“Hesaba çekilmeden evvel nefisinizi hesaba çekiniz” buyuran Fahr-i Kainat’ın ümmetine farklı bir uyarı. Ömrü kuşatan ibadetlerle hesaplı kitaplı yaşamaya âşinâ mü’minlere mahşer provasını hatırlatan bir âyet... Ahkaf sûresinde şöyle buyrulur:
“Biz insana, ana babasına iyilik etmesini tavsiye ettik. (Çünkü) annesi onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu. Taşıması ve sütten kesilmesi otuz ay sürer.
Nihayet insan güçlü çağına erip kırk yaşına varınca der ki; Rabbim! Bana ve ana babama verdiğin nimete şükretmemi ve razı olacağın faydalı işleri yapmamı sağla. Benim için de, zürriyetim için de iyiliği devam ettir. Ben sana döndüm. Ve elbette ki ben, Müslümanlardanım.” (46/15)
İnsanı ikaz eden ayetler içinde bu ayetin hususi bir mevkii var. Çünkü o, geleceğe sağlam adımlarla ve doğru istikamette yürümek için gerekenleri talim ediyor. Kırk yaşlarına, gücün zirvesine gelen insana, anne kucağındaki acziyetini, belki yaratılışın ilk safahatını hatırlatıyor:
Tam da bu çağında, kimlerin vesilesiyle, nasıl zahmetlerle meydana geldiğine bakmalısın diyor. Bu hale gelmen uğruna nice zahmetlere katlanan ebeveynine hayır dualar etmelisin...
Ardına dönüp, nereden geldiğine bakarsan, şimdi bulunduğun mevkii daha iyi idrak edersin. Durumunu gerçekçi bir yaklaşımla tahlil edebilirsin. Sana emeği geçenlere teşekkür edersin; nimetin gerçek sahibine kendin ve ebeveynin adına şükredersin. Böylece nereye gitmekte olduğuna dair isabetli tahminde bulunabilirsin...
****
İnsan, bir gün oturup kırk yaşın muhasebesini yapsa... O güne kadar yaptıklarını, söylediklerini, gördüklerini vicdan terazisinde tartsa, ne düşünür?
Herhalde şuna benzer şeyler düşünür: Şu imtihan sahasında kırk yıldır yürüyen bir yolcuyum. Maddî gücüm, rûhî istidadım tekamül etti. Peygamberlerin risaletle görevlendirildiği çağdayım.
Ne var ki, kemâle erdiğim bu çağda, aynı zamanda adımlarımı zevâle doğru atmaktayım. Öyleyse, hayat seyrimin dünü, bu günü ve yarınları için bir hesap çıkarmalıyım. Kırk yılın hesabını tutmalıyım.... Âyet-i kerimenin nezih bir üslupla lüzumunu işaret ettiği gerçek bu olmalı...
Düşünüyorum: Kırk yaşına gelmiş bir insan, dünya nimetleri adına pek çok şeyi görmüş demektir. Bir evlat yetiştirmenin nimet ve külfetlerini yaşamıştır. Gördükleri oranında tecrübesi artmış, fikriyatı gelişmiş olmalıdır.
O artık, yirmi yaş öncesindeki gibi delikanlı/tez canlı değildir. Yirmili, otuzlu yaşlardaki gibi, ihtirasın yoğun olduğu dönemde değildir.
Gerçekten kırklı yaşlar fizikî anlamda da bünyenin önemli bir dönüm noktasını teşkil eder. Bu sebeple o çağdaki bir insan, artık kendi cirmini tartmış olmalıdır. Artık onun için nereden nereye geldiğini ve nereye gitmekte olduğunu hesap etme vaktidir...
Dünyaya gelme ve gitme vaktinin tayin ve tesbiti insanın iradesine bırakılmamış. Adına hayat denilen imtihan serüveninin nihayet bulacağı nokta bizim meçhulümüzdür.
Şu halde, kendisine kırk yıl gibi bir süre tanınmış olan insan “Rabbim!” diyecek... Yalvaracak...
Verilen nimete şükredecek ve bunu kuvveden fiile taşıyacak. Ecdadından aldığı iman aşısını evladına taşımanın gayretini kuşanacak... Önüne, ardına, sağına, soluna bakacak.
Çünkü hedefler Allah rızasına irtibatlanıp, hesaplar ahiret kazancına göre yeniden gözden geçirilmezse; korkarız ki ihtiraslar başka sûretlere bürünerek insanı aldatmaya devam edebilir.
Şefkat Peygamberi; “Kırk yaşını geçtiği halde iyiliği kötülüğünden fazla olmayan kimsenin cehennemde yerini hazırlamış olacağını” haber veriyor. Ümmeti için titreyen Rasûlullah’ın bu ikazı yapmış olması ne kadar manidar...
