33 yıl süren siyasetin sırrı...ABDÜLHAMİD-İ SANİ HAZRETLERİ
17.Mart.1333 (1917) Beylerbeyi
Musahibim iki gündür neden yazılara devam etmediğimizi sordu durdu; düşünüyorum. Vatanımın nereden nereye geldiğini düşünüyorum. Üç kıtaya yayılmış koskoca bir cihangirlik, on yılda bir avuç toprak haline geldi. Vebali kimin?.. Kimin olduğunu bulsak ne işe yarar?. Vatan elden gittikten sonra..
Kırk yıldır büyük devletlerin birbirleriyle kapışmasını bekledim. Bütün ümidim oydu ve Osmanlının bahtını buna bağlı görürdüm. O beklediğim gün geldi. Heyhat ki ben tahttan uzaklaştırılmış, ülkemi idare edenler de akıldan ve basiretten uzaklaşmışlardı. Kırk yıl beklediğim büyük fırsat, bir daha ele geçmemek üzere Osmanlının elinden çıktı gitti.
Otuz bu kadar yıl tahttan uzaklaşmamak için çalışmışsam, bunun içindi!. Saltanatım günlerinde bazı büyük devletlere tavizler vermişsem, bunun içindi. Donanmayı Halice kapamış, talime dahi çıkarmamışsam bunun içindi. Girid'i İngilizlere kaptırmamak için Yunan muharebesini göze almışsam, bunun içindi.. Velhasıl otuz bu kadar yıl ne yapmışsam, ne etmişsem, doğrusu da yanlışı da yalnız bunun içindi!
Bu sırrı kırk yıl içimde sakladım. Ahfadıma (gelecek kuşaklar) beni tanımaları için anlatacağım. En güvendiğim Sadrazamlarıma bile açmadım. Çünkü sınayarak öğrendim ki, iki kişinin bildiği bir şey sır olmaktan çıkıyor. Oysa, bunun yabancı devletlerce bilinmemesi, duyulmaması gerekliydi. Osmanlılar, ancak böyle bir fırsatı zamanında ve basiretle kullandıkları takdirde' kurtulacaklar, yeniden büyük devlet olacaklardı.
Bu kanaate nereden ve nasıl ulaştığımı anlatabilmekliğim için tahta çıktığım günlerde dünyayı ve memleketi nasıl bulduğumu bilmek lazımdır. Ben bu kanaate o günlerde de ulaşmış değilim; Rus muharebesini (32) kaybettikten ve bu muharebe içinde büyük devletlerin bize bakışlarını yakından gördükten sonra edindim. Tek başına yaşayacak ve direnecek gücümüz yoktu. Bizi parçalamakta birleşmiş düşmanlarımız kendi aralarında parçalanırlarsa ve biz de bu parçalardan birinin vaz geçemiyeceği kuvvet olabilirsek, yeniden dünya için söz sahibi olabilirdik. Büyük devletler arasındaki rekabetin eninde sonunda onları çatışmaya götüreceği gözler önündeydi. Öyleyse Osmanlı Devleti de böyle bir çatışmaya kadar parçalanma tehlikelerinden uzak yaşamalı ve çatışma günü ağırlığını ortaya koymalıydı, İşte benim 33 yıl süren siyasetimin sırrı...
(32) 1877 Osmanlı - Rus Savaşı.
18.Mart.1333 (1917)
Beylerbeyi
Amcamın şehadeti ve biraderim Murad'ın aklına zarar getirmesinden sonra tahta çıktığım zaman, dışta ve içde büyük meselelerle karşı karşıya kaldım. Payitaht (Başkent) karmakarışıktı. Birkaç ay gibi kısa bir zaman içinde iki padişah düşürülmüş, biri şehit edilmiş, biri mecnun olmuştu. Ordunun ve Devletin ileri gelenlerinden bazıları bu işlere karışmışlar, suç işlemişlerdi. Korku içindeydiler. Hem devleti ellerinde tutuyorlar, hem de korkuyorlardı. Yıkmak için aralarında birleşebilmişlerdi ama, ne yapacaklarını bilmiyorlardı. İşin elebaşısı Hüseyin Avni Paşa, kendisini sürgüne gönderen padişahı tahttan düşürmüş, şehit ettirmiş, muradına ermişti ama, iş birliği ettiği arkadaşlarının ayrı havalar çalmasından tedirgindi. Mithat Paşa ve arkadaşları, hesap verme korkusu içinde Saray'ı bütün haklarından tecrit etmek sevdasına düşmüşlerdi. Sadrazam Rüştü Paşa, her iki. tarafa da güvenemiyor, ama onlardan da bir türlü ayrılamıyordu.. Durmadan konaklarda toplanıyorlar, konuşuyorlar, fakat bir karara varamıyorlardı.
