OSMANLI TARİHİ
Birinci Dünya Savaşı, Avrupa'da dört merkezi devlete karşı, Avrupa ve diğer kıt'alarda bulunan yirmibeş devletin giriştiği, o tarihe kadar görülmemiş ilk büyük savaştır. Birinci Dünya Savaşı, Avrupa'da, "İttifak Devletleri" veya "Merkezi Devletler" diye adlandırılan Almanya, Avusturya - Macaristan, Osmanlı imparatorluğu ve Bulgaristan ile "İtilâf Devletleri" diye anılan Fransa, Rusya, İngiltere, Sırbistan, Belçika, Lüksemburg, Karadağ, Japonya, İtalya, Portekiz, Romanya, A.B.D., Yunanistan, Brezilya v.b. arasında cereyan etmiştir.
A) BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞININ SEBEBLERİ
GENEL SEBEBLER
Fransız İnkılâbının ortaya koyduğu yeni fikirler, yeni anlayış ve görüşler, başka bir deyimle, yeni bir dünya anlayışı, devlet ve toplum hayatında değişikliklere yol açmış, yeni bir anlayışla siyasî ve sosyal müesseselerin kurulmasına sebeb olmuştur.
Yeni dünya anlayışı, devletlerin olduğu kadar milletlerin de davranışına yeni yeni istikametler vermiştir.
Milliyetçilik hareketleri, XIX. yüzyıl İçinde etkili olduğu gibi, XX. yüzyılın ilk çeyreğinde de ilişkilerin temelini teşkil etmiştir. İtalyan ve Alman millî birliklerinin kuruluşu Avrupa dengesine yeni bir biçim vermekle beraber, Balkanlardaki millî duyguları kamçılamış, Balkanlar 1870'den sonra Avrupa diplomasisinin başlıca uğraşı alanı olmuştur. Birinci Dünya Savaşı Öncesinde milliyetçilik, bütün dünyada miljî toplumların yalnız cankurtaran simidi değil, ideallerinin gerçekleşmesine imkân veren akım olmuştur.
Fransız İnkılâbının ektiği tohumlar yeşermiş, filiz vermiş, ürünlerinin alınması için Birinci Dünya Savaşını beklemek gerekmiştir.
Fransız inkılâbının bir diğer önemli etkisi de, siyasî anlamda değerlendirilen özgürlük (liberalizm) hareketlerinin devlet sınırlarını da aşarak milletlerarası diplomatik ilişkilere konu olması ile belirmiştir. Tarihin genel akışına da uyarak liberalizim, insan mutluluğunun temel yapısını teşkil etmiştir.
Sanayileşmenin XIX. yüzyıl içinde kazanmış olduğu yeni hız ve bu du¬rumun sonucu olarak gelişen ve genişleyen sömürgecilik, diplomatik münasebetlerin alanını, Avrupa'nın dar sınırlarından çıkararak yeni kıt'alara, Afrika ve Uzakdoğuya yaymıştır. Ayrıca büyük devletlerin ekonomik çıkar çatışmaları, karşılıklı siyasî rekabete ve uyuşmazlıklara neden olmuştur.
ÖZEL SEBEPLER
Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında millî birliğini sağlayan Almanya, özellikle ekonomik alanda güçlenmiş, dünya pazarlarını ele geçirmek gayreti içinde olmuştur. Almanya'nın bu durumu diğer sanayi ülkelerini kuşkulandırmış, özellikle ekonomik alanda İngiliz - Alman rekabeti, politik alanda da etkisini göstermiştir. Almanya, Avrupa ve deniz aşırı ülkelerdeki menfaatlerini korumak için kara ordusunu güçlendirmiş, sayıca artırmış, denizde İngiliz donanmasına ulaşabilecek güçlü bir donanma yapmıştır.
Almanya, uyguladığı politika ile güney-doğu Avrupa'yı etkisi altına almak ve Ön Asya'yı nüfuzu altında bulundurmak ve böylece Panisiavizm isteklerinin önüne set çekmek istemiştir. Pancermenizm ve Panislavizm'in karşılıklı rekabetleri, Birinci Dünya Savaşının çıkışının önemli sebeplerinden birini teşkil etmiştir. Almanya'nın Hindistan'a giden karayolunu ele geçirerek ingiltere'nin dünya hakimiyetine darbe indirme çabaları da, İngiltere'de tepki yapmaktan geri kalmamıştır.
Almanya, izlediği politika nedeni ile Rus ve İngiliz düşmanlığına hedef olmuştur. Fransa da, Alman husumetinden yararlanarak, 1871'de kaybettiği Alsace - Loraine (Alsas Loren)’i geri almak hevesine kapılmıştır.
Rusya ise, Panislavizmin amaçlarına ulaşmasını sağlamak için, kendisine hem rakip, hem de engel olan Almanya'nın yıkılmasını, birçok Slav toplulukları sinesinde toplayan Avusturya - Macaristan İmparatorluğunun da parçalanarak Slav topluluklarının, Rus Çarının tacı altında toplanmasını sağlayan bir politik tutuma yönelmiştir. Ruslar, ayrıca tarihî bir istek olan İstanbul'u ele geçirmek, Akdeniz'e ve Basra Körfezine inmek amacını gütmüşlerdir.
Avusturya - Macaristan İmparatorluğu ise, kendisini tehdit eden en büyük tehlikenin, Rusların teşviki ile harekete geçen Panisiavizm akımı olduğunu müşahade ederek, bu akıma karşı güvenliğini sağlamaya çalışmıştır. Avusturya - Macaristan, Panislavizm akımının da etkisi ile, Sırbistan'ın büyük iddialarla imparatorluk içinde yıkıcı faaliyetlerini görerek, ilk fırsatta bu krallığı ya tamamiyle ortadan kaldırmak veya hatta kendisine bağlayarak Balkanlar'da ve Orta-Doğu'da durumunu güçlendirmek amacını gütmüşlerdi.
Sömürgecilikte geç kalan İtalya, yeni sömürgeler elde etmek gayt içinde idi. İtalya'nın ayrıca Osmanlı imparatorluğu üzerinde de istekleri vardı.
Birinci Dünya Savaşı öncesi Avrupa, karışılıklı ihtirasların, menfaat ç tışmalarının düğümlendiği bir merkez idi. Yüzyılın çözülmeyen problemlerinin birikimi İle Avrupa bir barut fıçısından farksızdı. Avusturya veliahdınınt dürülmesi ile, savaş kıvılcımı barut fıçısına sıçramıştır.
OSMANLI DEVLETİ’NİN SAVAŞA KATILMASI
Osmanlı Devleti, Balkan Savaşlarındaki yenilginin etkisi ile ordu ve donanmasını ıslah etme işlerine girişirken, bir yandan da iki bloka ayrılmış Avrupa'da kendisini yalnızlıktan kurtarmak için birtakım ittifak teşebbüslerinde bulunmuştu.
Osmanlı Devleti ilk ittifak teşebbüsünü, geleneksel dostu saydığı İngiltere nezdinde yapmıştı, İtalya'nın Trablusgarb'a saldırması Osmanlı Devleti adamlarında Üçlü ittifaka karşı bir antipati uyandırmıştı. Tabii, ayrıca Avusturya'nın Balkan politikası ve Bosna -Hersek'i ilhak etmiş olması da bu antipatide rol oynuyordu. Bu şartlar içinde Maliye Nazırı Cavit Bey, 1911 Ekiminde İngiltere Bahriye Bakanı Winston Churchill'e bir mektup yazarak, Osmanlı Devletiyle İngiltere arasında bir ittifak yapılmasını teklif etmişse de, Churchill, Dışişleri Bakanı Grey'e danıştıktan sonra verdiği cevapta, “Şimdilik yeni siyasi bağlar altına giremeyiz” diyerek ittifak teklifini reddetmiştir.
İkinci ittifak teşebbüsü Bulgaristan’la oldu. İttifak teklifi Bulgaristan'dan geldi, İstanbul'da 1913 yazında Türk-Bulgar barış görüşmeleri yapılırken, Bulgarlar Osmanlı Devletiyle bir ittifak yapmak istediler. Zira Bulgaristan Makedonya üzerindeki geniş ihtiraslarını gerçekleştiremediği gibi, birinci Balkan savaşında kazandığı toprakların bir kısmını da ikinci Balkan Savaşı’nın sonunda elinden kaçırmıştı. Osmanlı Devleti de, Balkan savaşlarının sonunda kaybettiği Limni, Midilli, Sakız gibi adaları Yunanistan'ın elinde bırakmamak için Yunanlılar’la bir mücadeleye kararlı olduğundan,bu teklifi kabul etti ve İstanbul'da görüşmeler yapıldı ve bir ittifak tasarısı hazırlandı. Fakat bu tasarı gerçekleşemedi ve sonraki görüşmeler de uzayarak bir sonuca varamadı. Çünkü, bir defa, Bulgarlar Makedonya'dan çok geniş topraklar istiyorlardı. Bulgaristan Osmanlı Devletine sırtını dayayıp topraklarını genişletmek istiyordu, öte yandan. Bulgaristan, Türk - Bulgar İttifakına Almanya’yı da sokmak istemiş, fakat Almanya bu ittifaka katılmaya yanaşmamıştı. Böylece ikinci teşebbüs de sonuçsuz kaldı.
Osmanlı Devleti’nin üçüncü ittifak teşebbüsü Fransa nezdinde oldu. Bahriye Nazın ve Türk - Fransız Dostluk Cemiyeti Başkanı Cemal Paşa, 1914 Temmuzu başlarında Fransız donanmasının manevralarına davet edilmişti. Cemal Paşa Fransız Dışişleri Bakanlığı yetkilileri ile temasa geçerek, Fransa ile Osmanlı Devleti arasında bir ittifakı gerçekleştirmek istedi. Cemal Paşaya göre, Saray-Bosna olayı bir genel savaşa varacaktı ve itilaf Devletlerinin Merkezi Devletleri çember içine almak için bir boşluk kalmıştı, o da Osmanlı Devletiydi. Eğer itilaf Devletleri Osmanlı Devleti’ni de kendi ittifaklarına alırlarsa, o zaman Merkezi Devletler tamamen sarılmış olurdu.
