“Anne hakkına dikkat et! Onu başında taç et! Zira anneler doğum sancısı çekmeselerdi, çocuklar da dünyaya gelmeye yol bulamazlardı.”
Hazret-i Mevlânâ
Dünyada en zor meslek, insanın eğitim ve terbiyesidir. Çünkü insandaki nefs, onun olgunlaşmasının önündeki en büyük engeli teşkil eder. Bu sebepledir ki, Cenâb-ı Hak, en büyük insan terbiyecileri olarak peygamberleri göndermiştir. Tasavvufun ana hedefi de, nefsi ıslâh ederek kalbi onun tasallutundan muhâfaza edebilmektir.
Zîrâ nefsin ıslâhı, yâni onun sertlik ve kabalıklarının yontulup makbul bir hâle getirilmesi, birçok yorucu merhaleden geçmeyi gerektirir. Hamlıktan kurtulmak, çile işidir. Nefs kuyusundan can Yûsuf’unu kurtarmak, mânevî eğitimin sıkıntı ve ıztıraplarına karşı sabır ve sebatla mümkündür.
Hazret-i Mevlânâ bir teşbihte bulunarak, bunu âdeta bir nohudun ateş üzerinde pişirilmesine benzetir. Dolayısıyla bu hususta en mâhir ve verimli terbiye, annelere düşmektedir. Onlar evlâtlarını ciddiyetle ve irâdeli bir şekilde, tıpkı ham ve sert bir nohudu pişirdikleri gibi pişirip eğitirlerse, mükemmel bir olgunluk meydana gelir. Bu gayret, âdeta ham demirin kor ateşte yumuşatılarak şekillendirilmesi gibidir.
Hazret-i Mevlânâ, insanın terbiye neticesinde olgunlaşmasının bir misâlini mecâzî bir üslûpla şöyle anlatır:
“Tenceredeki ham nohuda bak! Ateşte kaynayan sudan canı yanınca nasıl da yukarı doğru sıçramaya başlar, yüzlerce taşkınlık göstermeye koyulur.
(Kendisini pişirip yemek hazırlayacak olan hanıma hâl lisânıyla der ki:)
«–Niçin beni ateşlere salıyorsun? Madem beni satın aldın, ne diye bu hâllere uğratıyor, benim canımı yakıyor, beni horluyorsun?»
Evin hanımı da, nohuda kepçe ile vurarak der ki:
«–Hayır, iyice kayna, adam akıllı piş de, ateşten sıçrayıp kaçmaya kalkışma! Ben seni hor gördüğümden, istemediğimden, sevmediğimden ötürü kaynatmıyorum. Bir tat, bir lezzet elde edesin de gıda hâline gelesin, yenesin, cana karışasın diye kaynatıyorum. Yoksa seni cefâlara salmak, seni horlamak için değil.»”
Burada vurgulanmak istenen husus, yetiştirilecek olanlara yanlış şefkat ve merhamet gösterilmemesidir. Çocuğunu eğitmeye kıyamayan anne-babalar, aslında onların dünyalarına da âhiretlerine kıymış olurlar. Eğer kadın, nohudun sızlanmasına kulak assa, o nohut çok geçmeden insanın dişlerini parçalar. Tıpkı bunun gibi mânevî bakımdan ham bırakılan evlâtlar da neticede âileyi de toplumu da felâkete götürürler. Bu sırrı idrâk ettirmek için Hazret-i Mevlânâ, kadının pişireceği nohuda karşı yaptığı mânidar konuşmasını şöyle devam ettirir:
“–Ey nohut! Sen bostanda su içtin, yeşerdin, tazeleştin. İşte senin o suları içmen, bu ateş (üzerinde kaynayan kızgın tencereye) düşmene sebep oldu. Çünkü o su, bu ateş içindi… Bu sevgi ateşi, sendeki hamlığı (nefsâniyeti) senden gidermek içindir.
Allâh’ın rahmeti, kahrını ve öfkesini aşmıştır. Bu yüzden de, birisini imtihan etmek için belâlara uğratması, rahmetindendir. Çünkü O’nun kahrında gizli bir lutuf vardır.
Nefse eziyet edilmeden, nefisle savaşa girişmeden (mânevî bir olgunluk ve) Allâh sevgisi elde edilebilir mi? İlâhî takdîr gereği sana belâlar, kahırlar gelince, bu kahırlarda gizli lutuflar olduğunu düşün de üzülme. Bu kahırlar yüzünden, dünya sevgisini, zevk duyduğun her şeyi (yani süflî arzularını) Allah yolunda fedâ edersin. Başına gelen kahırdan sonra, onun lutfunu görürsün ve içine girdiğin merhamet ırmağında, günahlardan, mânevî kirlerden temizlenerek ilâhî lutuflara kavuşursun. (Zîrâ Cenâb-ı Hak: «Elbette zorlukla birlikte bir kolaylık vardır, gerçekten zorluğun yanında bir kolaylık daha vardır.» buyurmuştur. Sen de zorlukları hoş gör ki arkadan gelen ferahlığı elde edebilesin.)”