Bunun haricinde olan devlet büyükleri, olup biteni ibretle seyrediyorlar, bazıları bana gelip bunun önüne geçmemi benden istiyorlardı. Kararsızdım. Mithat Paşa, halka bir kurtarıcı gibi görünmekteydi. Avrupa devletleri de kendisini destekliyorlardı. Halkın vicdanı ve o günlerdeki Avrupa efkârı umumiyesiyle beraber olmak, aklın ve siyasetin icabıydı; ben de öyle yaptım, Mithat Paşayı sadrazam tayin ettim. Malî duruma gelince : Hazine borç içindeydi. Varidat her yıl biraz daha azalıyordu. Tanzimatdanberi her şeyimizi Avrupa'dan getirtir olmuştuk. Yerli tezgâhlar birer birer sönüyordu. Her tarafı Avrupa bezleri kaplamıştı. Kurulmuş birkaç fabrika bile kapanacak hale gelmişti. Gümrük varidatı büyük devletlerle yaptığımız anlaşmalar yüzünden hiç mesabesine inmişti. Kendi yağımızla bile kavrulamıyorduk. Yol yoktu. Haberleşme güçleşmişti. Geniş imparatorluk toprakları kendi kaderine terk edilmiş gibiydi.
Yeni yeni okullar açılmış, birçok gençler Avrupa'ya gönderilip okutulmuştu gerçi... Fakat gerek bu okullardan çıkanlar ve gerekse Avrupa'da okuyup gelenler, daha devlet kadrolarım dolduramamıştı. Kadroların büyük kısmı ekalliyetin elindeydi. Hele Hariciye Nezaretinde tek tük gençlerimiz işi yavaş, yavaş ele geçirmeğe başlamıştı; fakat Avrupa devletlerindeki temsilciliklerimizde, sefaretlerde Rum soyundan memurlarımız vardı ki, bazıları Yunanistan'a hizmet etmeyi, Osmanlıya hizmetin üstüne çıkarıyorlardı.
Amcam Abdülaziz Han'ın zamanında Ordunun ve Donanmanın büyük bir kuvvet haline gelmiş olduğu bir hakikattir. O kadar ki, Ordu'nun kuvvetinden Ruslar, Donanma'nın gücünden Fransızlar ve İngilizler bayağı ürkmüşlerdi. Ordunun, Sırbistan ve Karadağ muharebelerinde Rus gönüllü subaylarını perişan etmesi herkesin gözünü açtı. Bu yüzdendir ki uydurma israf ve sefahat şayialarile Amcamı halkın gözünde küçük düşürmeğe var güçleriyle çalıştılar ve sonunda emellerine ulaştılar. Böylece, yalnız Abdülaziz Han'dan kurtulmakla kalmadılar, onun kurduğu Ordu ve Donanmayı da parçalamaya muvaffak oldular. Çünkü, Hanedana baş kaldırmış subaylarla, Hanedana bağlı kalmış subaylar ortaya çıktı ve bunlar birbirlerine güvenemez oldular.
DÜNYADA YALNIZIZ.