Fransız hükümeti Cemal Paşa'nın teklifine verdiği cevapta, Rusya razı olmadıkça bu ittifakın gerçekleşemiyeceği idi. Bu, teklifin reddi idi.
Osmanlı Devleti’nin itilaf Devletleri blokuna katılmak için yaptığı bu ikinci teşebbüsün de gerçekleşmemiş olması, Osmanlı Devleti’ni ister istemez Almanya'nın kucağına atmıştır. Kabinede Alman ittifakına taraftar olanların başında Sadrazam Sait Halim Paşa, Harbiye Nazırı Enver Paşa, Dahiliye Nazırı Talat Bey ve Meclis Reisi Halil Bey geliyordu. Bununla beraber, Üçlü ittifak biokuna katılma teklifi ilk önce Avusturya'dan gelmiş, bu teklif üzerine Osmanlı Devleti 22 Temmuzda ittifak için Almanyaya başvurmuş ve II. Wilhelm'in isteği üzerine Almanya Osmanlı Devletiyle ittifak görüşmelerine başlamıştır.
ittifak görüşmeleri 27 Temmuzda İstanbul'da başlamış ve 2 Ağustos 1914 de de Türk - Alman ittifakı imzalanmıştır, itilaf Devletleri taraftarı olarak bilinen Maliye Nazırı Cavit Bey ile Bahriye Nazırı Cemal Paşa ve kabinenin diğer birçok üyeleri, bu gizli görüşmelerden haberdar edilmemişler, ancak ittifak imzalandıktan sonra kendilerine haber verilmiştir.
Bu ittifaka göre :
İki devlet, Avusturya ile Sırbistan arasında çıkan bir anlaşmazlıkta tam bir tarafsızlık göstereceklerdir.
Rusya'nın aldığı askeri tedbirler sonunda, Avusturya ile Rusya savaşa tutuşur ve Almanya da Avusturya'nın yardımına gitmek zorunda kalırsa, Osmanlı Devleti de savaşa katılacaktır.
Osmanlı Devleti tehdit altında kalırsa, Almanya Osmanlı Devleti’ni silahla savunacaktır.
İttifak 1918 yılı sonuna kadar devam edecek ve taraflardan biri feshetmezse, beş yıl için yeniden yürürlükte olacaktır.
4 Ağustos 1914 günü dünya savaşı patlak verdiği zaman Osmanlı Devleti bu şekilde zarlarını kesin olarak atmak zorunda bulunmuştu. Fakat savaşın patlamasiyle birlikte, Türk - Alman ittifakının varlığını bilmeyen itilaf Devletleri, Osmanlı Devleti’nin tarafsızlığını sağlamak için çaba harcadılar. Çünkü, Osmanlı Devleti tarafsız olursa, Müttefikler (yani İtilaf Devletleri) Rusyaya yardım edebilmek için Boğazlardan serbestçe geçebileceklerdi. Gerçekten, Osmanlı Devleti de ittifak imzalamakla beraber, hemen savaşa girmeye taraftar değildi ve bunun için de savaşın patlaması karşısında tarafsızlığını ilan etmişti. Osmanlı Devleti’nin tarafsızlığına özellikle Rusya önem veriyordu. Bu sebeple Müttefikler Osmanlı Devleti’nin savaş boyunca tarafsız kalması için bu devlet nezdinde bazı teşebbüslerde bulundular. Fakat Osmanlı Devleti’nin tarafsızlığa karşılık ileri sürdüğü isteklerin en hafifi sayılabilecek olan, kapitülasyonların kaldırılması konusunda bile kesin bir taahhüde girişmek istemediler. Ege adalarının tekrar Osmanlı Devleti’ verilmesi, Mısır meselesinin çözümlenmesi gibi toprak isteklerine ise hiç yanaşmadılar. Bu istekler karşısında dikbaşlılık özellikle İngiltere'den gelmiştir.Bir yazarın dediği gibi, “İngiltere, Türkleri bile bile kızdırmak ve onları Kayzer'in kollarına itmek isteseydi, bundan daha başka türlü hareket edemezdi”
Osmanlı Devleti savaş karşısında tarafsızlığını ilan etmekle beraber, Ağustosun ilk haftasından itibaren olaylar ve Almanya'nın çabaları Osmanlı Devleti’ni savaşa katılmaya sürüklemiştir.
Bu olayların ilkini, iki Alman savaş gemisinin Boğazlara sığınması teşkil eder. Akdeniz'de ingiliz donanmasının takibine uğrayan Goeben ve Breslau adlı iki Alman savaş gemisi 10 Ağustosta Canakkaleye sığındı. Osmanlı Devleti’nin tarafsız devlet olarak bu gemileri enterne etmesi, yani bu gemilerin silahlarını sökmesi ve personelini de gözaltına alması gerekirdi. Lakin Almanya buna şiddetle itiraz etti, Bunun üzerine, güya Osmanlı Devleti bu gemileri daha Önce Almanya'dan satın almış oldu ve gemilere Türk bayrağı çekilerek, tayfalara da fes giydirildi ve Goeben'e Yavuz ve Breslau'a da Midilli adları verilerek Osmanlı donanmasına katıldı. Bu tevil, itilaf devletlerinin gözünden kaçmadıysa da, Osmanlı Devleti’ni tarafsızlıktan ayırmak istemediklerinden seslerini çıkarmadılar.
Bu olaydan sonra Osmanlı donanması, bu iki geminin komutanı olan Amiral Souchon'un komutası altına verildi ki, bu durum Osmanlı Devleti’nin savaşa katılmasında büyük rol oynacaktır.
Öte yandan Almanya da Osmanlı Devleti’ni savaşa girmeye zorlamaya başlamıştı. Bunun özellikle Avusturya istiyordu. Çünkü Osmanlı Devleti savaşa girerse, Kafkas cephesinde bir kısım Rus kuvvetlerini üzerine çekeceğinden, Avusturya ve Almanya'nın yükü hafifleyecekti. Osmanlı Devleti bu baskılara karşı koymaya çalıştı. Bir defa, seferberlik henüz tamamlanmamıştı. İkincisi, Bulgaristan savaşa katılmadıkça ve Romanya'nın tarafsızlığı sağlanmadıkça, savaşa katılmaya niyetli değildi. Özellikle bu son sebepten ötürü, Osmanlı Devleti Bulgaristan'ı da savaşa sokmak için bu devlet nezdinde teşebbüste bulundu. Lakin Bulgaristan Romanya'dan çekiniyordu ve onun tarafsız kalmasını istiyordu. Osmanlı Devleti Romanya'nın tarafsızlığını sağlamak için de çaba harcadıysa da, bu devlet tarafsızlık konusunda bir taahhütte bulunmaya yanaşmadı.
Bu sırada Eylül ayı gelmişti. Marne muharebeleri, Almanya'nın Fransa’yı 6 haftada yere serme planını suya düşürmüştü. Onun için Almanya'nın Osmanlı Devleti’ni de savaşa sokmak için baskıları arttı. Almanya şimdi Rusya ile esaslı bir mücadeleye girdiğine göre ve Avusturya da Rusya karşısında pek birşey yapamadığına göre, Osmanlı Devleti’nin de Rusya’ya bir cephe açmasını istiyordu. Şimdi Osmanlı Devleti seferberliğini de tamamladığı için, elinde savaşa katılmamak hususunda bir sebep de kalmamıştı. Fakat yeni bir bahane bulmaktan da geri kalmadı. Devletin mali durumu iyi değildi ve borç paraya ihtiyacı vardı. Almanya bunun üzerine Osmanlı Devletine borç verdi. Lakin Osmanlı Devleti yine Almanya’yı oyalamak için uğraştı.
Almanya bu şekilde Osmanlı Devleti için baskıda bulunurken, öte yandan İstanbul'daki Alman askeri yardım heyeti de Osmanlı Devleti’ni savaşa sokmak için çabalıyordu. Başta Harbiye Nazırı Enver Paşa olmak üzere, kabinenin bazı üyeleri de devletin savaşa girmesini istiyorlardı. Bunun sonucu olarak, Enver Paşa'nın emri ile, Amiral Souchon Osmanlı donanmasını alarak 29-30 Ekim 1914 gecesi Karadenize çıktı ve Odesa ve Sivastopol gibi Rus limanlarını topa tuttu.
Bu olay üzerine İngiltere, Fransa ve Rusya, Osmanlı Devletine savaş ilan ettiler. Osmanlı Devleti Birinci Dünya Savaşına böyle giriyor ve Osmanlı imparatorluğunun sonu tamamlanıyordu.
.:^:.
Kanuni Sultan Süleyman devrinde kudretinin en yüksek mertebesine erişen Osmanlı İmparatorluğu 16.asır sonlarında gerilemeğe yüz tutmuş ve 17.asırda Köprülüler'in idaresinde son bir kalkınma hamlesi yaptıktan sonra,1682 yılında başlayan harpte Avusturya ve müttefiklerine yenilerek 26 Ocak 1699'da karlofça Barış Antlaşması'nı imzalamak zorunda kalmıştı.
