|
Anne ve baba adayları dikkat |
|
|
Anne ve baba adaylarına genellikle sorulan bir soru vardır ‘kız mı bekliyorsunuz, oğlan mı? diye sorarlar. Çoğu kez verilen cevap şudur; ‘sakat olmasın, eli yüzü düzgün olsun, cinsiyeti önemli değil'.
Gerçekten de doğacak bebeklerinde şekil bozukluğu olasılığının olması anne ve baba adaylarının korkulu rüyası. Bu sakatlıkların önlenmesinde anne-baba adaylarının beslenmelerinin önemi var mı?
Evet, anne-baba beslenmesi ile doğuştan (konjenital) şekil bozuklukları (malformasyon, deformasyon) arasında ciddi ilişkiler mevcut. Doğal beslenen kabile topluluklarında doğuştan dudak-damak yarıkları, omurilik fıtıkları, kalp şekil bozuklukları gibi anormallikler neredeyse hiç görülmüyor.
Tüm yenidoğanların % 2-3'ününde yapısal majör anormallikler var. Bunların başında sırasıyla merkez sinir sistemi, kalp ve böbrek-genital organ anormallikleri geliyor. Bu sayı yalnız doğumda fark edilebilen anormallikleri içermekte ve özellikle renal/kardiyak sisteme ait, doğumdan sonra tespit edilen anormallikler eklendiğinde oran %5'e çıkıyor. Minör anormallikler ise doğal olarak çok daha fazla.
Yapısal bozuklukların yanında diyabet, kanser, alerji, geniz eti, bademcik, sinüzit, otizm, şizofreni, kanser ve kalp hastalığı gibi birçok hastalık anne karnındaki beslenme ile çok yakından ilişkili olabiliyor. Hatta çocuğun zekası ve güzelliği de beslenmeden çok etkileniyor. Yani anormal bir çocuğun doğması çoğu kez Allah'tan değil, kuldan!
Çok enteresan, yani bu hastalıklar genetik değil mi?
Fenilketonüri, hemofili ve talasemi gibi hastalıklar anne ve babanın taşıdığı bozuk genlerden kaynaklanıyor. Bunlar klasik Mendel kalıtımı ile geçen hastalıklar. Ama her doğuştan olan hastalık genetik değil. Hatta doğuştan olan hastalıkların çok büyük bir çoğunluğu bozuk genlere bağlı değil.
Vücudumuzun bütün fonksiyonları 30,000 kadar gen tarafından denetlenmekte. Yaygın kanının aksine birçok genin fonksiyonları değişmez değil; yani genler kader değil. Çevresel faktörler genlerin fonksiyonunu olumlu ya da olumsuz yönde etkiliyor.
Genler besinlerini almadan iyi çalışamıyorlar. Eğer genler iyi beslenirse ve toksinlere maruz bırakılmazlarsa fetüs (dölüt, cenin) sağlıklı olarak doğuyor. Genler kötü beslenirse fonksiyonlarını yerine getiremiyor; organlar ve uzuvların oluşması ve merkez sinir sisteminin olgunlaşması gibi biyolojik gelişim programlarının işlemesi aksıyor. Yani genlerin yapısı değişmiyor, ama fonksiyonları bozulabiliyor.
Eğer dedikleriniz doğru ise yani yediklerimiz doğacak çocuklarımızı etkiliyorsa, o halde ağzımıza attığımız her lokmada daha dikkatli olmamız gerekmiyor mu?
Evet son yıllarda öğrendiklerimize göre diyet, güneş, hava, su, ağır metaller, diğer kimyasal toksinler, biyolojik toksinler ve stres gibi çevresel faktörler gen dizilimini hiç etkilemeden, fakat fonksiyonlarını bozarak çok sayıda hastalığa neden olabiliyor.
Genleri elektrik düğmesine benzetebiliriz. Düğme açık ise sorun olmuyor, fakat kapalı, yani susturulmuş ise hastalıklar ortaya çıkıyor. Tabii hastalıklı genin susturulabilmesi ve bu şekilde hastalıkların düzelmesi de söz konusu. Son yıllarda genler ile çevresel faktörler arasındaki ilişkileri inceleyen yepyeni bir bilim dalı gelişti; epigenetik diye.
Bakın bu konunun önemini vurgulamak için size agouti geni taşıyan farelerle ilgili bir deneyi anlatacağım. Bu fareler normal hayatlarında şişman, kanser ve şeker hastası olurlar. Yapılan araştırmada bu farelere hamileliklerinde folik asit, B12 vitamini ve betain gibi metillendirici gıdalar verilmiş. Yavrular doğduğunda hiç birinin anne babaları gibi şişman, diyabetli ve kanser olmadığı saptanmış. Anne ve babalarından daha uzun yaşamışlar. Belli ki bu gıdalar bozuk genin etki etmesini engellemişler.
