Ey Türk, el açma, kazan!
Türkiye'de büyük işadamları, birkaç istisna ile, devlet akvaryumunda özel bakım ile yetiştirilen balıklardı. Ne zaman ki devlet malî zaaf içine düştü, kapitalistlerimiz de kendi ayakları üzerinde durmak zorunda kaldı
Aslında, tarihte örneğini gördüğümüz başarılı ve uzun ömürlü bütün yapılar bir tür kulluk sistemine dayanıyor. Sistemi kuranlar genellikle muhacir (göçmen); kalıcı hale getirenlerse devşirmedirler (veya kul). 2000 yıl önceki Çin'den günümüzün ABD'sine kadar, durum temelde böyledir. Amerika'yı da göçmenler kurdu, devşirmeler ayakta tutuyor. ABD'ye dünyanın dört bir yanından beyin göçü üç-beş yıl dursa, sistem tökezler. Dünyada ve Türkiye'de en başarılı şirketler, patronun akraba ve hemşerilerini çalıştıranlar değil, çevreden en yetenekli insanları "devşiren" ve sonra onları "eğiten" şirketlerdir. Devşirme mantığı bakımından, Osmanlı sistemi ile IBM veya Ford sistemi arasında fark yoktur.
Kapıkulluğunun daha incelikli ifadesi bürokrasidir. Bürokrasi, rasyonel (akılcı) bir yetkilendirme sürecinin sonunda oluşan fonksiyonel bir mekanizmadır. Amacı, onu meydana getiren sosyo-politik sistemi geliştirmek ve güçlendirmektir. Fakat bir süre sonra, bürokrasi kendi varlığını toplumun (devletin, şirketin, vs.) varlığından daha önemli görmeye başlar. Bütün meselesi, kendi çıkarını sürdürmek haline gelir. Rasyonel bürokrasi, irrasyonel (akıldışı) bürokrasiye dönüşür. Toplumu geliştirmeyi değil, kontrol altında tutmayı hedef edinir.
Türkiye'de burjuvazi, bürokrasinin bir türü olarak ortaya çıktı. Büyük işadamları, birkaç istisna ile, devlet akvaryumunda özel bakım ile yetiştirilen balıklardı. Ne zaman ki devlet akvaryum hizmetini göremeyecek kadar malî zaaf içine düştü, işte o zaman takke düştü kel göründü. Kapitalistlerimiz, kendi ayakları üzerinde durmak zorunda kaldılar.
Vehbi Koç da aslında devlet akvaryumunda yetişen büyük balıklardan biriydi. Yarım yüzyıla yaklaşan devlet himayesi (özel teşvikler + yüksek gümrük duvarları) bile Koç grubunun Türkiye'de bir millî otomobil imal etmesine yetmedi. Teknoloji üretmek yerine, hep lisansla üretim yapmayı sürdürdüler.
Bununla beraber, Vehbi Koç gibi tecrübeli işadamlarımızın sayısı iki elin parmaklarını geçmez. Genel eleştirilerimiz ne olursa olsun, özelde onun gibi insanların deneyimlerinden yararlanmak zorundayız. Geçen hafta Sakıp Sabancı'nın hayatından kesitler vererek, bazı önemli yöneticilik sırlarına işaret etmiştim. Bu hafta Vehbi Koç'un birkaç liderlik sırrına ayna tutmaya çalışacağım.
VEHBİ KOÇ'UN DİK KULAKLI EŞEK ÖZLEMİ
Aydın Boysan, Abant Gölü çevresinde yapılan bir yürüyüşte, Vehbi Koç'un yolun ilerisinde duran bir eşeğin yanına gittiğini görür ve merak ederek yanına yaklaşır. Vehbi Bey, Aydın Boysan'a şu itirafta bulunur: "Bak, ne güzel dik kulaklı bir eşek!... Babam bana, çocukluğumda düşük kulaklı bir eşek almıştı. Dik kulaklı bir eşeğe sahip olamamak, içimde hep bir ukde olarak kalmıştır!"