Bu anlaşma ile Osmanlı Devleti, Macaristan ve Transilvanya'yı Avusturya'ya, Mora ve Dalmaçya'yı Venedik'e, 3 Temmuz 1700 tarihli İstanbul Antlaşması ile de Azak Kalesi'ni Rusya'ya bırakmıştı.Devletin ilk defa olarak düşman toprak terk edişi müslüman halk efkarında derin bir tesir yarattı.Askerlik ve maddi hayat sahalarında Hırıstiyan Batı ülkelerinin İslam alemine nazaran ilerleme kaydettiği açıkça idrak olundu.Böylece Osmanlı devlet adamları ve aydınlar İmparatorluğu çöküntüden kurtarmak için çareler aramay hız verdiler.Daha 17.asrın ilk yarısında Koçi Bey devletin gerilediğini müşahade ederek meşhur risalesinde idari ve içtimai ıslahat yapılması gereğini savunmuştu.Ancak 18.asır başlarında Türk aydınlarının bazıları devlet müesseselerinde suistimalleri önlemenin ve bozulan teşkilatı kanunnamelere uygun şekilde düzenlemenin hastalığı tedaviye kafi gelmeyeceğini anlamışlardı.Onlara göre, osmanlı İmparatorluğu, Batı devletlerinin saldırısına başarıyla karşı koyabilmesi Batı harp usullarini ve silahlarını almakla mümkün olabilirdi.
BATI MÜESSESELERİNİN GİRİŞİ
Kaybedilen toprakları kurtarmak maksadıyla Rusya'ya açılan harp sonunda 2 Temmuz 1711'de imzalan Prut Barış Antlaşması Azak Kalesi'nin geri alınmasını sağladıysa da 1716 yılında Avusturya ve Venedik'e karşı girişilen seferler yenilgi ile sonuçlandı.Gerçekten, 21 Temmuz 1718'de Pasarofça Antlaşması Mora'yı Osmanlı Devleti'ne kazandırmakla beraber Batı Yunanistan kıyılarında bazı kalelerin Venedik'e, Belgrad'ın da Avusturya'ya terkini gerektirmiştir.Barış müzakereleri sırasında sadrazamlığa tayin olunan Nevşehirli İbrahim Paşa, anlaşmanın imzasından sonra barışçı ve ıslahatçı bir siyaset gütmek lüzumuna Padişah III.Ahmed'i inandırdı.İbrahim Paşa'nın 1718'den 1730'a kadar süren sadareti, bu yıllarda lale yetiştirilmesine gösterilen ilgi yüzünden tarihimizde Lale Devri olarak adlandırılır.Türkiye'nin yenileşmesinde ilk şuurlu, fakat plansız hareketler bir safahat çağı olan Lale Devri'nde gerçekleştirilmiştir.Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi'nin 1720 yılı sonlarında Fransa'ya gönderilmesi Osmanlı saray çevresinde batı alemini yakından tanımak arzusunun bir belirtisidir.Nitekim, İstanbul'un mesire yerlerindeki yalı ve köşklerin bahçeleri Yirmisekiz Çelebi Sefaretnamesi'nden uzun uzun tasvir olunan Versailles bahçelerine benzer şekilde tertiplenmişti.Sonraları Tanzimat devrinde daha açıklıkla görülecek olan batı ve hususuyla Fransız taklitçiliği böylece başlamış oldu. Lale Devrinde yenileşme yönünden kayda değer en önemli vaka matbbanın Türkiye'ye girişidir.Aslında baskı sanatı Osmanlı Türkleri için bilinmeyen bir şey değildi.Daha 1494 yılında İstanbul'da Yahudiler bir matbaa kurmuşlar ve kendi dillerinde kitap basmışlardı.1565'te Ermeniler, 1627'de Rumlar İstanbul'da matbaacılık faaliyetlerine girişerek Ermenice ve Rumca kitaplar tab etmişlerdi.Ancak, Türkler'in Arap harfleriyle kitap basmaları ilk defa olarak 1727 yılında gerçekleşmiştir.Bir Macar mühtedisi olan İbrahim Müteferrika, babası Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi ile Paris'e giden Said Efendi'nin ortaklığı ve sadrazam İbrahim Paşa'nın desteğiyle İstanbul'da bir matbaa kurmaya teşebbüds etmiş ve 1727 yılında, İslami din kitapları basmamak şartıyla Padişahın iznini almıştı.Müteferrika matbaasının ilk kapanış tarihi olan 1745'e kadar burada onyedi eser basıldığı bilinir.Üçyüzyıla yakın bir gecikme ile de olsa, matbaanın memleketimize girişi Batı'da gelişen yeniliklerin Türk aydınları arasında daha hızlı yayılmasına imkan verecekti.
İbrahim Müteferrika 1732'de kendi matbaasında bastırıp 1730'da Patrona Halil Ayaklanması sonunda tahtını kaybeden III.Ahmed'in halefi I.Mahmut'a sunduğu Usul ül-hikem fi nizam il-ümem adlı risalesinde Avrupa devletlerinin askeri teşkilatlarını inceleyerek Batı ordularının Osmanlı askeri kuvvetlerine üstünlüğünü belirtmiştir.Türk Ordusu'nda hususyla teknik birliklerin ıslahı gerekmekteydi.Bu sebeple I.Mahmut (1730-1754) ve III.Mustafa (1757-1773) saltanatlarında Humbaracı ve Topçu ocaklarının Batı tarzında teşkilatlandırılmasına girişildi.Askerlik sahasında yenileşme hareketleri başlangıçta mühtedilerin, sonralarıysa doğrudan doğruya Avrupalı uzmanların idaresinde yürütüldü.Gerçekten bir Fransız subayı iken müslümanlığı kabul ederek Ahmet adını alan Comte de Bonneval 1731'de Humbaracı ocağının ıslahına başladı.Ocağın ihtiyaç duyduğu talimli askeri yetiştirmek üzere de 1734 yılında Üsküdar'da üçyüz gencin kaydolunduğu bir Hendesane açıldı.Hendesanede matematik ve Fen Bilimleri öğretiliyordu.1735'te Paşalığa yükseltilen Humbaracı Ahmet 1747 yılında ölünce Humbaracılığa kendisi gibi bir mühtedi olan manevi oğlu Süleyman Ağa getirildi.Onun ölümünden sonra, Hendesane Yeniçerilerin baskısı sonucunda kapatıldı.Bu müessese 1769 yılında yeniden faaliyete geçtiyse de uzun ömürlü olamadı.Osmanlı ordusunu ıslah etmek vazifesiyle bir Fransız askeri heyetinin başında Türkiye'ye gelen Baran de Tott'un 177^'te Haliç kıyısında Hasköy'de kurduğu "Mühendishane" daha ciddi ve sürekli bir teşebbüs vasfını taşımış, Osmanlı Devleti'nin yıkılışına kadar yaşayacak olan Topçu Harbiye Mektebi'nin çekirdeğini teşkil etmiştir.Aslen Macar olan Baron de Tott 1774 yılı başlarında Topçu Ocağı'na bağlı sürat topçuları teşkilatını kurmakla Osmanlı ordusunun yenileşmesi bakımından bir başka önemli icraatta bulunmuştur.Avrupa ordularında kullanılan hafif topçu birliklerinin benzeri olan bu teşkilat 1781 yılına kadar yaşamış, o tarihte Fransız subaylarının memeleketlerine dönüşü sebeiyle dağıtılmıştır.
1768-74 Osmanlı-Rus Harbi esnasında bir Rus filosunun Çeşme'de Türk donanmasını bozguna uğratarak yakması, Osmanlı devlet adamlarını denizcilik sahasında ıslahat yapmak lüzumuna inandırmıştı.Nitekim, 1776 yılında, deniz subayı yetiştirmek üzere Kapudan-ı Derya Cezayirli Gazi Hasan Paşa'nın gayretiyle Kasımpaşa'da Tersane yakınında "Mühendishane-i Bahr-i Hümayun" kuruldu.Deniz Harp Okulu'muzun başlangıcı sayılan bu müesseseyi I.Abdülhamit saltanatında Cezayirli gazi Hasan Paşa'nın siyasi rakibi Halil Hamit Paşa, 1782'den 1783'e kadarki sadrazamlığı sırasında Fransız subaylarından faydalnarak geliştirmiştir. I.Abdülhamit'in 1789 Nisanında ölümü üzerine tahta III.Selim'in çıkşı Osmanlı İmparatorluğu'nda yenileşme hareketlerini hızlandırdı.Genç Padişah babası III.Mustafa'nın telkini altında kalarak devletin kurtuluşunu Batı müeseselerinin kabulünde görüyordu.Daha şehzadeliği zamanında Fransa Kralı 16.Louis ile gizli muhaberede bulunmuş, padişah olunca yapacağı ıslahat hamlelerinin zihninde tasarlamıştı.Halbuki, 21 Temmuz 1774 tarihli Küçük Kaynarca Barış Antlaşması ile elden çıkan Kırım'ı geri almak için Rusya'ya karşı 1787 yazında açılan harp ertesi yıl Avusturya'nın da düşmana katılmasıyla , Türkler aleyhine sürüp gitmekteydi.III.Selim 1791 Ağustosunda Avusturya ile, 1792 Ocak ayında da Rusya ile barış imzaladıktan sonra tasarladığı ıslahat programını tatbike koydu.O daha harp devam ederken, devlet işlerinin düzenlenmesi hakkındaki görüşlerinin birer layiha halinde kaleme almalarını, Sadrazamı Yusuf Paşa dahil, güvendiği yirmi kadar şahıstan istemişti.Bunlar hazırladıkları layihalarda çeşitli fikirler ortaya koymuşlardı.Fakat hepsi Osmanlı ordusunda ıslahat yapılması gereği üzerinde birleşiyorlardı.Hususiyle Yusuf paşa ve Reis ül-küttap Abdullah Berri Efendi Avrupa usulünde talim görecek piyade ve topçu birliklerinin kurulmasını teklif etmişlerdi.
