|
HELVA SOHBETİ
Kedilerin yiyecek ve içecek bulma konusunda özel yöntemler uyguladıklarına zaman zaman ben de şahit oldum. Üzerleri seleyle sepetle örtülü süt ve yoğurt kâselerine ulaşmak için ayaklarıyla bu seleleri ve sepetleri kaldırıp, altlarındaki süt mamullerini bir güzel yediklerine çocukluğumda birkaç kere şahit oldum. Mide meselesini işte böyle kendine mahsus usullerle halleden bir kedi, -Sâdî’nin Bostan’ında anlattığına göre- yaşlı bir kadının evine dadanır. Fakat fukarânın hânesinde yiyecek nâmına pek bir şey bulamadığı için sıkıntılı günler geçirmeye başlar. Böyle sefil bir hayattan kurtulmak için padişahın sarayına kaçar. Ne yazık ki hünkârın köleleri kediyi ok yağmuruna tutarlar. Can korkusuna kapılan ve vücudundan kanlar fışkıran kedi kaçarken şunları söyler: “Eğer bu okçuların elinden kurtulursam kocakarının virânesindeki farelerle iyi geçinir, bir daha da oradan ayrılmam.” Sâdî, bu kıssayı anlattıktan sonra hisse olarak diyor ki: “Arkadaş! Senin bal diye bayıldığın, arının iğnesine değmez. Kişinin kendi pekmeziyle kanaat etmesi daha iyidir.” Hakikaten kanaat tükenmez bir hazinedir. Bununla yetinmeyen ve gözünü daima yükseklere diken bazı alçaklar, bir süre sonra çukurlara düşmekten kendilerini kurtaramazlar. Bostan müellifinin de dediği gibi, insanın kendi pekmezi, başkalarının balından daha kıymetli ve daha lezzetlidir. Hele bu başkaları “nâmert” kimseler olunca kovanlarındaki bal, köpeklerine verdikleri yal gibi olur. Hem efendim pekmez deyip geçmeyin, bin bir zahmetle yapılan bu mübarek “tatlı” doğrusunu söylemek gerekirse en gıdalı, yiyeceklerden biridir. Eskiden bizim memlekette bol üzüm yetiştiğinden pekmezin ve sirkenin nasıl yapıldığını gayet iyi hatırlıyorum. Yüzünüzün ekşimemesi için sirke bahsini bir tarafa bırakayım da pekmez imalatından kısaca söz edeyim: Genellikle imece usulüyle bağlardan toplanan üzümler eşek yükleri halinde şırahanelere getirilirdi. İlkel birer imalathane olan ve daha çok köyün tecrübeli büyükleri tarafından yapılan bu şırahaneler eski evlerin alt katlarında bulunurdu. İşte bu şırahanelerin koca havuzuna boca edilen cins cins üzümler, paçaları dizlerine kadar sıvalı kadınlar ve çocuklar tarafından uzun süre çiğnenir, şırası büyük havuzun musluğundan önündeki küçük havuza akıtılırdı. Daha sonra cibre denilen cüruf mengeneyle bir güzel sıkılır, presten geçirilir, böylece şıra elde etme işlemi sona ererdi. Böyle özel yöntemlerle elde edilen şıralar büyük büyük leğenlere doldurulur, altı harıl harıl yanan gösterişli ocaklara sürülür, uzun süre kaynatılır, kıvamını bulunca leğenler indirilir, uzun uzun teknelere boşaltılır, arkasından “çalma” işlemi başlatılırdı. Ağaçtan yapılma özel aletiyle uzun süre çalınan bu kaynatılmış üzüm şırası bir süre sonra sapsarı ve katı pekmez haline gelirdi. Bir de adına “duru pekmez” denilen sıvı pekmez elde edilirdi ki onun da hem rengi hem tadı bir başka olurdu. Her iki pekmez de uzun kış mevsiminin en gözde gıdası olarak evlerin kilerlerine yerleştirilirdi. Hem yemek hem satmak için yapılan pekmezin bazen şeker yerine kullanıldığı da oluyordu. Şeker almaya gücü yetmeyenler çaylarını pekmez ile tatlandırıyorlardı. Bardağın üst kısmında biraz köpük meydana geliyordu, ama böyle pekmezli çaylar da bal gibi içiliyordu. Az daha söylemeyi unutuyordum; pekmeze asıl tadını veren katkı maddelerinden birini de toprak oluşturuyordu. Evet