İnsanın gelişimi bağımsız fakat birbirleri ile bütünleşmiş kompleks biyolojik programlara bağlı. Gelişim programları döllenmeden hemen sonra faaliyete başlıyor. Bu programların çalışmasını başlatan ve anneden plasenta (döl eşi) yolu ile fetüse verilen spesifik besinlerin varlığına bağlı.
Bu besinlerden biraz bahseder misiniz?
Aslında her doğal gıda fetüsün sağlıklı olarak gelişmesi için çok önemli. Ama yine de bunlar içinde bazıları çok spesifik. Folik asit, D vitamini (güneş), A vitamini, B12 viamini, omega-yağ asitleri, kolesterol, iyot, çinko ve probiyotikler bunların başında geliyor.
Birçok hamile kadına gebelikleri sırasında diyabet araştırılması yapılıyor. Hekimler anne adaylarına eğer şekerlerini kontrol altına almazlarsa doğacak çocuklarında anormallik olabileceğini söylüyor. Şeker yüksekliğinin bu anormalliklerle ne ilişkisi var?
Diyabetik anne çocuklarında normal popülasyonda görülenin 2-6 katı daha fazla anormallik görülüyor . Bu gebelerde HbA1C (ortalama şeker düzeyi) ne kadar yüksek ise konjenital (doğuştan) anormallik sıklığı da o kadar yüksek oluyor.
Aslında bu kadınlar gebelik öncesi tam anlamı ile şeker hastası değil, gizli şeker hastaları. Yani metabolik sendromları var. Gebelik sırasında fizyolojinin değişmesine bağlı olarak gizli olan şeker hastalığı aşikar hale geliyor. Buna gebelik diyabeti deniyor. Gebelik diyabeti tüm gebe kadınlarda ortalama % 5-10 civarında görülmekte. Gebelik sonlandıktan sonra bu aşikar diyabetik durum kayboluyor. Kadın tekrar gizli diyabet oluyor. Ama beslenmesini düzeltmezse yıllar içinde tekrar aşikar diyabet gelişiyor.
Gebeliğin özellikle ilk haftalarında HbA1C'nin (%6) ve yemek sonrası (2 saat) kan şekerinin 140-150 mg/dL'nin altında tutulması gebelik diyabetinde görülebilen şekil bozukluklarını ve iri doğumları azaltıyor. Fakat birçok kadın-doğum hekimi diyabet kontrolünü gebeliğin 24-28. haftaları arasında yapıyor ki bu bence çok yanlış.
Neden?
Çünkü organ taslakları gebeliğin ilk haftalarında oluşuyor. Şeker kontrolünün aylar sonra yapılmasının organ anormalliklerinin önlenmesi üzerine hiçbir etkisi yok. Gerçek anlamda rizikonun azaltılması isteniyorsa kontrole döllenmeden önceki aylardan itibaren başlanması gerekiyor. Bu da anne adayının döllenmeden aylar öncesi taş devri diyeti gibi undan-şekerden fakir bir diyeti yapmasını gerektiriyor. Türkiye'de doğurganlık çağındaki kadınlarda metabolik sendrom oranının yaklaşık %40 olduğunu söylersem tehlikenin büyüklüğünü daha iyi anlayabilirsiniz.
Bazı bebekler cılız doğuyorlar, bunlar da mı annenin beslenmesi ile ilgili?
Büyük ölçüde öyle. Düşük doğum tartılıların bir bölümü erken (prematüre) doğuyorlar. O nedenle doğal olarak kiloları düşük. Bir bölümü ise gününde doğuyorlar ama yine de kiloları düşük oluyor.
Bilindiği gibi normal gününde doğan çocukların kilosu 2.5-3.5kg arasında. Düşük doğum tartısı daha çok sosyoekonomik durumu iyi olmayan ve doğum öncesi dönemde izlenmeyen annelerde daha sık görülüyor. Gelişmiş ülkelerde sıklık %3-5. Az gelişmiş ülkelerde bu rakam prematüreler ile birlikte %20'lere kadar çıkıyor. Türkiye'de %15 dolaylarında. Bu çocuklarda yenidoğan dönemindeki ölüm oranı çok daha yüksek oluyor.
Gebelik sırasında yetersiz beslenme bebeği başka hastalıklara da maruz bırakabiliyor. 2.5 kg'ın altında doğan bebeklerin ileriki yaşamlarında diyabet, hipertansiyon ya da koroner kalp hastalığı olma olasılıkları, normal kilo ile doğan bebeklere oranla 10 kat daha fazla.
Siz hamilelerin kesinlikle balık yağı takviyesi almasını öneriyorsunuz. Gerçekten çok mu önemli?