Giriştiği ıslahat hamlesinde Padişah, Avusturya ile banşm imzasını müteakip elçilikle Viyana'ya giden Ebubekir Ratib Efendi'nin 1792 Mayısında yurda dönüşünde hazırladığı rapordan da faydalanmış görünüyor. Avusturya'nın askeri, idari ve içtimai müesseselerinin tafsilâtlı bir tasviri mahiyetinde olan bu raporda Avrupa devletlerinin bir "Nizam-ı Cedid" yarattıkları belirtiliyordu. Bundan ilham alan III. Selim kurduğu Orduya Nizam-ı Cedid adını verdi. Avrupalı subayların idaresi altında Levend Çiftliği'nde talime başlayan piyade askeri, yeniçerilerin muhalefetini önlemek maksadıyla, Bostancı Ocağına bağlanmıştı. Yeni ordunun masrafını karşılamak üzere, 1783 Martında İrad-ı Cedid adında ayrı bir hazine teşkil olundu. Nizam-ı Cedid askeri sayıca artınca, İstanbul'da Levend Çiftliği kışlasından başka, Üsküdar'da Selimiye kışlasının inşasına başlandığı gibi, Anadolu'da da bu birliklerin kurulmasına girişildi. Nizam-ı Cedid 1806 yılı sonlarında 25.000 kişilik bir askeri kuvvet haline gelmiştir.
III. Selim Topçu ocağında da ıslâhat yaptı. Tophane'deki kışla genişletilerek, hazırlanan yeni kanunnameye göre topçu birlikleri yetiştirildi. Ayrıca, Fransız ustalarının nezaretinde toplar döküldü. Ordunun topçu ve istihkâm subayı ihtiyacını karşılamak için, önce Eyüb'de açılan "Mühendishane-i Sultani" 1793 yılında Hasköy'e nakledildi. Baron de Tott'un 1773'de kurduğu Mühendishane'yi de içine alan bu okul "Mühendishane-i Berri-i Hümayun" adıyla 1795 yılından itibaren yeni binasında çalışmalarını sürdürmüştür.
Yenileşme hareketinde III. Selim'in askerlik sahası dışıda gerçekleştirdiği en önemli icraat Avrupa'nın belli başlı merkezlerinde ikamet elçilikleri açmasıdır.Batılı devletlerin İstanbul'da XV. asır ortalarından beri daimi elçileri bulunduğu halde, Osmanlı padişahları karşılık olarak o devletler nezdine ikamet elçileri yollamamışlardır. Bunun sebebi İslam geleneğndedaimi elçilik müessesesinin mevcut olmayışıdır. Padişahlar Batılı devletlerin İstanbul'da daimi elçiler bulunurmalarını bir saygı tezahürü sayıyorlar, kendileri ancak gerektiği zamanlar yabancı ülkelere fevkalâde elçi gönderiyorlardı. Halbuki, XVIII. asır sonlarında Avrupa'da meydana gelen siyasi ve askeri gelişmeleri yakından takip etmek, ittifak müzekerelerini mahallinde yürütmek bir zaruret halini almıştı. III. Selim bunu idrak etti ve ilk defa 1783 yılında Yusuf Agâh Efendi'yi ikamet elçiliğiyle İngiltere'ye gönderdi Dört yıl sonra da İsmail Ferruh Efendi, Agâh Efendi'nin yerine Londra'ya yollandığı gibi, Seyyid Ali Efendi Fransa'ya, İbrahim Afif Efendi Avusturya'ya, Ali Aziz Efendi Prusya’ya tayin edildiler. Osmanlı ikamet elçilerinin diplomatik çalışmaları beklendiği kadar verimli olmadı.Bundan dolayı Londra, Viyana ve Berlin elçilikleri 1800'den itibaren maslahatgüzarlarla yürütüldü. Fransa o devirde Avrupa'nın en kudretli devleti bulunduğundan 1811 yılına kadar bir Osmanlı ikamet elçisi Paris'de vazife gördü. III.Selim'in diplomasi yönünden yeteri derecede fayda sağlamayan bu teşebbüsü elçi, maslahatgüzar veya kâtip sıfatıyla ikamet elçiliklerinde çalışan Türklerin Batı'yı yakından taramalarına ve bir Batı dili öğrenmelerine imkan vermiştir. Bunların çoğu memlekete dönünce yenilik hareketlerinin gerçekleştirilmesinde değerli hizmetler görmüşlerdir.
III. Selim Osmanlı imparatorluğunda, Avrupa devletlerinde ve hususiyle Fransa'da olduğu gibi, merkeziyetçi idare kurmak istiyordu. Bunun için, XVIII. asırda Rumeli, Anadolu ve Arabistan'da teşekkül etmiş, olan ayan, derebeyi ve diğer mütegallibenin nüfuzunu kırmak gerekmekteydi. Görünüşte Edirne bölgesindeki asayiş bozucu eşkıyayı tedib etmek maksadıyla, aslında ise Nizam-ı Cedid'i Rumeli'de teşkilâtlandırmak üzere Padişah, 1806 Temmuzunda, Karaman valisi Kadı Abdurrahman Pasa'yı düzenli bir ordunun başında asilere karşı gönderdi. Fakat, Rumeli ayanlarının silâhlı direnmeyi kararlaştırmaları III.Selim’i Kadı Abdurrahman Paşa'yı geri çağırmak zorunda bıraktı. Padişahın bu zaafı Nizam-ı Cedit aleyhtarlarının cüretini artırdı ve III. Selim Kabakçı Mustafa'nın yönettiği bir ayaklanma sonunda, 30 Mayıs 1807'de, tahttan indirildi. Böylece, Nizam-ı Cedid hareketi başarısızlıkla soca ermiş ve eski düzen taraftarları IV. Mustafa'yı padişah yapmışlardır.
Nizam-ı Cedid'cilerin çoğu Kabakçı ayaklanması sırasında öldürülmüştü. Kaçabilenler Rusçuk Ayanı Bayraktar Mustafa Paşa'nın himayesine sığındılar ve III.Selim'i tekrar tahta oturtmak için gayret göstermeğe onu ikna ettiter. Tarihimizde "Rusçuk yaranı" adıyla tanınan bu yenilik taraftarlarının giriştikleri tertipler Bayrakdar Mustafa Paşa'nın askeri kuvvetlerle İstanbul'a yürümesini, III.Selim'in şehit edilmesi üzerine de, 28 Temmuz 1808'de, II. Mahmud'un IV. Mustafa yerine Osmanlı tahtına oturtulmasını sonuçlandırdı.
İrtica hareketi bastırılmış ve III.Selim'in hızlandırdığı yenileşme hamlesine devam imkânı tekrar sağlanmıştı. Sadrâzam olan cahil fakat iyi niyetli Bayrakdar Rusçuk yaranının nüfuzu altında bulunuyordu. Nlzam-ı Cedid ordusu Sekban-ı Cedid adıyla yeniden kuruldu. Ekimde, Babıâli ile Ayanlar arasında Ayanların imtiyazlarını korumaları şartıyla Padişahın hakimiyetini Anadolu ve Rumeli'de geçerli kılan bir "Sened-i ittifak" imzalandı. Fakat, bu senedin ömrü kısa sürdü.Ayanların çoğu selahiyetlerinin sınırlandırılmasına razı olmadıkları gibi, Sultan II.Mahmud da mutlak iradesini imparatorluğun en uzak bölgelerine kadar kabul ettirmek istiyordu. II.Mahmud, gayesine erişmek için, amcası oğlu III.Selim'in akibetinden de ders alarak temkinli ve sabırlı davrandı, ilk önce, Bayrakdar Mustafa Paça ile Rusçuk yaranının baskısından kurtulmak gerekiyordu. Bu sebeple, 1808 Kasımında Sadrazam aleyhine patlak veren Yeniçeri ayaklanmasının başarıya ulaşmasını önleyecek hiç bir harekette bulunmadı. Bayrakdar'ın şehit edilmesi üzerine de, sarayı kuşatan yeniçerilerle anlaşma yoluna gitti. Sekban-ı Cedid dağıtıldı ve eski Reis’üll-Küttap Galib Efendi'den başka, Rusçuk yaranı birer birer yakalanıp öldürüldü.
II.Mahmud, Yeniçeri ocağına verdiği tavizlere karşılık, tahta çıkığından sonraki onsekiz yılda çeşitli yollara başvurmak suretiyle Anadolu ve Rumeli ayanlarının nüfuzunu kırdı ve eyaletleri merkeze bağladı. Bundan sonra Padişah İstanbul'da Yeniçeri ocağını itaat altına almak işine girişti. Ocakta İslahat yapılmasına dair bir, hatt-ı hunayun isdarı üzerine, 15 Haziran 1826'da Yeniçeriler ayaklanınca bunların Etmeydanı’nda bulunan kışlaları topa tutuldu ve isyan kanlı bir şekilde bastırıldı. Böylece, II.Mahmud Yeniçeri ocağın bütünüyle ortadan kaldırdı. Ocakla birlikte onun manevi desteği olan Bektaşi tarikatı da takibata uğradı.
