Sevdasını gönül sazının en ince «can teli»ne, azık ve umudunu yamalı çıkınına ve ölümü alnına dökülen perçemindeki «an teli»ne düğümleyerek yola çıkar Anadolu yiğidi…
Gözyaşlarımız aksa da içimize, toprağa karışır terimiz; toprağı öykünür tenimiz. Diz vurur toprağa, şeydâ bülbül gibi figān ederiz. Apansız hazana erer taptaze gülşenimiz… Bu bizim eski huyumuz, kan basıncımız, kılcallarımızda bıngıldayan özsuyumuz…
Hasret kanatlı kuşların cıvıltılarında kanar yaralı akşamlarımız; pembe gecelikli dişi bir türküdür bir türlü gelmeyen sabahlarımız. O yüzden bunca yanıktır türkülerimiz, o yüzden böylesine alevlidir âhlarımız…
Bineriz gayretin kır atına, çıkarız kaderin sıratına…
Bir kavşakta düğümlenir yollarımız. Bükülür boynumuz, yana düşer kollarımız. Bilemeyiz hangi yol vuslata gider. Çaresizliğimiz, kimsesizlik ovasında yolumuza bir yanardağ gibi dikilir, yanarız çakmak çıngısı düşmüş kav gibi, bir hoyrat püskürür hançeremizden lâv gibi:
Kime gidem, kime gidem? Kimim var kardaş, kime gidem? Bu derdi senden aldım, Dermana kime gidem?..
Gelecek umudu alır gurbete götürür…
«Gurbet elde bir hâl gelse başımıza», ağlayan gözlerimizi, sızlayan yüreğimizi «Mevlâ Kerimdir.» diyerek teselli eder, Yaratan’a yönelir, yardımı O’ndan isteriz:
Kimsesiz hiç kimse yok, her kimsenin var kimsesi; Kimsesiz kaldım, yetiş ey Kimsesizler Kimsesi!..
Anlatılmaz bir acıdır kimsesizlik… Bir fiskesini bir ummana atsanız zehreder deryayı. Bir damlası düşse günün üstüne; eritir dünü, silip süpürür ferdâyı…
Zordur kimsesizlik… Derdini paylaşacak dost, söyleşecek yâran bulamaz garip… Güvenecek kimsesi olmayanların güvenine güvedir güvensizler. Güvensizliğin güveleri üzerinde etkili değildir naftalin. Didik-didik epritir güvenini garibin güvensizlik güveleri... Rahatça gülemez kimsesizler. Gülüşünde açan güle çileyecek bülbülü yoktur kimsesizin. Bu gülüşteki sevincin kadife perdesini aralar da, azı dişindeki kaba dolguyu arar nâdan… Ondandır kimsesizin derdini gizlemesi, nâdanın her hâlini gözlemesi… Dik durmak zorundadır kimsesiz olan:
Derdim var dağlar gibi Gülerim ağlar gibi. Yedi yerde yaram var Gezerim sağlar gibi…
Gariptir Anadolu insanı. Sevdasını seher yeline, selâmını turnalara söyler… Akşam olur, sabah olur yâr gelmez. Gurbeti mesken tutan «yiğit»ten haber çıkmaz. Biricik yavrusuyla nikâhı boynunda, eli koynunda kalan genç kadının hançeresinden bir alev gibi harlayan hoyrat; gider yorgun yamaçlarda dinlenir…
Daldalanım, daldalanım, Dalım yok daldalanım… Bir dala yuva kurdum: Yad komaz daldalanım…
Kendisinden haber alınamayan «yiğit», aynı hasretle tutuşurken; belki de bir inşaat hâlindeki binanın bilmem kaçıncı katından atıverir türküsünü aşağı… Kireç ve çimento kokan kapısız, penceresiz, ıslak zeminine çimento torbaları yaydığı ve bitince mutfak mı, oda mı olarak kullanılacağını bilemediği soğuk bölmede yırtık yorganına titreyerek sarınmaya çalışırken, şehrin «muhannet» ışıklarına inat dostça gülümseyen dolunaya bakarak seslenir sıladaki sevgiliye. Bu seslenişte böbürlenme, özlem, teminat ve beklenti, iç içedir:
Ayın şavkı vurur sazım üstüne, Söz söyleyen yoktur sözüm üstüne, Gel otur sevdiğim dizim üstüne; Ay bir yandan, sen bir yandan sar beni…
Aylar var ki uğramadım yurduma, Dert ortağı aramadım derdime, Geleceksen bir gün düşüp ardıma; Aya değil, yıldızlara sor beni…
Ezansız ve ozansız köy mü var Anadolu’da?.. Yağlı-yavan, ekmek-soğan, Allah ne verdiyse herkese açıktır sofrası Anadolu insanının. Anadır Anadolu… Çehresi her ufuktan bir başka görünür Anadolu’nun. Yaz, bahar aylarında, bir ovada kardelen çiçeğidir kimi zaman… Kimi zaman eteklerinde toprağın kavrulduğu, sarı sıcağın bir duman gibi savrulduğu karlı bir dağın burcunda ak tülbende sarılı kadın-ana pürçeğidir. Bazen bir düştür salkım söğüt gölgesindeki bir öğle uykusunda, bazen erilmez bir hayaldir yaz gecesi gökyüzünün Samanyolu’nda… Ama her zaman hayatın değişmez gerçeğidir…
Bilinmeli ki, «bizde bize biz diyorlar…» Vatandır Anadolu. Anadır, yârdır… «Ha ekmeğini yemişiz, ha uğruna kurşun!..»
Ekmeğimiz güneş altında kakırdasa da çıkınımızda, çam oluklarda serinler suyumuz… Uymaz özge huylara, bir başkadır huyumuz. Uğruna baş koymuşuz Anadolu’nun. Ona olan sevdamız başka… Aşkımız savaşa benzer, savaşımız aşka…
Arayın, bulamazsınız. Ezansız ve ozansız köy yoktur bu mübârek toprakta…
Medeniyetin(!) saatte 180 kilometre hızla estiği alnı zift karasıyla kirlenmiş asfalt yolların uğramadığı, tozu sürme kıvamındaki yollar; hâlâ küheylân atların nal izleriyle mühürlü… İşte;
Bu yollar uzar gider Savrulur tozar gider Âşıkların gönlüne Sevdâyı yazar gider…
Bu yollar, al kısrakların, doru tayların, kır atların türküsüdür. İnişleri, yokuşları, dönemeç ve dolambaçları ol sebeptendir…
Hasretimiz başkadır, dertlerimiz başkadır, sevdalarımız bambaşkadır… Derdimizi de, sevdamızı da gizlemesini iyi biliriz. Anlayan anlar bizi…
Fuzûlî’nin o ünlü «Su Kasîdesi» olarak bilinen nâtının;
Dest bûsı ârzûsuyla ger ölsem dûstlar, Kûze eylen toprağım sunun anınla yâre su
beytinde gizlenen özlemle, aşağıya aldığımız türküde gizlenen özlem arasında sadece muhatap farkı var. Birisi Allah Sevgilisi’ne, diğeri gönül yavuklusuna söylenmiştir… Her ikisinde de şiddetle arzulanan sevgiliyi öpmeye telmih söz konusudur…
Mendilim işle yolla, İşle, gümüşle yolla. İçine üç elma koy, Birini dişle yolla…
Bir başkadır Anadolu, bir başkadır Anadolu insanı…
Hâlâ yollarımız vardır küheylân atların nal izleriyle mühürlü. «Mühür gözlü» sevgililere yakılan türkülerimiz savrulur bu ıssız yollarda. Yolları katlayıp heybemize koyar, süreriz gönül atımızı erilmez sevdaların dönülmez gurbetine. «Bizde bize biz derler.» Sazımız terkimizde, özümüz türkümüzdedir... |