Hayat, bir bakıma ticaret demek... Günler alış verişle geçiyor, denilebilir. Peşin olmayan alış verişlerde aylarla veya bir kaç yılla sınırlı vade verilir. Halbuki Allah insana bir ömürlük zaman tanıyor... Konumuzu teşkil eden âyet-i kerime, vakt-i merhûnu içinde o noktaya erişeni, verilen sürenin kırkıncı yılında yeniden düşünmeye çağırıyor...
“Bu ayet-i kerimeyi nasıl anlayabilirim” sorusu üzerinde düşünürken şöyle bir misal geliyor aklıma: Ömrü kafeste geçen bir kuş tasavvur ediyorum. Dünyayı sadece orada gördüklerinden ibaret zannetmekte...
Gün gelip, kuş kafesten uçuyor. Uçuyor ve her şeyin kafeste gördüklerinden ibaret olmadığı gerçeğine uyanıyor. Ve götürüldüğü mevkie ya da konakladığı mekana bağlı olarak gördükleri değişiklik arz ediyor. Bu, nefis bir manzara yahut bir necaset deryası olabiliyor.
Öyle inanıyoruz ki, bu ayet-i kerime, kafesteki kuş misali bir gün gerçeklere uyanacağını insana hatırlatıyor. Kafesin dışında mevcut olduğu halde, imtihan sırrı gereğince perdelendiği hakikatleri ihtar ediyor. “Gün gelip can kuşu ten kafesinden uçmadan evvel uyan” diyor. Kırk yaşında mahkeme-i kübrânın provasını düşünmelisin...
Ömründen şu kadar yıl geride kaldı; geçip gitti. Bu az bir zaman değil. Üstelik bundan sonra, daha ne kadar zamanın kaldığını bilmiyorsun.
Değişmeyen gerçek şu; sana verilen sürenin kırk yıl gibi önemli bir dilimini kullanmış durumdasın...
İşletmelerde her sene yıllık bilançolar çıkarılır; kâr–zarar hesabı yapılır. Ve hiçbir yıl, hesapsız kitapsız kapatılmaz.
Hesabını ciddî manada yapmayan işletmeler, faaliyetlerini sağlıklı olarak sürdüremez. Belki uzun vadede ayakta kalamaz...
Çeşitli ibadetler, kandiller ve bayramlar vesilesiyle yaptığı gözden geçirmeler, büyük hesap icmalinin bir bir tetkik edileceği güne hazırlanma adına fırsatlar olarak değerlendirilmeli ve hiç değilse kırk yılda bir oturup, ciddî manada muhasebe yapılmalıdır.
Bunu yapmayan, koca bir ömrün hesabını alnının akıyla nasıl verecek?
OKU/DÜŞÜN
Mü’min Yüreği
“İman eden erkekler ve iman eden kadınlar, birbirlerinin velisidirler. İyiliği emrederler, kötülükten sakındırırlar, namazı kılarlar, zekatı verirler. Allah’a ve Rasûlü’ne itaat ederler. İşte onlara Allah rahmet edecektir. Şüphesiz Allah daima üstündür, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Tevbe 9/71)
Âyet-i kerime bir mü’min portresi resmediyor. İşte o resmin ana hatları:
Mü’minlerle olan münasebeti; “dost, yardımcı ve sahip” kelimeleriyle dilimizde karşılığını bulan “velî” sözcüğüyle özetlenebilir. O kadar sıcak, o derece samimi ve kuşatıcı...
İyiliği tavsiye edip kötülükten sakındırmak onun en belirgin özelliğidir. Birincinin yaygınlaşması, ikincinin asgarî seviyeye inmesidir hedefi. Öyle ki, herkesin iyiliğini isteyecek ve hiç kimsenin kötülüğünü arzu etmeyecek kadar gönlü berraktır.
Namazı sahiplenir; cân ü gönülden kılar. Zekatı sevgiyle, merhametle, tevazu ile yoğurur. Can ile malın O’na ait olduğu bilincindedir. Dolayısıyla bu iki ibadetten, ferdî ve ictimâî bütün vazifelerine ibadet şuuru taşımak ister.
Allah’ın ve Peygamberi’nin hüküm vermiş olduğu konularda onun tavrı “itaat” sözcüğüyle özetlenir. Kesin delillerle sabit bir hükmü tevil etmeye çalışmaz.
Allah’la, kendisiyle ve insanlarla barışıktır. Onun gönlü ma’şerî vicdanın bir parçasıdır. Toplumun bütün fertlerini ve hatta insanlığı kuşatacak kadar geniştir. Her acı önce ona dokunur, her ıstırap onun yüreğini kanatır. Her sevinç yüreğinde makes bulur.
Suya atılan bir taşın etrafında nasıl da halkalar oluşur... Yaşadığı müddetçe mü’min kalbi de öyle çarpar. Etrafına sevgi ve merhamet şûleleri yayar. Çünkü orada “en güzel örnek” Rasûlullah’ın yüreğinden, kabının aldığınca nasiplendiği bir hisse var.
Cafer Durmuş