İmparatorluğun yükseliş devrinde büyük hizmet gördüğü halde, zamanla değerini kaybederek devletin gerilemesine sebep olan ve yenilik hareketlerine daima karşı koyan bu askeri müessesenin ortadan kaldırılışı, Sultan II.Mahmud'a bundan sonra daha serbest davranmak imkânı sağlıyordu. Ocağın manevi desteği yokolunca, Batı tarzında ıslâhat teşebbüslerini yeniçerileri kışkırtmak suretiyle engelleyen ilmiye zümresinin nüfuzu azaldı. Artık memlekette Padişahın iradesine karşı çıkabilecek hiç bir kuvvet kalmamıştı. II.Mahmud, Yeniçeri ordusu yerine, Avrupa usûlünde yetiştirilmek üzere, Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye'yi kurdu. Bu ordunun başkumandanlığını ifa etmek için Seraskerlik makamı ihdas olundu. Serasker, başkumandanlık vazifesi yanında, Harbiye nazırının işlerini görecekti Yeni orduya asker sağlanması 1826 yılı sonunda çıkarılan bir nizamnamede düzene kondu. Buna göre, eyaletlerden toplanan Mansure askeri oniki yıl hizmete tabi tutuluyordu. Ordunun hekim ihtiyacını karşılamak maksadıyla 1827 yılında İstanbul'da Şehzadabasında Tıbhane-i Amire açıldı. 1838'de Galatasarayı'na nakledilen Tıbhane'de Avusturyalı Dr. Kari Bernard uzun yıllar hocalık yaparak Batı tıp bilgisini öğrenmiş tabipler yetiştirmiştir. Tıbhane-i Amire bugünkü Askeri Tıbbiye'nin çekirdeği sayılır.
Yeni orduya Avrupa harp sanatını bilen piyade ve süvari subayları da gerekmekteydi. Bunun için, 1834 yılında İstanbul'da Maçka kışlasında Mekteb-i Ulûmu-ı Harbiye öğretime başladı. Fransa'deki Saint-Cyr askeri okulu örnek alınarak kurulan bu müessese Harp Okulu'muzun temelini teşkil eder. Batı'ya Öğrenci gönderilmesi de ilk defa II.Mahmud zamanında vukubuldu. Gerçekten, 1827 yılında hususiyle Serasker Hüsrev Paşa'nın teşebbüsüyle topçuluk ve diğer teknik sahalarda öğretim görmek üzere Paris'e gençler yollandı.
Bu devirde Osmanlı devletinin idari, kültürel ve içtimai hayatı esaslı değişikliklere uğramıştır. Merkez teşkilâtında 1835 yılında Sadaret kethüdalığı yerine Umur-ı Mülkiye nezareti, Reis’ül-küttaplık yerine de Umur-ı Hariciye nezareti kuruldu. Bundan iki yıl sonra Defterdarlık kaldırılarak Maliye nezareti teşkil olundu. Aynı yıl, yani 1837'de, Umur-ı Mülkiye nezaretinin adı Dahiliye nezaretine çevrildi.Bununla beraber, gerçekleştirilen ıslahat Batı tarzında bir kabine hükümetinin işleyişini sağlamak için yapılmamıştı. Avrupa'da olduğu gibi, nazırlar başvekil makamında bulunan sadrâzama karşı sorumlu olmayıp doğrudan doğruya Padişaha hesap vermek durumundaydılar. Saray ve Babıâli'de ayrıca çeşitli meclisler meydana getirildi. Meclis-i Has, Padişahın hususi danışma kurulu olarak faaliyete geçti. Nazırlar da Meclis-i Vükelâ halinde toplanmaya başladılar. 1836 yılında askeri ıslâhat için gerekli nizamnameleri hazırlamak üzere Meclis-i Dâr-ı Şûray-ı Askeri, 1838'de ise ziraat, ticaret ve sanayi işleri için ayrı ayrı meclisler teşekkül etti. Fakat, 1837'de kurulan Meclis-i Valây-ı Ahkam-ı Adliye bunların hepsinden daha önemlidir. Gerçekten, idari ve hukuki bir danışma kurulu mahiyetinde tasarlanan bu meclis Tanzimat devrinde askerlik dışı bütün ıslahatın planlandığı ve icraatın denetlendiği başlıca müessese vazifesini ifa etmiştir.
II.Mahmud 1833 yılında Babıâli'de Tercüme Odası'nı açtı. Gaye devletin dış ülkelerle olan resmi yazışmalarını yürütmek yanında, söz konusu odada yabancı dil ve hususiyle Fransızca bilen müslüman memurlar yetiştirmekti. Nitekim, ertesi yıl Avrupa'da Osmanlı ikamet elçilikleri yeniden kuruldu ve buralara kâtip olarak çoğu zaman Tercüme Odası memurları yollandı. Tanzimat hareketi öncülerinin hemen hepsi gençliklerinde ya Tercüme Odası'nda veya ikamet elçiliklerinin birinde bir müddet çalışmışlardır.
Bu devirde haberleşme ve ulaştırma sahalarında da müsbet işler başarıldı. 1831’de İstanbul'da ilk Türk resmi gazetesi olan Takvim-i Vakayi çıkarılmağa başlandığı gibi, 1834'de Üsküdar'dan İzmit'e kadar ilk posta yolu hizmete kondu. 1835'de ise, bulaşıcı hastalıkların yayılmasını önlemek üzere, karantina usûlü kabul olundu. II.Mahmud zamanında gerçekleştirilen kıyafet değişikliği ayrıca kayda değer. Mansure ordusu efradına fes giydirilkten sonra ertesi yıl devlet memurlarının Batılı tarzda giyinmeleri bir irade ile sağlandı. Sarık sarmak ve cübbe giymek yalnız din adamlarına bırakıldı. Bizzat Padişah sakalını keserek Batılı kıyafetiyle tebaasına örnek oldu. Avrupai yaşayış tarzı saray çevresinde ve yüksek memurlar arasında gittikçe yaygınlaştı.
II.Mahmud iktisat sahasında da ıslâhata girişmiş, fakat,bu sahada başarı sağlanamamıştır. Gerçekten, devlet eliyle 1830'larda kurulan fabrika ve imalâthaneler, hatalı işletmecilik yüzünden, kısa zamanda kapanmışlardır. Mansure ordusunun fes ihtiyacını karşılamak üzere, 1835'de İstanbul'da kurulan Feshane tek istisna olup bugün de Defterdar Dokuma Fabrikası adıyla faaliyetini sürdürmektedir.
BATI FİKİRLERİNİN GİRİŞİ
II.Mahmud saltanatının son oniki yılında, sistemli bir şekilde olmasa bile, yenileşme sahasında önemli işler yapılmıştır. Ancak, 1821'de Mora yarımadasında patlak veren Yunan isyanı 1829'da Yunanlıların bağımsızlık kazanmalarıyla sonuçlanmış, bundan iki yıl sonra Mısır valisi Kavalalı Mehmed Ali Faşa'nın başlattığı isyan hareketiyse Osmanlı imparatorluğu'nu daha ciddi bir tehlike karşısında bırakarak 1833 Mayısında Padişahın asi valiyle Kütahya antlaşmasını imzalamasını gerektirmiştir. Mehmed Ali Paşa 1838 yılı başlarında tekrar isyan edince de Padişah Mısır valisine yeniden savaş açmıştır.
24 Haziran 1839'da Osmanlı ordusunun Nizib'de yenilişi II.Mahmud devrinde gerçekleştirilen ıslâhat hareketlerinin yetersizliğini ispatlamaktaydı. Paris ve Londra elçiliklerinde bulunduğu esnada Batı dünyasını yakından incelemek fırsatını elde eden Mustafa Reşid Paşa 1837 Temmuzunda Hariciye nazırı olduktan sonra, Osmanlı İmparatorluğu'nda tebaanın şahsi hukukunu Batı ülkelerindeki gibi kanunla emniyet altına almak istemişti. Fakat, II.Mahmud kurduğu mutlakiyet idarenin sınırlandırılmasını kabul etmediğinden, Mustafa Reşid Paşa Hariciye nazırlığı uhdesinde kalmak şartıyla Londra elçiliğine tayin olunarak İstanbul'dan uzaklaştırılmıştı.
Sultan II.Mahmud Nizip felâketi haberi payitahta ulaşmadan önce, l Temmuz l839'da öldü ve yerine oğlu Abdülmecid 16 yaşında padişah oldu. İstanbul'a dönen Mustafa Reşid Paşa geniş çapta bir ıslahata girişmek hususunda genç padişahtan izin aldı. Böylece, Osmanlı İmparatorluğu’nda din, ırk ve dil ayrımı gözetilmeksizin bütün tebaanın can, mal ve ırz mahfuziyetinin kanunla sağlanacağı Mastafa Reşid Paşa tarafından 3 Kasım 1839'da Gülhane Hatt-ı Hümayunu'nun okunmasıyla resmen ilan olundu. Padişahın tebaasına bahşettiği hakların korunması için mahkemeler kurulacağı, vergilerin adaletli toplanacağı, askerlik hizmetinin belirli müddet süreceği ve mülki idarede ıslâhat yapılacağı Hatt-ı Hümayun'da ayrıca vaadolunmaktaydı. Batı'da XVIII. asır Aydınlanma Çağı filozoflarının ortaya atıp Fransız Büyük İhtilâli'nden sonra Avrupa ülkelerinin çoğunda gerçekleşen vatandaşların eşitliği düşüncesi Gülhane Hattı'nın ilanıyla Osmanlı İmparatorluğu'nda da devletçe benimsenmiş temel ilke haline geliyordu. Mustafa Reşid Paşa ve kendisi gibi Babıâli kalemlerinde yetişmiş arkadaşları imparatorluğun müslüman ve müslüman olmayan tebaasını Osmanlılık ideolojisi etrafında kaynaştırmak suretiyle devletin birliğinin korunacağına inanıyorlardı.
Tarihimizde Tanzimat adıyla tanınan ve 1876 yılma kadar sürdüğü genellikle kabul olunan devre Batı müesseselerinin yanında Batı fikirlerinin de memlekete girdiği çağdır. Ancak, Batı hukuk anlayışının nüfuzuyla başlayan bu cereyan Osmanlı cemiyetinin dayandığı ananevi müesseseleri ortadan kaldıramamış, eskileriyle birlikte yaşamak üzere yeni müesseselerin kurulmasına sebep olmuştur. Meselâ, 1840 Mayısında Fransız Ceza Kanununun tesirinde çıkarılan "Kanun-ı Ceraim" müslim ve gayrimüslim tebaanın kanun önünde eşitliğini sağlamak suretiyle Şeriat'a aykırı bir hüküm getirmişse de Ser’i Mahkemelerin devamını engellememiştir. Bununla beraber, 1850 yılında Ticaret Kanunu'nun çıkarılması Şer’i mahkemelerin faaliyet sahasını biraz daha daraltmıştır. Yeni kanunların tatbik olunduğu "nizamiye" mahkemelerinde Batı yargı usullerini bilen hakimler vazife görüyordu.