Tahta çıktığım günlerde bu hakikatleri bilmiyordum. Bunları Rus muharebesi sırasında birer birer ve tecrübeyle öğrendim. Bir şey daha ortaya çıktı ki :
DÜNYADA YALNIZIZ. Düşman vardır, fakat dost yoktur! Salip, her zaman müttefik bulabilmekte, fakat Hilâl, her zaman yalnız kalmaktadır .(Osmanlıdan menfaat bekleyenler ona dost görünmekte, fakat umduğunu bulamadığı zaman, hemen düşman kesilmektedir. Ben de siyasetimi bu esas üstüne kurdum. Düşmana, düşmanın silâhı ile gitmek şarttı!. Osmanlı ülkesinin o yıllarda hangi buhranların içinde olduğunu kısaca anlattım. Şimdi o yıllarda dünyanın ne hallerde olduğunu da kısaca anlatmalıyım ki, otuz bu kadar yıl güttüğüm politikanın mesnedleri (dayanak) ortaya çıksın.
Tahta geçtiğim yıllarda dış politikada ilk gözüme çarpan şey, Prusya'nın Fransa'yı yendikten sonra (32) Alman birliğini kurmuş olması oldu. Muktedir bir devlet adamı olan Bismark, küçücük Prusya'dan koskoca bir Almanya çıkarmasını bilmişti. Birkaç yıl içinde doğup gelişiveren bu Devlet, Avrupa kuvvetler dengesini bozmuş, bütün Devletlerin dış politikalarında büyük değişiklikler gerektirmişti. O zamana kadar İngiltere ile yarışan Fransa bu yarışı bırakmadı ise de hafifletti. Kendi güvenliğini sağlamak için Ruslarla anlaşma yollarını aramaya başladı. Bu yüzden bizimle yürüttüğü politikayı yeni baştan gözden geçirdi. Nitekim bu korku yüzünden hemen daima Osmanlı ülkesindeki ihtilâflarda sürekli olarak Rusları desteklemiştir. Ruslar da Batı'da kuvvetli komşuları Almanların hesabını yapmaya başladılar. Avusturya, dostu düşmanı karıştırarak politikasını yeniden kurdu. Yalnız İngiltere, adalarına ve üstün donanmasına güvenerek Bismark Almanyasiyle pek ilgilenmedi. Hattâ bundan yararlanarak öteki Avrupa devlet-lerinin kendi güvenlikleriyle uğraşmasını fırsat bilip Akde-niz'de Osmanlı toprakları üzerinde ve Asya'da, yeni haklar sağlamak yolunu tuttu. Gladiston «Yapabildiğini yap, kaza-labildiğini kazan» politikasiyle cihangir bir devlet kurma yo-lundaydı.
(32) 1870 - 1871 Fransız - Prusya savaşı, 79 günde Prusya orduları Paris'e girdiler ve Fransa'ya diz çöktürttüler.
Benim tahta çıktığım yıl, İngilizler Hindistanı ele geçirmişlerdi. Bir yandan Hind yolunun güvenliğini sağlamaya gayret ediyorlar, bir yandan Çin'e, Orta Asyaya girmeğe çalışıyorlardı. Ruslar da bu yıllarda gözlerini Orta Asya'ya çevirdiler. Bu yıllarda Fergana'yı alarak Hotant Hanlığı'nı ele geçirdiler (33).
Amerika'da genç ve kuvvetli bir devlet doğmuştu. İspanya, müstemlekelerinden (sömürgelerinden) sürekli olarak çıkarılıyordu. Dünya yahudileri teşkilâtlanmıştı. Mason Locaları yolu ile «Arz-ı mev'ud»un peşine düştüler. Bunlar daha sonra bana da gelmiş ve Filistin'de Yahudileri yerleştirmek için büyük paralar karşılığı benden toprak istemişlerdir. Tabii red ettim.
Apaçık görüyordum ki, Avrupa'nın büyük devletleri kendi aralarında dünyayı bölüşmeye çıkmışlardı. Bölüşülecek ülkeler arasında Osmanlı mülkü de vardı. Ben bu kuvvetlerin önünde tek başına duramazdım. Gücümüz yetmezdi. Yapabileceğim tek şey, aralarındaki rekabetten yararlanıp, her birine daha büyük lokma ümidi dağıtarak birini ötekine düşürmekten ibaretti.
(33) Rusların Fergana'ya girişi: 1876. Bunu Kırgızistan. Türkistan, Tacikistan'ı istilaları takip etti. İngilizlerle Ruslar, Asya' da büyük bir rekabet içindeydiler.