Bu ifadeler çerçevesinde Hazret-i Mevlânâ mânevî olgunluk yolunda sıkıntı, keder ve zahmetleri âdeta bir nîmet olarak görür ve ev sahibi olan hanımı şöyle konuşturur:
“–Ey nohut! Bahar mevsiminde yeryüzüne çıktın, yetiştin. Şimdi de zahmet, sana misafir oldu. Misafire ikram et. Sen zahmet misafirini hoş tut da, sana teşekkürler ederek dönsün. Böylece hakîkat pâdişahının huzûrunda, senin ikramlarını, ihsanlarını söylesin.
Sonunda nimet yerine, sana o nimetleri veren gelsin (yani müsebbibü’l-esbâba ulaş) ki; dünyadaki bütün nimetler sana gıpta etsin.
Sevgiliden gelen cefâya karşı sakın suratını asma, onu neşe ile karşıla, ona «hoş geldin» de. Gamdan, ıztıraptan daha tatlı, daha mübârek bir şey olamaz. Onun karşılığı sonsuzdur.”
Bu noktada Hazret-i Mevlânâ nohuttan, yani terbiye edilip olgunlaşmayı dileyen kimseden, Hazret-i İsmail teslîmiyeti ister. Çünkü pişiren, Hazret-i İbrahim gibi mâhir olsa da, pişecek olan, Hazret-i İsmail gibi teslim olmazsa, netice alınamaz. Bu itibarla kadın, nohuda şöyle seslenir:
“–Ey nohut! Ben Halil İbrahim, sen de bıçak karşısında benim oğlumsun. Sıcağın önüne başını koy, çünkü rüyamda seni kurban ettiğimi gördüm. Heyecanlanma, gönlüne korkuyu sokma, kahır bıçağı önüne başını koy da, Hakk’a teslîm olmuş İsmail gibi senin boğazını keseyim. (Lâkin o bıçak, İsmâilleri tanır, onları vuslata erdirir.)
Başını keserim, lâkin bu baş, o baş değildir. Bu baş, kesilmekten, ölmekten uzak olan bir baştır. (Zîrâ bu baş, nefsin ve hevânın kesilen başıdır.)
Yani Allâh’ın ezelî dileği, senin başının kesilmesi değildir. Senin (nefsânî arzularını bertaraf etmen ve cemâlî tecellîlere mazhar olarak) O’na teslîm olmandır. Bu sebeple O’na candan teslîm olmanın gayretine gir.
Hâsılı ey nohut, belâlara uğra, kayna (ve olgunlaş) da, benliğinden sıyrıl, fânî varlıklardan kurtul (ki saâdeti bulasın)!
Ekili bulunduğun bostanda, bir müddet ter ü taze durdun, yeşiller giyinmiş olarak neşeli neşeli sallanarak güldün. Fakat sen (çektiğin bu çilelerden sonra) şimdi gönül bahçesinin, can bahçesinin nâdide gülü oldun.”
Bu sözlerin ardından mahâretli ve tecrübeli hatun, nohuda, onun kıymet ve değerini hatırlatır. Bu kıymet ve değerinin nasıl artacağını da açıklayarak şöyle der:
“−Ey nohut! Sen su ve çamur bostanından ayrıldın, lokma oldun, dirilere karıştın. Gıdâ oldun, insanların bedenlerine girdin. Böylece kuvvet oldun, düşünce oldun. Yani bitki olarak meydana gelmiştin; şimdi de hayvanî rûh kazanıp güçlen, ormanlarda arslan ol, sonra da bu gücünle insanî rûha hizmet et.
Vallâhi sen önce Hakk’ın sıfatlarından ayrıldın da geldin. Tekrar çevikçe acele et, yine O’nun (cemâlî) sıfatlarına dön.
Ey nohut! Sen buluttan, yağmurdan, güneşten, gökyüzünden gelen nîmetlerle hayat buldun. Şimdi ise, nefsinle yaptığın savaşlarla ilâhî sıfatlardan feyz aldın, göklere yükseldin.
Sen güneşin, bulutun ve yağmurların bir terkibinden hayat buldun. Sonra piştin, lezzet kazandın ve olgunlaştın. Şimdi ise (sâlih) bir insanın lokması olmakla, ona can oldun, güç oldun, iş oldun, söz ve düşünce oldun (da semâlara çıkıp yüceldin).”
Taş gibi nohudu pişirmekte son derece usta ve mâhir olan bu mübârek hanım, bir bakıma onunla Hak yolcusunu temsil eder. Bu olgunluk yolunda istekli olmanın ve zorlukla değil, muhabbetle hareket etmenin zarûretine bilhassa dikkat çeker. Hazret-i Mevlânâ, mecazdan mecaza geçerek nasihatlerini şöyle sürdürür:
“Durum böyle olunca; ey Hak yolcusu, öbür âleme hoş bir hâlde, (bir şeb-i arûs hâlinde, düğün gecesine gider gibi, yâni kalb-i selîm ile) git, haydutların darağacına gittikleri gibi binbir acı ve pişmanlıklarla, itilerek gitme.