Gülhane Hattı'nın ilanı ardından adliye sahası dışında mali ve askeri ıslâhat yapıldı. Vergilerin iltizama verilmesi yerine muhassıllar eliyle doğrudan doğruya toplanmasına başlandı; fakat, vergi hasılatında azalma olunca 1841'de eski usûle dönüldü. Askerlik hizmetinin beş yıl sürmesi ve askerlerin terhisten sonra yedi yıl redif olarak talim görmeleri kabul edildi. Gülhane Hattı'nın eşitlik ilkesine rağmen, askerlik mükellefiyetine yalnız müslümanlar tâbi kılındılar, gayrimüslimlerse bundan muaf tutuldular.
Mustafa Reşid Paşa ve arkadaşlarının müslüman olmayan tebaa lehine gerçekleştirdikleri ıslâhatı müslümanlar tepkiyle karşılamışlardır. Tanzimat'dan Patrikhaneler de memnun olmadılar; çünkü, yeni kanunlar ruhban zümresinin eskiden beri faydalandıkları imtiyazlara kısmen son veriyordu. Halbuki, Batılı devletler Osmanlı tebası Hırıstiyanlara tanınan hakları yetersiz buluyorlar, bu hakları genişletmek ve daha belirli hale getirmek için Babıâli üzerinde baskı yapıyorlardı. Kudüs'deki kutsal yerler anlaşmazlığı yüzünden 1853 Kasımında Osmanlı devletiyle Rusya arasında çıkan harbe 1854 Martında İngiltere ile Fransa'nın Osmanllar’ın müttefiki olarak katılmaları ve Müttefik ordularının Rus kuvvetlerini Kırım'da yenmeleri Batılı devletlere Babıâli'den gayrimüslim tebaa lehine yeni haklar koparmak imkânını sağladı. Gayrimüslim Osmanlı tebaasına Gülhane Hattı'yla tanınmış olan haklar 18 Şubat 1856'da isdar olunan Tanzimat Fermanı'nda teyid edilerek din, kültür, askerlik, idare ve maliye sahalarında yapılması gereken ıslahat teferruatlı bir şekilde belirtildi. 30 Mart 1856 günü imzalanan Paris Barış andlaşmasının 9. maddesinde Tanzimat Fermanı'na atıfta bulunulmasıyla da Padişahın bu ıslâhat taahhüdü devletlerarası bir mahiyet kazandı.
Paris'de barış müzakerelerini Sadrâzam Âli Paşa yürütmüş, Hariciye Nazırı Fuad Paşa ise İstanbul'da Müttefik devletler elçileriyle devamlı temasta bulunmuştu. Mustafa Reşid Paşa’nın eski yardımcıları olan bu iki devlet adamı 1856 yılından sonra Tanzimat ıslâhatını birlikte yönetmişlerdir. Ali Paşa'nın 1871'de ölümüne kadar gerçekleştirilen ıslâhatta Fransız tesiri daha açıktır. Nitekim, 1858'de çıkarılan yeni Ceza Kanunu 1840 tarihli Kanun-i Ceraim'e nazaran teferruatlı olmakla beraber Franssız Ceza Kanunu’ndan geniş ölçüde iktibas olundu. Bundan başka, Meclis-i Valay-ı Ahkâm-ı Adliye zamanın ihtiyacını karşılamak üzere 1868'de ikiye bolündü, hukuk işleriyle uğraşacak Divan-ı Ahkâm-ı Adliye yanında Şuray-ı Devlet kuruldu. Memurlar hakkında idare ve yargı yetkilerini haiz bir yüksek mahkeme vazifesi gören bu müessese Fransa'daki Conseil d'Etat'nın benzeri olup Danıştay adıyla günümüze kadar yaşamakta devam edegelmiştir. Yine Fransız Vilâyet Kanunu örnek alınarak l864'te Vilayet Kanunu çıkarıldı; böylelikle valilerin yetkileri artırıldı.
Osmanlı toprak rejimini Batı ülkelerinde mevcut olana yaklaştıracak bir Arazi Kanunu 1858 yılında tatbika kondu. Şahsi mülkiyet esasına dayanan Arazi Kanunu köylülerin toprak üzerindeki haklarını sağlamlaştırmak gayesiyle hazırlandığı halde, fiiliyatta onları toprak ağalarının ortakçısı ve gündelik işçisi durumuna getirdi. Bu sonuç ıslâhat hareketlerinde başarı elde etmek için sadece iyiniyetin yeterli olmadığını isbatlar.
Medeni hukuk sahasında gerçekleştirilen ıslâhat Tanzimat devrinin en müsbet eserlerinden biridir. Meşhur tarihçi ve hukukçu Ahmed Cevdet Paşa'nın başkanlığında bir heyetin İslâm hukuku esaslarından faydalanarak 1870 - 76 yılları arasında hazırladığı Mecelle 1926'ya kadar Türkiye'de yürürlükte kalmıştır.
Bu devrede eğitim sahasında da kayda değer teşebbüslere girişilmiştir. Devlet teşkilatına ehliyetli idareciler yetiştirecek bir müessese olarak 1859'da Mülkiye-i Şahane kuruldu. Bizzat Ali Paşa'nın teşebbüsüyle 168 yılında İstanbul'da açılan Galatasaray Sultanisiyse Fransız liseleri ayarındaydı. Derslerin çoğunun Fransızca okutulduğu okulda imparatorluğun çeşitli etnik zümrelerine mensup öğrencilere "Osmanlılık" şuuru aşılanmak isteniyordu. Bu maksat sağlanamamıştır; fakat, Türkiye ve diğer Orta Doğu ülkelerinin yenileşmesinde Galatasaray sultanisi mezunlarının önemli payı olmuştur.
Münif Paşa tarafından 1863'de Cemiyet-i ilmiye-i Osmaniye'nin Royal Society of England örneğinde kurulmasıyla da Batı müsbet bilimleri Türk aydın çevrelerinde revaç bulmuştur. Cemiyetin çıkardığı Mecmua-i Fünun'da felsefe, coğrafya ve jeoloji konulu makaleler akılcı düşünceyi Osmanlı toplumuna yaymıştır. Ne yazık ki, cemiyet faaliyetini ancak 1882 yılına kadar sürdürebilmiştir.
Tanzimat'ın ikinci devresinde Türk basınının doğuşu tesirleri zamanla artacak olan önemli bir gelişme teşkil eder. II.Mahmud saltanatında çıkarılmaya başlanan Takvim-i Vekayi resmi bir yayın vasıtası olduğundan tam manasıyla gazete sayılamazdı. William Churchill adında bir İngiliz'in 1840'dan beri İstanbul'da yayınladığı Ceride-i Havadis ise resmi olmayan ilk Türkçe gazete olmakla beraber, sayıları gittikçe çoğalan okuyucuları tatmin etmekten uzaktı. Agâh Efendi'nln 1860'da Tercüman-ı Ahval gazetesini kurması gerçek Türk basınının faaliyete geçtiğini belgeler, iki yıl sonra Şinasi'nin Tasvir-i Efkârı yayınlamağa başlaması da basın hayatımızı güçlendirir. Bu gazeteler ve onlara katılan diğerleri sayesinde Türkiye'de halk efkârı teşekkül etmiştir. Hususiyle Namık Kemal'in siyasi ve kültürel makaleleri memlekette Batı ülkelerindekine benzer bir muhalif aydın zümresinin meydana gelmesine sebep olmuştur.
Türkiye'de muhalefet 1865 Haziranında gizli bir teşkilat halinde kurulan Yeni Osmanlılar Cemiyeti etrafında toplandı, ilk üyeleri arasında Namık Kemal'in de bulunduğu cemiyet devletin kurtuluşunu parlamento'ya dayalı meşruti bir idare kurulmasında ve Padişahın haklarının sınırlandırılmasında görüyordu. Yeni Osmanlılar XVIII. asır Fransız filozoflarından Mootesguieu'nun "kuvvetler ayırımı" ve Rouaseau'nın "tabii haklar" nazariyelerini benimsemişlerdi. Ancak, onlar bu Batılı fikirleri şeriat ilkeleriyle uyuşturmağa çalışmışlardı. Hususiyle Namık Kemal Fransız İhtilalinden beri Avrupa'da geçerli olan halk hakimiyeti ilkesini İslami "Biat" müessesesine dayandırıyordu. Yeni Osmanlılarn ortaya koydukları siyaset nazariyesi Doğu ve Batı düşüncelerinin başarılı bir terkibi sayılamazsa da, onların "hürriyet" ve "vatanseverlik" kavramlarının Türkiye'ye girişindeki tesirleri inkâr olunamaz. Nitekim, Sadrâzam Âli Paşa'nın sert idaresi yüzünden 1867'de Avrupa'ya kaçan Namık Kemal ve arkadaşları liberal görüşlerini Sadrâzamın şahsi muarızı Mustafa Fazıl Paşa'nın mali desteğiyle yurt dışında çıkardıkları gazetelerde yaymışlar, 1870'den sonra da memlekete dönerek yayın faaliyetlerini İstanbul'da sürdürmüşlerdir. Bu görüşleri Osmanlı aydınlarının çoğu heyecanla paylaşıyorlardı.