evet bildiğiniz toprak, çeşni olarak pekmeze katılıyordu. Adına “pekmez toprağı” denilen ve belli yerlerde bulunan bu toprağın hakikaten “tatlı” olduğunu ben de çocukluğumda birkaç defa deneyerek anlamıştım. Kısaca söylemek gerekirse bizim pekmezlerin tadı biraz da toprağından geliyordu. Söz pekmezden açılmışken merhum Serdengeçti’den bir fıkra nakledelim de konuyu biraz tatlandıralım: Efendim, Osman Yüksel Serdengeçti’ye arada sırada memleketinden pekmez geliyordu. O da dostlarını Ankara’daki yazıhanesine davet ediyor, Akseki’den gönderilen sıvı pekmezleri âfiyetle yiyorlardı. Merhum işte bu pekmez ziyafetlerinden birine Agâh Oktay Güner ve Yavuz Bülent Bakiler’i davet eder. Fırından yeni gelen taze ekmeklerle pekmezi yemeye başlarlar. O zamanlar güçlü-kuvvetli bir delikanlı olan Yavuz Bülent Bakiler, eline aldığı iri francala ekmeğini “Bu pekmez, bize yetmez.” dercesine tabağa daldırır, mevcut pekmezi sünger gibi çeker. Manzarayı gören Serdengeçti dayanamaz ve şu nükteli soruyu yöneltir: -Be adam! Sen pekmez mi yiyorsun, yoksa bataklık mı kurutuyorsun? Bal pekmez derken sıra geldi kar helvasına... Söylemeye gerek var mı bilmiyorum, kar helvası da pekmezle yapılırdı. Buna özellikle çocuklar meraklıydı. Küçüklüğümde ben de birkaç defa kar helvası yedim. İtiraf edeyim ki tad, lezzet diye bir şey yoktu. Nitekim Nasreddin Hocamız da kar helvasının mucidi olarak tarihe geçiyor, fakat yaptığı işi kendisi de beğenmiyor. Şöyle ki: Merhum bir kış günü şehre pekmez satmaya gidiyor. Yolda eşeği tökezleyince pekmezi karların üzerine dökülüyor. Hoca alelacele bunları toplayıp yemeye başlıyor. Durumu görenlerden biri soruyor: -Hocam, yediğin nedir? -Kar helvası. -Nasıl tadı iyi mi? -Doğrusunu söylemek gerekirse bunu ben icat ettim, fakat ben de beğenmedim. Şurası bir gerçektir ki soğuk kış günlerini ve gecelerini kar helvası değil, helva sohbetleri güzelleştiriyor. Bu vesileyle belirtelim ki tarihte zamansız ve mevsimsiz yapılan helva sohbetlerine de rastlanıyor. Tarihî, edebî fıkralarını, İstanbul sohbetlerini defalarca okuduğum ve her seferinde büyük bir zevk aldığım merhum A. Ragıp Akyavaş’ın anlattığına göre, yaz mevsiminin uzadıkça uzaması, boğucu sıcakların herkesi bunaltması padişahlardan birinin fena halde canını sıkar. Sonunda yaz ortasında kış sefası yapmaya karar verir. Derhal bir helva sohbeti tertipler. Başta sadrazam olmak üzere diğer vezirleri, Anadolu ve Rumeli kazaskerlerini, kaptan paşaları, nişancı efendileri saraya davet eder. Kocaman salonlardan biri bu işe tahsis edilir. Kapılar, pencereler bir güzel kapatılır. Duvarlara kalın ve değerli halılar asılır. Ocaklar yakılır. Salonun ortası pirinç mangallarla doldurulur. Padişahımız Efendimiz öyle istediği için misafirler kürklerini, kışlık elbiselerini, yün çoraplarını, pabuçlarını, mestlerini giyerek salona gelirler. Padişah “Aman, ne kadar soğukmuş, ben hayatımda hiç böyle kış görmedim. Siz ne dersiniz?” diye karşısında oturan kerli-ferli devlet adamlarına sorunca onlar da “Doğru söylüyorsunuz efendimiz! Yıllar var ki böyle bir kış geçirmemiştik!” cevabını vermekten çekinmezler. Padişah “Öyleyse bir helva sohbeti yapalım mı?” diye bir soru daha yöneltir. Bizimkiler de “İsabet olur Hünkarım!” diye hep bir ağızdan bağırırlar. Dalkavukların kavuklarını sallamalarıyla birlikte saray helvacısı çıraklarıyla birlikte çağrılır. Koca koca kazanlar kurulur ve helva