Yine apaçık görüyordum ki, Almanya'nın kurulmasıyla bozulan Avrupa dengesi, eninde sonunda bu büyük devletleri birbirine düşürecekti. Eğer o güne kadar memleketimi parçalanmaktan kurtarabilirsem, o çatışma koptuğu zaman, kümelenmelerden birine katılıp öteki tarafı kırmakla varlığımızı koruyabilirdim. Bunun ne zaman olacağı belli değildi ama, bana uzak da görünmüyordu. Almanların her yıl biraz daha güçlenmesi, Fransızları, Rusları olduğu kadar İngilizleri de tedirgin etmeğe başlayacağım görüyordum. Bunun sonu birbirleriyle kapışmak ve hesaplaşmak olacaktı.Nasıl bir yol tutacağımı dikkatle araştırdım.Büyük Devletlerin İstanbul'da yaptıkları konferans sırasında görmüştüm ki bunların niyetleri, iddia ettikleri gibi Hıristiyan tebanın hukukunu temin değil, önce muhtariyetlerini, sonra İstiklâllerini temin suretiyle Osmanlı ülkesini parçalamaktır. Bunu, iki surette temin etmeğe çalışmaktadırlar. Birincisi, Hıristiyan ahaliyi ayaklandırıp ortalığı karıştırmak ve böylece bunlara arka çıkmak.. İkincisi, bizi kendi aramızda parçalamak için Meşruti İdareyi getirmek... Her iki gayeleri için de aramızda kolayca taraftar bulabiliyorlardı. Meşruti İdarelerin bir millî vahdet halinde bulunan ülkelerde kolayca işlediğini, böyle bir vahdet içinde olmayan ülkelerin bu idareye itibar etmediğini fark edemeyen bazı Türk münevverleri, maalesef düşmanların ekmeklerine yağ sürmekteydiler.
Ben bu ihanetlerin ve ayaklanmaların içinden ülkemi nasıl çıkarabilirdim?..
Yine İstanbul Konferansı göstermişti ki, Abdülaziz Han'ın Orduyu ve Donanmayı güçlendirme yoluna girmesi, büyük devletleri telaşlandırmış ve bu teşebbüs hayatına mal olmuştu. Daha sonra kopan Rus muharebesi Ordunun güçlendiğini ortaya koymuştur. Eğer hanedana başkaldıran subaylar ve hanedana bağlı subaylar meselesi olmasaydı. Rus ordularını durdurabilecek ve zaferi kazanabilecektik. Demek Orduya verilen emekler boşa gitmemişti.Buna karşılık bu muharebe, Donanmanın sayı üstünlüğüne rağmen bir iş göremediğini de ayrıca ortaya koymuştur Çünkü bizim gemilerimizin hemen hepsinde İngiliz çarkçıbaşıları vardı. Bu, donanma İngilizlerin elindeydi demektir. Bu çarkçıbaşıların bazılarını muharebenin başında değiştirmek istediğimiz zaman, İngiltere Elçisi saraya koşmuş ve bu teşebbüsün İngiltere'ye itimadımız olmadığı biçiminde yorumlanacağını açıkça söylemekten çekinmemişti. Öyleyse, bir donanmamız yok demekti. Çünkü bu donanma, hem Fransızlarla, İngilizleri bize düşman ediyor, hem savaşta bir işe yaramıyordu. Faydası olmayan, fakat mazarratı olan birşeyi muhafaza etmek aklın icabı dışındadır. Donanmayı Halic'e çektirdim ve böylece Fransız ve İngilizlere, Akdeniz'de kendileri ile boy ölçüşmeye niyetimiz olmadığını anlatmış oldum. Gerçekten bu tedbir uzun süre İngilizleri ve Fransızları bizimle uğraşmaktan uzak tutmuştur.
Buna karşılık Ordunun yeni silâhlarla donanmasına ve yeni harp sanatına uygun hazırlanmasına hız verdim, büyük bir asker olan Wander Goltz'u İstanbul'a getirdim. Yarın kopacağını umduğum ve beklediğim savaşta denizlere hakim devletle bir olursam, ordularım onun işine yarayacak, donanması da benim işimi kolaylaştıracaktı ve üstelik elimde, dövüştüğüm milletin harp oyunlarını çok iyi bilen bir ordum olacaktı.