Dedesi Hacı Rıfat Efendi'nin elini her öpüşünde, "Dede sen para kokuyorsun!" diyerek harçlığını hatırlatan çocuk Vehbi, büyüdükçe Ankara'da ticaret işlerinin "hep Yahudi, Ermeni ve Rumların elinde" olduğunu görmekte ve onlara imrenmektedir. "Bu duygularla, ben de ticarete atılıp zengin olmaya karar verdim. İlk hedefim, kazanacağım elli bin lira ile Ankara'da beş katlı bir mağaza sahibi olmaktı."
Dik kulaklı bir eşek veya beş katlı bir mağaza. Tatminsizlik, imrenme veya gözü yükseklerde olma. Bu ve benzeri güçlü arzular olmadan, insanlar büyük riskler üstlenip iş hayatına atılırlar mı? Ünlü sosyolog Daniel Lerner ve ekibi 1951'de Ankara'nın dışında bir köyde (Bu köy, şimdi Ankara'nın neredeyse merkezinde sayabileceğimiz Balgat'tır!) araştırma yapar. Cevabını aradıkları temel soru şudur: "Köyünüzün dışında yaşamak zorunda kalsanız, nerede yaşamak istersiniz?" Muhtarın cevabı, bütün köyün hissiyatını yansıtıyor gibidir: "Allah saklasın! Ölürüm daha iyi!" Farklı düşünen bir tek kişi vardır: Köyün bakkalı. Amerika'da yaşamak istemektedir. Niçin? "Geçen ay şehirdeki akrabalarım beni sinemaya götürdüler. Bir Amerikan filmiydi. Filimdeki bakkalın çok güzel rafları vardı. Her şey çok düzenliydi. Benim de öyle raflarım olsun isterim!"
Yirminci Yüzyıl'ın ortalarına kadar İstanbul, Vehbi Koç'un gözlemlediği Ankara'dan farklı değildir. Orada da Müslüman ahali ticaret ve imalat işlerinden uzak durmaktadır. Onsekizinci yüzyıl başlarında İstanbul'da elçilik yapan Edward Montagu'nün eşi Lady Montagu Edirne çarşısını göklere çıkarmakta, Londra'daki borsa ile kıyaslayıp övmektedir. Ne var ki, "Zengin tüccarın çoğu Yahudi'dir. Bunların nüfuzu çok kuvvetli, imtiyazları Türklerinkinden fazla. Kendi kanunlarıyla idare edilen bir cumhuriyet gibiler. Türkler atıl tabiatlı ve sanayiye hevesli değiller. Yahudiler birlik olduklarından, devletin bütün ticaretini ellerine almışlar." 150 yıl sonra, Ahmet Midhat Efendi de bu durumdan şikâyet etmiyor muydu? Romancımıza göre, İstanbul'da herkesin gözü memurlukta. Kimse "kisb-i kâr" eylemeyi (ticaret yoluyla para kazanmayı) aklına koymuyor.
Önce Jön Türkler, sonra Cumhuriyet eliti bu duruma son vermek amacıyla yerli bir girişimci sınıf, bir millî burjuvazi oluşturmaya yöneldiler. Vehbi Koç, bu arayışın günümüze uzanan önemli örneklerinden biridir. Başarı ve başarısızlıkları, Cumhuriyet tarihinin özeti gibidir. Alparslan Türkeş, bunu büyük bir belagatle dile getiriyor: "Ankara şehrinin kaderi ve tarihiyle adeta paralellik arzeden bir olay da, aynı tarihlerden başlayarak yaşanmıştır. Bu olay, bu şehrin bir çocuğu, yani kelimenin tam anlamıyla bozkırda doğan bir genç olan Vehbi Koç'un, tıpkı Ankara şehriyle beraber başlayan ve devam eden yükselişidir. Bir bozkır çocuğu olan Vehbi Koç da, bir bozkır şehri olan Ankara gibi, büyümesini ve yükselişini sürdürmektedir."