yapma işlemi bir an önce başlar. Ocakların etrafa yaydığı sıcaklık, çubuklardan çıkan dumanlar, helva kazanlarının buharı etrafa yayılınca içeridekiler bayılacak hale gelir. Buna rağmen anlı-şanlı devlet adamları, padişaha hoş görünmek için kendilerini hayli zorlarlar. “Efendimizin sayesinde kışın tadını çıkarıyoruz. Çok güzel eğleniyoruz.” gibi sözler söylerler. Fakat bu arada vezirlerden birinin köşede üzgün ve düşünceli oturduğu görülür. Başka bir vezir, arkadaşının yanına yaklaşır sorar: -Aman paşa hazretleri, niçin üzgün duruyorsunuz? Neden eğlenceye katılmıyorsunuz? Yaz mevsiminde kış eğlencesi tertiplemeyi bir türlü aklına sığdıramayan vezir şu cevabı verir: -Vallahi ben de eğlenmek istiyorum, ama bir yandan da şu soruyu sormaktan kendimi alamıyorum: -Padişahımız efendimiz yarın, kışın en şiddetli bir gününde, soğuk rüzgarların püfür püfür estiği bir sırada haydi Çamlıca tepesinde bir yaz sefası yapalım derse ne halt edeceğiz?... Hazreti Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde anlattığı hikayelerin ne kadar etkileyici olduğu, bunların canlı tablolar halinde okuyucunun hâfızasına âdeta nakşedildiği bilinen bir gerçektir. İnsanın kafasıyla birlikte gönlünü de şenlendiren menkıbelerin yüz yıllardan beri büyük bir zevkle, içten gelen bir şevkle okunduğunu, dolayısıyla Mesnevî’den seçilmiş hikayelerden oluşan nice eserlerin kaleme alındığını biliyoruz. İşte bunlardan biri olan “Gülzâr-ı Hakîkat”te helva satan bir çocuğun macerası şöyle anlatılıyor: “Eskiden cömertliğiyle tanınmış bir şeyh vardı. Bu mübarek zat, çok fazla ikramda bulunduğu, bu vesileyle fazla para harcadığı için daima borçlu kalırdı. Zenginlerden borç para alır, fakirlere ve dervişlere dağıtırdı. Kendisine müracaat edenlerin ihtiyaçlarını mutlaka yerine getirirdi. Bu şeyh, fakirler ve dervişler için borç parayla bir dergâh yaptırmış, bütün malını-mülkünü bu uğurda harcamıştı. Sözün burasında belirtmek gerekir ki, şeyhin borçlanmak sûretiyle hizmet etmesi kimseyi şaşırtmamalıdır. Mutlak güç ve kudret sahibi olan Allah, İbrahim (a.s.) için kumu un haline getirdi. Bunun gibi bir dervişi de, hiç kimsenin akıl edemeyeceği bir şekilde borçlarından kurtarabilir. Şeyh uzun zamandan beri insanlardan borç alıyor, hak yolunda harcıyordu. Derken ömrünün son günleri gelip çattı. Yüz çizgilerinden ölüm alâmetleri belirmeye başladı. Ne kadar alacaklısı varsa hepsi başına toplanmıştı. Kendisi ise ölüm döşeğinde mum gibi eriyordu. Alacaklıları ekşi suratlarıyla ve ümitsiz bir halde yanında oturuyorlardı. Hazreti Şeyh, böyle bir manzarayla karşılaşınca kalbinden: “Acaba Cenâb-ı Hakk’ın dört yüz altını yok mudur?” dedi. O sırada sokaktan geçen ve helva satan bir çocuğun sesi duyuldu. Hazreti Şeyh, başıyla hizmetçisine işaret edip “Helvacının ne kadar helvası varsa hepsini al, getir. Yanı başımda oturan misafirlerin önüne koy. Bir güzel yesinler. Hiç değilse bu sırada hakkımda kötü düşünmesinler!” dedi. Hizmetçi hemen gitti, gence sordu: -Ey helvacı! Helvanın tamamına kaç para istiyorsun? -Yarım altından biraz fazlasına veririm. -Bu fiyat çok. Yarım altına verirsen hepsini alırım. Çocuk razı oldu. Helvayı tablasıyla beraber getirip şeyhin önüne koydu. Şeyh, alacaklıların yüzlerine bakarak eliyle işaret etti: “Buyurun, şu helvayı teberrüken yiyin!” dedi. Alacaklılar bütün helvayı yediler. Çocuk boş tablayı alıp şeyhe yöneldi; helvanın parasını