Unutma ki, (eğitilmediği için) avcı olamamış köpeğin tasması yoktur. Çilelerle yoğrulmadığı için olgunlaşmamış, ham bir kişinin arkadaşlığı da ziyanlıktır.”
Bu derin, mânâlı ve iknâ edici hikmetler, ibretler ve mârifetler neticesinde nohut boyun büker. Hamlıktan kurtulup olgunluk yoluna samimiyetle baş koyar. Tıpkı Hazret-i İsmail -aleyhisselâm- gibi teslîm olur. Bütün mesele de zaten budur.
Neticede nohut, kendisini pişiren o mahâretli hanıma cân u gönülden ve minnetle şöyle der:
“–Ey fazîletli hanım! Mâdem ki iş böyledir. Hoşça kaynayayım, bu hususta sen de bana yardım et. Sen bu kaynayışta benim mîrâcım gibisin. Kepçeni kafama vur ki, ıslah olayım!
Ne de güzel vuruyorsun. Yâni ey mürşidim, ben değersiz müridini, ne iyi terbiye ediyorsun. Ben tam mânâsıyla sana teslim oldum.
Böylece kendimi, kaynamaya bırakayım ve mücâhede kucağından hakîkate bir yol bulayım. Aksi hâlde insan, varlıklar denizinde azgınlaşır, rüya görmüş fil gibi azar, kudurur.”
Bunun üzerine o mübârek hanım nohuda, kendisinin de yaşadığı şu gerçeği dile getirir:
“–Ben de bundan önce, senin gibi yeryüzünün cüz’lerinden, yâni parça buçuklarından idim. Ateş gibi yakıcı olan nefisle savaşa giriştim. Nefsânî duyguları yenmenin zevkini tadınca, makbûl bir insan oldum, (huzur bulup huzur tevzî ettim).
Bir müddet yeryüzünde coştum, kaynadım; bir zaman da, beden tenceresine girdim, orada piştim, köpürdüm, taştım, insan oldum.
Sen cansızlar âleminde iken, sana hâl lisânı ile derdim ki: «O mertebeden koş, yüksel ki, insanlık mertebesine gelesin, mânâya mensup sıfatlar elde edesin.» Sen cansızlıktan kurtulup canlı olunca, bir kere de ‘kayna’ dedim, hayvanlıktan da geç, (insanlığa) yüksel.
Bu nükteleri, bu gizli işaretleri yanlış anlayarak ayağının kaymamasını, sapıklığa düşmemeni Allâh’tan iste!..”
Bu mecazları hakikatlerin aynası yapan Hazret-i Mevlânâ, nesli ihyâ ve irşâd edecek olan anneleri, bir bakıma mürşid-i kâmillere benzetmektedir. Yani bir hanım, mürşid-i kâmil hassâsiyeti, liyâkati ve inceliğinde bir eğitim ve irşâd ile nesli yetiştirmek mecbûriyetindedir.
Bunun için, iki büyük vazifesi vardır:
Biri, yetişecek olanları, verilecek terbiyeye iknâ ile râzı etmek;
İkincisi de, bu terbiyeyi mâhir bir sûrette gerçekleştirmek.
Esâsen mürşid-i kâmillerin de yaptıkları bundan ibarettir. Bu da onların kendilerini her bakımdan güzel ve tam yetiştirmelerine bağlıdır. Yoksa yarım doktorun candan etmesi gibi yarım terbiyeciler de nesli perişan ederler…
Çocuklar, anne-babaya ihsân edilen ilâhî emânetlerdir. İslâm fıtratı üzere anne-babalarına teslîm edilen çocukların saf ve berrak kalbleri, temiz bir toprak misâli işlenmeye hazır ham bir cevherdir. İstikbalde onların diken veya gül, acı veya tatlı meyve vermesi, üzerlerine atılan tohumların keyfiyetine bağlıdır.
Güçlü toplumlar, güçlü âilelerden meydana gelir. Güçlü âileler ise daha ziyâde mânevî eğitim görmüş; yâni nefs engelini aşmış, fazîletli annelerin eseridir. Bunun en güzel numûneleri, hanım sahâbîlerdir. Onlar çocuklarına canlarıyla, mallarıyla fedâkârlık yapmayı öğretmişlerdir. Yavrularının gönüllerini, Rasûlullâh Efendimiz’in muhabbetiyle yoğurmuşlardır.
Cenâb-ı Hak, onlar gibi cennet gülleri olacak güzellikte evlâtlar yetiştirmeyi cümlemize ihsân eylesin!
Âmîn!..
|