YÖNETİCİLİK ADAM BULMA SANATIDIR
Bu ara başlığı geçen haftaki yazımdan hatırlayacaksınız. Sabancı grubunun yükselişini anlatırken, Sakıp Bey'in önemli işlerinden birinin tekstil piyasasından Nedim Kasado, Avandis Kazancıyan, Elyafim Kandiyodi gibi isimleri; bürokrasi ve devlet kademelerinden de Turgut Özal, Naim Talu, Ahmet Dallı gibi şahsiyetleri nasıl büyük beceriyle gruba kazandırdıklarını anlatmıştık. Vehbi Koç da, daha bakkallık günlerinden başlayarak, piyasanın usta isimlerini gözüne kestiriyor ve uygun zamanda 'transfer' ediyordu. İlk hedefi, önemli tüccarların tezgâhtarlarıydı. "Hepsi becerikli ve çalışkan satıcılardı. Kösele işinde kazanç vardı ve bu işi iyi bilen satıcılardan biri de Ebeoğulları'nın yanında çalışan Rum Kosti Efendi idi. Çetin geçen bir pazarlıktan sonra Kosti Efendi, Koçzade'nin yanında çalışmayı kabul etti." Vehbi Bey, yıllar sonra Kosti Efendi'yi şöyle hatırlıyor: "Bu adamı yanıma almayı kafama koymuştum. Uğraştım, fazla para teklif ettim ve almayı başardım. Kosti bana çok şey öğretti, benim hocam oldu. İş hayatımın ilk yıllarında onun önemli yeri vardır."
Koçzade Vehbi Bey'in ikinci transferi, Ankara'nın en büyük Musevi ticarethanesinin baş tezgâhtarı Hiya Elmaaki'dir. Bu sayede kısa süre içinde "bakkallıktan aktarlığa, aktarlıktan hırdavatçılığa geçilmiş, alıp satılan çeşitler arasına iplikler, aynalar, bardak, tabak, fincan gibi züccaciye malzemesi eklenmişti." Ankara'nın başkent olmasıyla birlikte, Vehbi Koç süratle yapı malzemesi işine atılmış, çimentodan musluğa, inşaat demirinden kiremite kadar her şeyi alıp satmaya başlamıştı.
Birikimin anahtarı: TUTUMLULUK
Max Weber, örnek Protestan girişimcilerin temel vasıflarından birinin tutumluluk olduğunu söylüyordu. "İşten artmaz, dişten artar!" atasözü de Weber'i doğruluyordu. Gazeteci Yavuz Donat'ın 1980'lerdeki şu anısı, Vehbi Koç'un pahalı eşyaya bakışını (yeniyetme burjuvaların ise hesapsız müsrifliğini!) çok iyi belgeliyor:
"Japonya'dayız. Başbakan Özal'ın gezisinde... Otelin altında bir kuyumcu var. Özellikle inci satıyor. Heyettekilerin bir bölümü kuyumcudalar. Kimi bir şey alıyor, kimi alana bakıyor. Bu sırada Vehbi Bey'le karşılaştım. Kuyumcudakileri gösterip sordu:
- Ne yapıyorlar?
- İncilere bakıyorlar.
- Ucuz mu?
Birlikte yürüdük. Vitrindeki incilere, fiyat etiketlerine baktık. Rakamları Türk parasına çevirip söyledim... Hafif bir çığlık attı, avucunu ağzına götürerek:
- Abuuu! Bunlara bu kadar parayı kim verir? Amanın biz buradan gidelim... Haydi...
Uzaklaştık. Vehbi Bey'in servetinin yüzde birine, binde birine sahip olmayan pek çok kişi için o inciler pahalı görünmüyordu. Kuyumcuda belki yirmi, otuz tane Türk müşteri vardı. Ama Vehbi Bey için çok pahalıydı. Bunu kendisine anlattım. Güldü:
- Yok, yok, ben o kadar zengin değilim. Ben paranın nasıl kazanıldığını biliyorum. Ben onlar gibi harcayamam!"