Abdülaziz Han'ın halinde donanma işe karıştı da onun için Abdülhamit donanmayı battal etti derler, yalandır. Ben bir Padişahın iki parça gemi ile tahttan düşmeyeceğini herkesten fazla bilirim. Biraderim Murad'ı tahttan indirdikleri zaman ortada gemi mi vardı, top mu? Bu cehaleti bana yakıştıranlar, sadece kendi cehaletlerini ortaya koymuş olurlar. Evet, benim Avrupa devletleri ile bir başıma boğuşmaya gücüm yoktu ama, Rusya gibi, İngiltere gibi Asya'da birçok Müslüman ahâliyi idareleri altına almış büyük devletler de benim hilâfet silâhımdan ürküyorlardı. Bu yüzden, Osmanlının işini bitirmek noktasında anlaşabilirlerdi.! Ben «Beklediğim güne» kadar bu silâhı hudutlarımın dışında kullanmamalıydım. Çünkü böyle bir teşebbüs, ne din kardeşlerimizin işine yarayacak, ne ülkemin yararına olacaktı. Hilafet kuvvetimi, memleketimin huzuru ve birliği için kullanmaya, dışardaki din kardeşlerimizi de her ihtimale karşı sağlam tutmaya karar verdim.
Donanmayı muattal bırakmak İngilizleri ve Fransızları tatmin etti ama, Hilâfetin elimde olması sürekli olarak İngilizleri tedirgin etti.Blund adlı bir İngilizle, Cemaleddin'i Efganî adlı bir maskaranın el birliği ederek İngiliz hariciyesinde hazırladıkları bir plân elime geçti, bunlar Hilâfetin Türkler tarafından zorla alındığını ileri sürüyorlar ve Mekke Şerifi Hüseyin'in Halife ilân edilmesini İngilizlere teklif ediyorlardı. Cemaleddin Efganî'yi yakından tanırdım. Mısır'da bulunuyordu. Tehlikeli bir adamdı. Bana bir ara «mehdi»lik iddiası ile bütün Orta Asya müslümanlarını ayaklandırmayı teklif etmişti. Buna muktedir olamadığını biliyordum. Ayrıca İngilizlerin adamı idi ve çok muhtemel olarak İngilizler beni sınamak için bu adamı hazırlamışlardı. Derhal red ettim. Bu sefer Blund ile işbirliği yaptı.
Bütün Arap ülkelerinin itibar ettiği Halepli Ebül Hûda Esseydî yolu ile kendisini İstanbul'a çağırttım. Aracılığını, Efganî'nin eski hâmisi Münif Paşa ile Abdülhak Hâmit yaptılar. Geldi ve bir daha İstanbul'dan çıkmasına izin vermedim.
Hilâfet mevzuunda İngiliz teşebbüslerinin sonu gelmiş değildir. Çünkü Asya'da yüz elli milyon Müslümanı idareleri altında tutuyorlardı ve bu Müslümanlar üzerinde Hilâfetin büyük bir nüfuzu vardı. Bunu bildiğim için İngilizleri kuşkulandırmadan, her ihtimale karşı, Seyyit'ler, Şeyhler, Dervişler gönderip Asyadaki müslümanları Hilâfete manen bağlamağa hususî bir itina gösteriyordum. Buharalı Şeyh Süleyman Efendinin Rusya'daki Müslümanlar arasında yaptığı hizmetleri bilhassa şükranla yad ederim. Bunun, İngilizlerle münasebetlerimizde çok faydasını gördüm. Hindistan Umumî Valileri oradaki Müslümanların Osmanlı Devletiyle yakından ilgilendiklerini gördükçe, hükümetlerine Osmanlılarla iyi geçinilmesini yazıyorlar ve böylece bizim işlerimizi bir nebze kolaylamış oluyorlardı.
İngiltere pirelendi.