Ali Paşa'nın ölümünü takib eden yıllarda imparatorluğun siyasi ve iktisadi durumu iyice sarsılmıştı. Sultan Abdülaziz idareyi fiilen ele almış ve her arzusuna boyun eğen Mahmud Nedim Paşa gibi zayıf şahsiyetli devlet adamlarını iktidara, getirmişti. 1854 yılında Kırım harbinin masraflarını karşılamak üzere İngiliz ve Fransız bankerlerinden yapılan ilk dış borçlanmadan beri Osmanlı maliyesi gittikçe bozulmaktaydı. Yirmi yılda yurt dışından on defa borç para alındığı halde devletin bütçe açığı bir türtü kapatılamamış ve 1874 mali yılında bu açık 5 milyon lirayı bulmuştu. Yüksek faizle sağlanan borç paranın gelir getirecek yatırımlara harcanmasından ziyade Padişahın gösteriş hevesini tatmin için israf edilmesi bu kötü sonucu doğurmuştu. Kapitülasyonların baskısı altında yerli sanayinin kurulamayışı da Osmanlı imparatorlusunu iktisadi ve mali çöküntüye götürmüstü. Böylece, dış borçların yıllık faizini ödeyemeyecek hale gelen Devlet 6 Ekim 1875 tarihli bir irade ile mail iflasını ilan etti, Buna göre, Babıâli alacaklılara faiz tutarının yarısını beş yılda nakden ödeyecek, öbür yansını da yüzde beş faizli tahvillerle karşılayacaktı.
Aynı yılın Temmuzunda imparatorluğun Hersek sancağında patlak veren bir isyan kısa zamanda büyüyerek Bosna vilayetine yayıldı ve Babıali'nin gevşek tutumu Avrupa Büyük Devletlerinin işe karışmasına fırsat verdi. Sadrâzam Mahmud Nedim Paşa İstanbul'daki Rus elçisi İgnatyev’n tesiri altında bulunduğundan Bulgarların 1876 Nisanında ayaklanmalarını da başlangıçta önemsemedi işin ciddiyeti anlaşılınca Babıâli'nin asilere karş sert tedbirler almasıysa Batı alemini Türkler aleyhine birleştirdi. Bu sırada, müslüman olmak niyetiyle Selanik'e gelen bir Bulgar kızının hıristiyanlar tarafından kaçırılmasına tepki gösteren halkın Fransız ve Alman konsoloslarım öldürmesi üzerine Büyük Devletlerin Selanik limanımıza harp gemileri göndermeleri, 9 Mayısta İstanbul'da medrese softalarının Sadrâzam ve Şeyhülislâm aleyhine isyanına sebep oldu. Yeni Osmanlıların meşrutiyetçi fikirlerini benimseyen Mithat paşa isyanı gizlice kışkırtmıştı. Padişah 12 Mayısta softaların isteklerine rıza gösterdi ve Mahmud Nedim Paşa'yı azlederek Mütercim Rüştü Paşa'yı sadarete getirdi. Midhat Paşa da vükelâ meclisine tayin olundu.
Aradan üç hafta geçmeden, 30 Mayıs 1876'da, Midhat, Rüştü ve Serasker Hüseyin Avni Paşalar'ın birlikte tertib ettikleri darbe sonunda Abdülaziz tahttan indirildi. Yeni padişah V. Murad liberal görüşlüydü. Midhat Paşa Osmanlı Kanun-ı Esasisi’nin hazırlıklarına hemen girişti. 1875 Nisanından beri sürgünde bulunduğu Magosa’dan İstanbul'a dönen Namık Kemal'in üye olarak katıldığı bir komisyon 1831 tarihli Belçika Anayasası'nı örnek almak suretiyle 1876 Aralığı başlarında Kanun-i Esasi metnini tamamladı. V.Murad, akli dengesi bozulmuş olmak sebebiyle Şeyhülislâmın fetvası alınarak 31 Ağustosta hallolunmuş ve yerine II.Abdülhamid padişah olmuştu. Sultan II.Abdülhait Meşrutiyet taraftarı görünüyordu. Ancak devletin emniyeti bakımından tehlikeli olan şahısları Padişahın sürgüne gönderebilceğine dair bir ibarenin Kanun-ı Esssi'nin 113. maddesine eklenmesinde ısrar etmiş ve bunu sağlamıştı.
Osmanlı Kanun-ı Esasi'si 23 Aralık 1876'da merasimle ilân olundu. Parlamento tayinle gelen 25 üyeli Ayan Meclisi'nden ve iki dereceli seçimi kazanan 130 üyeli Mebusan Meclisinden teşekkül edecekti. 19 Mart 1877'de Dolmabahçe sarayında II.Abdülhamid'in nutkuyla açılan Osmanlı Parlamentosu Ayasofya civarındaki binasında çalışmalarına başladı. Ayan üyeleri Padişah tarafından tayin olunmuş, mûslim ve gayrimüslim mebuslar da İstanbul'da 25 yaşın üstünde vergi mükelleflerinin, taşradaysa 1845'den beri faaliyette bulunan vilâyet, sancak ve kaza meclisleri üyelerinin oylarıyla seçilmişlerdi.
Mebusların tecrübesizliği ve çoğunun tahsil yetersizliğine rağmen, Mebusan Meclisi vazifesini ciddiyetle yürütmüştür. Gerçekten, halkın dertleri ve devlet idaresindeki yolsuzluklar Meclis'de lâyikiyle dile getirilmiştir. Ancak, Bosna - Heesek ve Bulgar İsyanlarını bahane sayan Rusya'nın 24 Nisan 1877'de Osmanlı imparatorluğuna harp ilân etmesi ardından düşman ordularının Balkanlarda hızla ilerlemeleri Mebusan Meclisinde şiddetli tenkitlere sebep oldu. Mebuslar Osmanlı kuvvetlerinin yenilgisinden hükümeti sorumlu tuttular ve askeri kumandanlarla Harbiye nazırının harp divanında yargılanmasını istediler. Bunun üzerine, Mebusan Meclisi'nin Kanun-u Esasi'de belirtilmiş yetkilerini aşarak Padişahın hükümranlık haklarına müdahale ettiğine inanan II.Abdülhamid, 14 Şubat 1878'de Parlamento'yu feshetti. Mithat Paşa da bir yıl önce, 6 Şubat 1877'de, Kanun-ı Esasi'nin 113. maddesi uyarınca sınır dışı edilmişti.
Böylece, Osmanlı İmparatorluğu’nda II.Mahmut saltanatının son yılllarında olduğu gibi mutlakıyet idaresi tekrar kuruldu. Sultan II.Abdülhamid'in istibdadı 1908 Temmuzuna kadar otuzbir yıl sürmüştür. Tarihçilerin çoğu bu oldukça uzun devreyi genellikle kötülerler ve II.Abdülbamid'i "Kızıl Sultan" lakabıyla anarlar. Padişahın Meşrutiyet idaresine son vermesinde devlet işlerini bizzat yürütmek isteyişinin tesiri muhakkak ki vardır. Ancak, o Yeni Osmanlıların ve Midhat Paşa'nın memlekete getirdikleri hürriyet fikrinin müslümanlardan ziyade gayrimüslimlerin işine yarayacağına, "Osmanlı" milleti yaratmanın da bir hayal olduğuna kaniydi. Nitekim, gayrimüslimler seçimlerde ve Mebusan Meclisi çalışmalarında kendi milli emelleri yönünde faaliyet göstermişler ve ileride bağımsızlık elde etmeği tasarladıklarını ortaya koyan davranışlarda bulunmuşlardı. II.Abdülhamid'in görüşlerini paylaşan Osmanlı devlet adamları da mevcuttu. Bunlardan Ahmed Vefik, İbrahim Edhem ve Eğinli Said Paşa'lar Avrupa'da öğretim görmüş, Batı'yı Namık Kemal ve arkadaşlarından daha iyi tanımışlardı. Onlara göre. Meşrutiyet idaresi kültür ve hayat seviyeleri müslümanlara nisbetle ileri olan gayrimüslim tebaanın Avrupa devletlerinin desteği sayesinde önce muhtariyet, sonra bağımsızlık kazanmalarına imkan sağlayacak ve böylece imparatorluğun parçalanması kısa zamanda gerçekleşecekti. İkinci Meşrutiyetin ilânını müteakip vukua gelen olaylar Sultan II. Abdülhamid ve taraf tarlarının endişelerinde haklı çıkarmıştır.
Padişah Osmanlıcılık siyasetinin mahzurlarını gördüğünden İslamcılığı benimsemiştir. Gerçekten, Batı devletlerinin ve Rusya'nın her türlü baskıları karşısında devletin birliğini korumanın en sağlam yolu imparatorluğun müslüman tebaasını din bağıyla bütünleştirmekti. Bunun için, II.Abdülhamid bir taraftan memleketin iktisadi kalkınmasına önem vererek hususiyle ulaştırma ve haberleşme sahalarında ıslâhat yapmış, diğer taraftan eğitim konusunda ciddi hamlelere girişmiştir.İktisadi kalkınma hazırlanan bir plân gereğince yürütülmek isteniyordu. Nafia Nazın Hasan Fehmi Paşa'nın 5 Haziran 1880'de Sadaret makamına sunduğu lâyihaya ekli kalkınma plânında Anadolu ve Arap vilâyetlerinde kara ve demir yollan, liman, iskele ve sulama tesislerinin inşası, bataklıkların kurutulması teferruatlı bir şekilde incelenmekte, teklif edilen projelere 52.463.602 lira harcanacağı hesaplanmaktaydı. Devletin mali güçsüzlüğü sebebiyle yabancı anonim şirketlere ihalesi tasarlanan projelerden yalnız demiryolları inşası kısmen gerçekleştirildi. Hususiyle, 1888'de İzmit -Eskişehir - Ankara ile Eskişehir - Konya hatları bir İngiliz - Alman şirketine verildiği gibi, 1899'da Bağdad demiryolunun yapım ve işletme imtiyazı bir başka Alman şirketine tanındı.