ver, dedi. Hazreti Şeyh, “Ben şimdi nereden para bulayım. Borcum olsun. Şu etrafımda oturan insanlara olduğu gibi sana da borcum olsun. Allah’a bir can borcum kalsın. Böylece Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna borçlu ve müflis olarak gidiyorum. Malım-mülküm yok ki, helvanın parasını vereyim!” diye konuştu. Helvacı çocuğun canı sıkıldı, tablayı yere attı. Yüksek sesle ağlamaya başladı: “Keşke iki ayağım kırılsaydı da, buraya gelmeseydim! Keşke akşama kadar külhanın etrafında dolaşsaydım da, bu dergâhın kapısından geçmeseydim! Dervişler, işte böyledirler. Dışarıdan evliya gibi görünürler, gerçekte ise eşkıyalık yaparlar! Köpek gibi insanın ekmeğini kaparlar! Kedi gibi rızasız lokmayı yedikten sonra gûyâ yüzlerini yıkarlar!” diye söylenmeye başladı. Helvacının bu feryadını işitenler başına toplandılar. Çocuğun niçin ağladığını, neden böyle durmadan söylendiğini öğrenmek istediler. Helvacı, şeyhi aşağılayıcı sözler söylemeye devam etti: “Ey insafsız, ey gaddar şeyh! Eğer ben dükkana böyle eli boş gidersem, ustam döve döve postumu yüzer, hiç acımaz, öldürür. Buna senin vicdanın nasıl razı olur?” dedi. Helvacı çocuk, ağzına geleni aktardı. Bu arada alacaklılar, şeyhe hücum eder gibi çirkin ağızlarını açtılar. “Çocuğa böyle büyük bir kötülük yaptın. Bizim de bu kadar malımızı yedin. Kul hakkı gibi ağır bir yükle âhiret yolculuğuna çıkıyorsun. Çocuğa karşı davranışın, bize uyguladığın zulme tüy dikti!” dediler. Helvacı çocuk ikindiye kadar hem ağladı, hem de ileri-geri söylenmeye devam etti. Şeyh hazretlerine gelince, o bir okyanus gibiydi. Bütün bu olumsuz hareketler karşısında hiç etkilenmiyor, çocuğun sözlerine asla önem vermiyordu. Dedikoduların, uygunsuz lâfların hiç birine aldırmıyordu. İşin hikmetli yönüne bakınız ki, şeyhin etrafında toplanan alacaklılar, aralarında para toplayıp çocuğun sıkıntısını gidermeyi akıl edemediler. Çünkü ilâhî hikmetin kendisini göstermesi, şeyhin kerametinin ortaya çıkması gerekiyordu. Dolayısıyla bu adamların basiretleri bağlanmış, çocuğa yardım ellerini uzatamamışlardı. İşte Allah’ın veli kulları böyle tasarruf sahibiydi. Sadede gelelim. Helvacı çocuğun feryadı, alacaklıların savurduğu hezeyanlar ikindiye kadar devam etti. Tam bu sırada, şeyhin nasıl mübarek bir zât olduğunu çok iyi bilen ve Hatem-i Tâî gibi cömert olan bir adam, hizmetçisini içeri gönderdi. Hizmetçi şeyhin huzuruna çıkıp, içinde dört yüz altın, ayrıca bir de kağıda sarılı yarım altın bulunan tabağı kendisine takdim etti. Hazreti Şeyh, tabağın üstündeki örtüyü kaldırdı. Çil çil altınlar ortaya çıktı. Orada bulunup da kötü düşüncelere kapılanlar bu manzarayı görünce şöyle konuştular: -Ey şeyhlerin şeyhi! Bu ne büyük bir sır! Bu nasıl bir keramet? Senin gerçek mâhiyetini anlayamadık. Hatalı hareket ettik! Kerem et. Bizi bağışla. Zira saçma sapan lâflar ettik, hatır-gönül kırıcı sözler söyledik! Körler gibi elimizdeki değneği rast gele yerlere vurduk! Bir çok kol kanat kırdık! Beri taraftan alacaklılar bu kerameti görüp, Hazreti Şeyh’in büyüklüğüne inandılar ve kendisinden özür dilediler. “Ey Şeyh! Bu işin sırrı, hikmeti nedir; lütfen bize anlat.” dediler. Bunun üzerine Şeyh şunları söyledi: -Ben Allah’tan dilekte bulundum. Cenâb-ı Hak da bana doğru yolu gösterdi. O altınların gelmesi çocuğun ağlamasına bağlıydı! Eğer helvacı çocuk ağlamasaydı, Allah’ın rahmet denizi coşmazdı!
DURSUN GÜRLEK
|
|
|
|