Almanya, büyük donanma hazırlıklarına girişince, İngiltere pirelendi. Açık denizlerde güçlenecek bir Almanya, İngiltere için büyük tehlike idi. Bu yıllarda İngilizler, Ruslara Osmanlı İmparatorluğunu bölüşmek teklifini yaptılar. Bir taşla iki kuş vurmak istiyorlardı. Hem Rusların Asya'da ilerlemelerine engel olmak, hem Almanya'ya karşı bir müttefik elde etmek. Aslında Rusların Akdeniz'e inmesini İngilizler hiçbir zaman istememişlerdir. Fakat Asya'daki menfaatleri büyük, Almanya üzerindeki kuşkuları canlı olduğu için, bu fedakârlığı göze alır göründüler.
Ruslar, İngilizlerin bu gizli teklifini red etti. Çünkü ben bir yandan Çara yaklaşıyor, bir yandan Almanlara yanaşıyordum. Benim Almanlara yanaşmam demek, Almanların Hindistana kadar uzanan bir sahada hareket kabiliyeti kazanması demekti. Bunu ne Çar ister, ne İngiliz hükümeti razı olurdu. Nitekim bir yandan Ruslar, bir yandan İngilizler bana daha dostane davranmaya başladılar. Niyetim Almanlarla birlik olmak değil, birlikmiş gibi görünerek ittifakımı, dünya denizlerine hakim devlete pahalı satmaktı. İngiltere, Hindistan ve Asya güvenliğini, ya Osmanlı İmparatorluğu topraklarına sahip olarak, ya Osmanlının müttefiki olarak sağlayabilirdi. Tek başına sahip olamazdı, çünkü dünya ayağa kalkacaktı. Ruslar, paylaşma teklifini red etmiş olduklarına göre, bana yanaşmaktan başka çareleri yoktu.
Bu sebeple hem siyaset olarak bize yaklaştı, hem de içimizden idareyi ele geçirmek için Mason localarını kul-lanmaya başladı. Jön Türklerin gafletini, İngiltere nasıl Ma-son locaları kanaliyle kullanıyorsa, Almanya da bunların öte-ki parçasını yine Mason locaları kanaliyle kullanmaya başladı.
Böylece Jön Türklerin Selanik teşkilatı Almanların. Manasta teşkilatı İngilizlerin eline geçmiş oldu. İngilizleri ittifaka zorlamak için, Bağdad Demiryolu inşaatını Almanlara verdim. İngilizlerin öfkesi büyük oldu. Bu yüzden bağımıza Makedonya gailesini çıkardılar. Umursamadım. Çünkü ipler elimdeydi. Nasıl olursa olsun, beklediğim tekliflerle karsıma çıkacaklardı. İngilizler, Manastır İttihatçılarını, Almanlar Selanik İttihatçılarını durmadan kışkırtıyorlar, Devleti içten ele geçirmek için bir hükümet darbesine zorluyorlardı. İngilizlerin Manastır İttihatçılarıyla başarıya ulaşması benim için bir felâketti, çünkü hemen beni bertaraf edecekler ve muradlarına ereceklerdi. Almancı İttihatçılardan korkum yoktu. Onların başarısı, İngiltere'yi daha da korkuturdu. Alman Mason Locaları kanaliyle tesir altında tutulan Selanik İttihatçıları, Enverler, Niyazilerle harekete geçtiler. Şemsi Paşa vuruldu, Manastır İttihatçıları teşebbüsü elden kaçırmıştı. İngilizler, benim de mutemedim olan Ebül Hûda Esseydi'yi kullanarak gizli görüşmelere başladı. Ruslar, ancak o zaman hazırlıksız avlandıklarını farkedebildiler. Başlarındaki Asya gailesi ve içlerindeki Anarşist denilen kundakçılar Çar'a göz açtırmıyordu. Buna rağmen Çar. bana hususî bir mektup yazarak bilgi istedi.
İngilizler nedense gizli müzakereyi durdurdu. Beklediğim büyük savaşın yaklaşmakta olduğunu görüyordum. Fakat benim için hadiseleri kendi haline terk etmekten ve kardeş kam dökülmesine engel olmaktan başka yapacak bir şey yoktu. Gerisi herkesin malumudur. Selanik İttihatçıları beni tahttan indirirken, İngilizlerle bir anlaşmaya varmak ve yaklaşan büyük muharebeye, denizlere hakim bu devletle ortak olarak girmek artık bir hayal olmuştu. |