Bununla beraber, II.Abdülhamid devrinde imparatorluğun birçok vilâyetlerinde karayolları halkın gayreti sayesinde inşa edilmiştir. Sadece Sivas vilayetinde 1882- 85. yılları arasında 927 kilometre uzunluğunda şose yapılmıştır. Bu devirde telgraf haberleşmesine ayn bir önem verilmiş ve memleketin en ücra köşeleri bile telgraf hatlarıyla İstanbul'a bağlanmıştır.
II.Abdülhamid saltanatında en müsbet icraat eğitim sahasında başarıldı. Maarif Nazarı Safvet Paşa'nın l869'da çıkarttığı Maarif-i Umumiye Nizamnamesi'ni on yıl sonra ele alan Sadrâzam Küçük Said Paşa imparatorluğun her tarafında rüşdiye ve idadiye okulları açtırdı. Küçük Said Paşa'nın l879'dan 1884'e kadarki sadaretleri zamanında kurduğu yüksek öğretim müesseseleri arasında Hukuk, Sanayi-i Nefise, Ticaret ve Mühendis mektepleri kayda değer. Padişahın tahta çıktığının yirmibeşinci yıldönümü vesilesiyle de 1900 Eylülünde İstanbul'da Darülfünun-ı Şahane öğretime başladı.
Bu ıslâhat hamlelerine rağmen, Osmanlı aydın çevresinde II.Abdülhamid'in istibdadına karşı kuvvetli bir muhalefet doğmuştur. Askeri Tıbbiye'de dört öğrencinin "ittihad-ı Osmani" adı altında 1889 Mayısında gizli cemiyet kurmasıyla teşkilâtlanan muhalefet kısa zamanda diğer yüksek okullara yayıldı. Genç Türkler diye tanınan muhalifler Yeni Osmanlıların hürriyet, meşrutiyet ve Osmanlıcılık fikirlerini paylaşıyorlar, Kanun-ı Esasi’nin tekrar yürürlüğe konmasını istiyorlardı. II.Abdülhamid'in siyasi polisi devlet okullarındaki gizli teşkilâtı 1897 Haziranında ortaya çıkardı ve mahkeme sonunda suçlu görülen 78 kişi Trablusgarb'a sürüldü. Böylece, muhalefet memleket içinde sindirilmiş oldu.
Ancak, yurt dışına kaçanlar çeşitli merkezlerde ve hususiyle Paris'te faaliyetlerini sürdürdüler. Bunlardan Ahmed Rıza 1895 yılından beri Paris'de Meşveret gazetesini yayınlayarak Padişah aleyhindeki muhalefetin mihrakı haline geldi.Ahmet Rıza Fransız filozofu Auguste Comte'un Pozitivisit fikirlerini benimsemiş ve kurduğu cemiyete, Pozitivistlerin "Ordre et Frogres" düsturunun ilhamiyle "İttihad ve Terakki" adını vermiştir.
II. Abdülhamid'in yakın akrabası Prens Sebahaddin'in 1900 başlarında kaçak olarak Paris'e gelişi Genç Türk hareketini güçlendirdi. Fransız sosyologu Le Play’ın tesirinde kalan Prens ademimerkeziyetçilik taraftarıydı. Onun teşebbüsüyle Paris'de 1902 Şubatında toplanan ve azınlık cemiyetleri temsilcilellerinin de katıldığı kongrede Padişahı iktidardan düşürmek için Osmanlı ordusunun müdahalesinin sağlanması kararlaştırıldı. Müteakip yıllarda imparatorluğun çeşitli bölgelerinde subaylar arasında gizli teşkilâtlanma faaliyetine girişilmiş ve Üçüncü Ordu subaylarının pek çoğu 1906'da Selânik'de kurulan "Osmanlı Hürriyet Cemiyeti"ne alınmışlardı. Fakat, bu gizli teşkilât Prens Sabahaddin'e bağlanmamış, ademimerkeziyetçiliğe karşı olan Ahmed Rıza ile irtibat tesis ederek adını "İttihad ve Terakki Cemiyeti"ne çevirmiştir. Binbaşı Enver ile Edirne Posta ve Telgraf başmemuru Talât'ın da üye bulundukları Selanik Cemiyeti 1908 Temmuzu başlarında Makedonya'da ayaklandı. Cemiyet daha sonra, 21 Temmuzda, 1876 Kanun-ı Esasi'sinin yeniden tatbika konmasını bir telgrafla II.Abdülhamid'den taleb etti. Bunun üzerine Padişah 24 Temmuz l908'de otuzbir yıl önce yürürlükten kaldırdığı Meşrutiyet'i tekrar ilân etmeğe razı oldu.
Osmanlı imparatorluğu halkı istibdat idaresinin sona erişini büyük sevinçle karşıladı. Ancak, hürriyet havası memlekette uzun zaman devam etmedi ve bir yıl geçmeden, 13 Nisan 1909'da, "31 Mart Vakası" meydana geldi. Subaylarına karşı ayaklanan askerler Şeriat isteyerek Mebusan Meclisi'ni kuşatmışlar, şehre hakim olmuşlardı, irtica hareketi Selânik'den yola çıkarılan askeri birliklerin 23 Nisanda İstanbul'a girişiyle bastırıldı, vaka ile alâkası bulunmayan Sultan II.Abdülhamid de tahttan indirildi, ittihad ve Terakki Cemiyeti o zamana kadar hükûmet işlerine karışmamıştı. Bundan sonra, iktidara Cemiyet taraftarı devlet adamları getirildi. 1912 Ekiminde başlayan Balkan harbinde Osmanlı ordusunun yenilmesi üzerine, Enver Bey'in başkanlığında küçük bir subay topluluğunun 23 Ocak 1913'de Babıâli'yi basıp Sadrâzamı istifaya zorlamasıyla da İttihad ve Terakki Cemiyeti devletin mukadderatını doğrudan doğruya ele aldı ve imparatorluğa 1918 yılı sonlarına kadar sert bir tarzda yönetti.
On yıl süren İttihad ve Terakki devrinde Türkiye hızla yenileşmiştir. Bu arada şehirlerde belediye teşkilâtı kurulmuş, hususiyle İstanbul'da 1854'den beri mevcut olan “Şehremaneti" geliştirilerek payitahtın temizlik, asayiş ve itfaiye işleri Batı usulünde düzenlenmiştir. Zirai ve iktisadi kalkınmada milli bankacılığın önemi idrak olunduğundan, menşei 1864 yılına kadar giden Ziraat Bankası yanında Osmanlı İtibarı Milli Bankası 1917 Martında devlet müessesesi hüviyetinde faaliyete geçirilmiştir. Türk Ticaret Bankası da 1914 başlarında "Adapazarı İslam Ticaret Bankası" adıyla bir komandit şirket olarak teşekkül etmiştir.
Bu devrede Türk kadını erkeğine eşit haklar kazanmağa başladı. Gerçekten, 1914 Kasımında Osmanlı imparatorluğu'nun Birinci Dünya Harbi'ne katılması üzerine, askere giden erkek memurların yerini kadınlar aldılar. Aynı yılda İstanbul'da İnas Darülfünunu açılmasıyla da Türk kızları Üniversite öğretimi yapmak imkânına kavuştular, ittihatçılar yeni rüşdiye ve idadiyeler kurarak II.Abdülhamid saltanatında girişilen eğitim hamlesini sürdürdükleri gibi, 1914'de çağdaş düşünceli din adamlan yetiştirmek maksadıyla medreselerin müfredat programına müsbet bilimleri eklediler.
İttihatçılar başlangıçta Osmanlıcılık ideolojisine inanıyorlardı. Fakat, hıristiyan tebaanın yanısıra müslüman Arnavut ve Arapların da kendi milli emellerini gerçekleştirmeğe çalıştıklarını görünce, Osmanlıcılıktan vazgeçtiler. Bu yıllarda imparatorluğun fikir hayatı çeşitli cereyanlarla, çalkalanıyordu, İslamcılar ve Batıcılar Osmanlı toplumunun içtimai ve iktisadi meselelerine çözüm yolları arıyorlar, çıkardıkları dergi ve kitaplarda düşüncelerini yayıyorlardı, ittihatçılar memleketin kurtuluş yolunu Ziya Gökalp'in Türkçülüğünde buldular. Gökalp temelleri 1860 yıllarında Ahmet Vefik Paşa, Ali Suavi ve Mustafa Celâleddin Paşa tarafından atılan Türkçülüğü Fransız Sosyologu Durkheim'in nazariyeleri ışığında, geliştirmiş ve bir terkibe varmıştır. Türkleşmek, islamlaşmak ve Muasırlaşmak şeklindeki bu terkip 1912'de kurulan Türk Ocağı derneğinin dergisi Türk Yurdu’nda makaleler şeklinde işlenmiştir. İttihatçılar giriştikleri ıslâhat hareketlerinde Gökalp'in fikirlerinden yararlandılar. Fakat, Birinci Dünya Harbi Almanya ve müttefiklerinin yenilgisiyle sona erince Osmanlı İmparatorluğu 30 Ekim 1918'de Mondros mütarekesini imzalayarak düşmana teslim oldu.İttihatçilar da yurt dışına kaçtılar.
Parçalanmakta gecikmeyen Osmanlı imparatorluğu'nun enkazı üzerinde 1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra Mustafa Kemal Paşa’nın gerçekleştirdiği inkılâplarda Gökalp'ın ve diğer Batıcı düşünürlerin tesirleri görülür. Ancak, Türk tarihinin bütünüyle yenileşme safhasını teşkil eden bu son devre ayrı bir inceleme konusudur.
|