aslında ne kadar da kötü bir hayat yaşadığından bahsedecek olsa, böylesi bir olay çocuğun vicdanında koca bir yük olarak bir ömür boyu asılı kalır.
Çocuk, biraz önce ölü evinde gözyaşı döken anne-babasının, eve giderken nasıl da farklı bir karaktere büründüğünün şâhidi olduğundan, yalancı duyguların nasıl ve ne zaman kullanılacağı hakkında kendisi de bilgi depolamış olacaktır. İşte bu yüzden anne-baba, günlük hayatın her safhasında samimi davranışlar sergilemeli ve yalanın zerresine bulaşmamalıdır. Çünkü yalan, vicdanı zehirleyen bir yılan gibidir.
Yalan, Vicdanı Zehirler…
Dînî yaşayışta samimiyetten uzak tavırlar sergilemek, çocuğun vicdanını katılaştırdığı gibi, yalan söyleyen insanlarla muhatap olan çocuğun vicdanı da santim santim boğulur. Bazen küçük ve tatlı yalanlar, bazen “şakacıktan” söylenilen “pembe” yalanlar, çocukların vicdanına zehir akıtır. Zira hiçbir vicdan, söylenmiş olan bir yalan karşısında sessiz duramaz. Eğer kişinin vicdanı ölmedi ise, söylenen bir yalan, o vicdanı habire rahatsız eder.
Vicdanın verdiği bu rahatsızlıktan bunalan kişi, sonunda vicdanının sesini bastırmaya ve söylediği yalanı meşrû göstermeye gayret sarf edecektir ki, bu da vicdan duygusunu dumûra uğratır. Gelişmesi ve ışıl ışıl parlaması arzu edilen vicdan, böyle haksız baskılara mâruz kaldıkça, zamanla yok olup gidecektir.
O hâlde çocuklarının vicdanlarını geliştirmek ve o vicdanı berrak vaziyette tutmak isteyen her anne-baba, yalandan, yılandan kaçar gibi kaçmalı, çocuklarına yalanın zerresi bulaştığında onların vicdanlarında açılacak olan yarayı da hesap etmelidir.
Çocuk, Anne-Babasının Yankısıdır
Çocuk, anne-babasının bir yankısıdır. Anne-baba, çocuklarına nasıl seslenirse, çocuklar, anne-babalarına aynı karşılığı verirler.
Çocuklar, özellikle ilk 4 yıl, anne-babalarını taklit ederek, hayatın kurallarını öğrenirler. Yeni doğan bir bebek, annesi, ayakları üzerinde yürüdüğü için, emeklemeyi bırakıp ayaklarının üzerinde durmaya çalışır. Anne konuştuğu için, çocuk, annenin dudaklarına bakar ve kendi de aynı sesleri çıkartmaya çalışır. Ve bütün doğan bebekler, yeni bir insan olma yolunda bu “davranış kopyalama” sürecini çok kısa sürede başarırlar. Ve çocuklar, ilk dört yaş dönemine kadar öğrendikleri bu davranışları geliştirerek bir ömür boyu sürdürürler.
Çocuk, bu taklit sürecinde, anne-babadan sadece konuşmayı ve yürümeyi değil, hangi olaylara nasıl tepki vereceğini de öğrenir. Örneğin, anne, ayağının altına gelen bir karıncayı basmak üzere iken, “Aman üzerine basmayayım, yoksa karıncanın ayakları kırılır ve yuvasına gidemez!..” diyerek çocuğuna bir davranış modeli sergiliyorsa, çocuk, annenin bu hassas ve vicdânî davranışını da ânında kopyalayacaktır. Dolayısıyla çocuklar, anne-babalarından sadece davranışlarını değil, onların vicdanlarını da kopya ederler.
Bahane, Vicdanı Öldürür
“Vicdanım, acaba ne kadar hassas?” diye merak ediyorsanız, kullandığınız, “ama” kelimelerine dikkat edin… Ne kadar çok bahane buluyor, ne kadar çok “ama” diyorsanız, bilin ki, o “ama”lardan sonra kullandığınız her söz ile, kendi vicdanınızı öldürüyorsunuz.
5 yaşındaki bir çocuğun öğretmeni tarafından demir sopa ile dövüldüğünü düşünün. Bu dayağın verdiği acı ile çocuğun baygınlık geçirmesi, her insanda farklı farklı vicdânî tepkiler oluşturur. Vicdanlarda oluşan tepkilerin farklılığı, hâdiseye şâhit olan insanın kendi vicdanına söylediği bahaneler adedince azalır.
Meselâ, dayak yiyerek baygınlık geçiren bu çocuğun, aslında ne kadar yaramaz ve baş belâsı olduğunu bilen okuldaki bir başka öğretmenin, “Böylesi bir olayı kesinlikle tasvip etmiyorum, «ama», çocuk da gerçekten çok yaramazdı.” dediğine şâhit olabilirsiniz. İşte bu “ama”dan sonra söylenilen şeyler, vicdan sızısını azaltan birer “bahane” dir.
Bahaneler, insan vicdanındaki sesi kesen birer “akıl cambazlığıdır”. Duru bir vicdan, bahanesizdir. Hiçbir şeyden etkilenmeden karar verir. Hassas bir vicdandan çıkan ses, “Bir çocuğu döverek bayıltmak, tek kelime ile vicdansızlıktır. Hem de «ama»sız bir vicdansızlıktır!..” diyecektir.
Kişi, kendi vicdanını ölçerken, olaylara karşı verdiği tepkilere ve bu tepkiler karşısında kullandığı kelimelere bakmalıdır. Biz, habire bahane üreten biri miyiz? Bize sunulan her şeye, “ama” diye mi karşılık veriyoruz? O hâlde, büyük bir ihtimalle, kendimize ve bizim, insan gibi insan olmamızı sağlayan vicdanımıza karşı çok büyük haksızlık yapıyoruz demektir.
Netice olarak diyebiliriz ki, çocuk terbiyesi ile meşgul bir anne-baba, kendisinin ne kadar vicdan sahibi olduğunu sorgularken, öncelikle kendisini iyice gözlemlemelidir. Karşılaştığı ve vicdanını yokladığı hâdiseler karşısında, ne kadar çok bahane üretiyor ve ne kadar çok “ama”, “fakat”, “ancak” gibi kelimelerle akıl cambazlığı yapmaya çalışıyor, dikkat etmelidir.
Şebnem dergisi |