Daha önce de anlattım, biliyorsunuz balık yağı en önemli omega-3 kaynağı. Yeni bir canlının oluşturulmasındaki en önemli ham maddelerden biri, omega-3 yağ asitleri. Maalesef modern beslenme tarzımız, omega-3 eksikliğine yol açıyor. Gebelik sırasında ise bu yağlara olan ihtiyaç müthiş artıyor. Annedeki eksiklik, anne gibi bebeği de etkiliyor. Bakın Danimarka'da 8927 gebe üzerinde bir araştırma yapılmış. Hiç balık yemeyenlerde prematüre ve/veya düşük doğum tartılı çocuk doğurma oranı %7.1 iken, haftada en az bir kez yiyenlerde bu oran %1.9 imiş.
Gebelik ve emziklilik dönemlerinde annelerinden omega-3 yağ asidi (balık yağı) takviyesi alan çocukların zeka bölümü (106.4) almayanlara oranla (102.3) yaklaşık 4 puan daha yüksek bulunmuş.
Omega-3'den fakir diyetler ile beslenen rhesus maymunlarının yavrularında görme azlığı, çok su içme, davranış bozuklukları ve bilişsel bozukluklar saptanmış. Anlayacağınız bu konu çok önemli.
Beyinin %60'ı yağdır. Bunun üçte ikisini omega yağ asitleri oluşturuyor. Bu yağ asitleri vücutta sentezlenmiyor. Mutlaka besinler ile alınması gerekiyor. Diyetimizde omega-6 yağ asitleri çok fazla ama omega-3 yağ asitleri oldukça az. Omega-6 yağ asitlerinden de maalesef omega-3 yağ asitleri oluşmuyor. Anlayacağınız bu durumda bütün organlarımız, özellikle de beynimiz tehlike altına giriyor.
Gebelik sırasında anneden cenine aktif omega-3 transferi oluyor. Bu durum annenin omega-3 depolarını ciddi olarak tüketiyor ve doğum sonu depresyona yol açabiliyor. 23 ülkede 14,532 kişi üzerinde yapılan çok merkezli bir çalışmaya göre balık yağı alan ya da balık tüketen kadınlarda doğum sonu depresyon belirgin olarak daha düşük bulunmuş.
Beyin gelişiminin büyük bir bölümü hamilelikte ve hayatın ilk iki yılında olmakta. Bu nedenle omega-3 takviyesinin gebelikten önce başlayarak bütün gebelik süresinde ve emziklilik döneminde yapılması şart (hatta en iyisi ömür boyu yapmak). Fazla balık yağı yiyen emzikli kadınların sütündeki omega-3 yağ asitlerinden zengin oluyor ve bebeğe çok faydası oluyor.
Aklıma gelmişken şunu da sorayım, hamilelere neden folik asit takviyesi veriliyor?
Birçok insanda metilentetrahidrofolat redüktaz (MTHFR) geninde yapısal değil ama fonksiyonel bir bozukluk var; buna gen polimorfizmi deniyor. Birçok insanda bu bozukluk var. Batı Avrupa'da %10 civarında olan bu değişiklik Latin Amerika ve Orta Avrupada %40, Orta Asya ve Çin'de %50'lere varıyor.
MTHFR gen polimorfizmine sahip kadınlar eğer yeterli folik asit almazlarsa şekil bozukluğu olan çocuklar doğurabiliyorlar. Bu bozukluklar arasında, bel açıklığı, omurilik fıtığı, dudak-damak yarıkları ve Down sendromu gibi hastalıklar da var. Diyetlerinde folik asitten zengin gıdalarla (özellikle yeşil yapraklılar) ya da folik asit takviyesi alanlarda bu bozukluluklar bariz şekilde azalıyor.
Ancak hamile kaldığını anladıktan sonra yapılan folik asit takviyelerinin bu bozukluklara belirgin bir faydası yok. Çünkü bir kadın döllendikten sonra en erken bir ay sonra hamile kaldığını öğreniyor. O zamanda ise organ taslakları çoktan ortaya çıkmış oluyor. Bu aşamadan sonra yapılan takviyenin faydası olmuyor. Bu nedenle takviyeye erken hamile kalmadan aylar önce başlamak gerekiyor.
Son olarak bir önemli konuyu da vurgulamak istiyorum. Günde tüketilen folik asitin 1mg'ın üzerinde alınmasının kansere yol açabilme ihtimali var . Ülkemizde satılan preparatlar da maalesef 5 mg'lık tabletler şeklinde.
B izce kanserden ve doğumsal anomalilerden korunmak için folik asit tableti almak yerine ömür boyunca folik asitten zengin taze sebze ve meyve tüketimini teşvik etmek gerekir. Hamilelerin yarısının plansız olduğunu düşünürseniz, konunun önemi daha iyi ortaya çıkar. Taze sebze ve meyve yiyerek sadece sadece folik asiti değil ayrıca çok sayıda vitamin, mineral ve flavonoidi de bir arada almış oluyorsunuz.
|
|
|
|
Sayfayi öner |
Yorum Ekle |
|
Yorumlar(0) |
Oluşturma | 25 Ocak 2010 Pazartesi 17:20 |
|
|
|
|