Kapitalizm, serveti sermayeye dönüştürme; bu şekilde oluşan sermayeyi ise kesintisiz biriktirip büyütme sistemidir. Girişimcilerin bu bilince ulaşmadıkları, kazandıklarının büyük kısmını lüks tüketim için harcadıkları bir toplumda, ekonomik gelişme sağlanamaz. (Vehbi Koç'un hayatından kesitler için Can Kıraç'ın "Anılarımla Patronum Vehbi Koç" başlıklı kitabına başvurabilirsiniz.)
Timur Han'dan Washington'a liderlik
Timur Han'ın devlet yönetimine dair ünlü sözünü bilmeyen var mı? "Devlet işlerinin onda dokuzu toplanma, tedbir ve danışma, onda biri kılıçla yapılır. Yüzbin atlı askerin yapamadığı işi, doğru bir tedbirle yapabilmek mümkündür." Mühim bir husus, danışmanın kimlerle yapılacağı ve hangi tür insanların sözünün ciddiye alınacağıdır. Emir Timur'un danışmanlara yaklaşımı şöyledir: "Danışma meclislerinde iki türlü fikir olur. Biri dil ucuyla söylenen, diğeri yürekten gelen. Dil ucuyla söyleneni sadece işitirim; yürekten söyleneni ise can kulağıyla dinler, aklıma yerleştirip gerekirse uygulatırım."
ABD'nin kurucu babalarından ve ilk başkanı George Washington'ın Medenî ve Dürüst Davranışa dair tam 110 kuralı vardı. Devleti yönetecek insanların mutlaka uymasını istediği bu kuralların bir kısmı şunlardı:
Konuştuğunuz zaman, kısa ve kapsayıcı konuşun.
Amirlerinizle didişmeyin; fikirlerinizi tevazu içinde sunun.
Astınız elinden geleni yapıyorsa, başaramazsa bile, suçlamayın onu.
Birine öğüt vermek veya eleştirmek gerekiyorsa, bunu herkesin yanında mı, yoksa mahrem olarak mı yapmanız gerektiğini düşünün; şimdi mi, daha sonra mı; ve nasıl bir üslupla? Birini eleştirmeniz gerekiyorsa, bunu özenle yapın, yüzünüze gözünüze bulaştırmayın.
Amiriniz sizi tekdir ettiyse, hemen kazan kaldırmayın. Aksine, şayet suçunuz yoksa, bunu kendisine daha sonra söyleyin.
Başkalarının önem verdiği hiçbir şeyi alaya almayın.
Başkalarını bir kusur yüzünden eleştiriyorsanız, aynı kusurun sizde de olmadığından emin olun. Arkanızdan, "ele verir talkını/kendi yutar salkımı" dedirtmeyin.
Başkalarının aleyhindeki dedikodulara hemencecik kanmayın.
İyilerle oturup kalkın; kötülerle dost olmaktansa yalnız kalın daha iyi. Başkaları hakkında garazkâr veya kıskanç sözler söylemeyin.
Her zaman eylemlerinizi aklın denetiminden geçirin.
Astlarınızın yanında asla kuralları çiğnemeyin.
Yaptıklarınızla öğünmeyin; bırakın sizi başkaları takdir etsin.
Emir verirken ne insanların itibarını zedeleyin, ne küstah olun.
Kimsenin arkasından kötü konuşmayın.
İstenmediğiniz yere gitmeyin.
Durduk yerde (talep edilmeden) öğüt vermeyin.
Astlarınız ihtilafa düşerse, taraflardan birini tutmayın. Önemsiz meselelerde, çoğunluğun safında yer alın.
İnsanları birbirleriyle kıyaslamayın.
Doğru olduğunu bilmediğiniz birşey hakkında konuşmak hususunda acele etmeyin.
Bazı şeylerin sır olarak kalmasında yarar vardır. Başkalarının işlerini fazla merak etmeyin.
Bitiremeyeceğiniz işe başlamayın. Vaadlerinizi tutun. |