KÜFRE YAKIN MUSİBET; FAKİRLİK
İnsanın maddi ve ruhi olmak üzere iki yönünün olduğu bilinen bir hakikattir. Bu iki yönden birisinin aleyhine olarak denge bozuldumu insan hayatında sorunlar başlar. Ortaya çıkan maddi-manevi sorunlar çözüme kavuşturulmazsa hastalıklar bireysel olmaktan da çıkar. İnsan hayatının maddi yönüyle ilgili doğal ihtiyaçlarının karşılanması, insanın varlığını devam ettirebilmesi için zorunludur. Bu ihtiyaçların karşılanmaması hali olan fakirlik, daha geniş bir anlamlandırmayla; yiyecek, giyecek, mesken ve diğer zaruri şeylerden kendisine ve geçimini sağlamakla mükellef olduğu kişilere cimrilik veya israf yapmadan yetecek kadar mala ve uygun helal kazanca sahip olamayan kimsedir.1 İnsanların sorunlarına ilahi müdahale olanvahiy, diğer peygamberlerde olduğu gibi, Hz. Muhammed (s.a.v)’le beraber gelmeye başladığı andan itibaren tevhidi konulardan sonra hemen fakirlik problemini çözmeye yönelik emir ve tavsiyelerle inmeye başlamıştır. Bu gerçeği nuzul/gönderiliş sırasına göre sureleri okumaya başladığımızda hemen farkederiz.
İmana ait konularla fakirlik problemini çözmeye yönelik ayetlerin birlikte gelmesinin sebebi; emeğin kutsallığı olmakla beraber esas nedeni, Hz. Peygamber’in şu hadisinde gizlidir: “O, Ey Allahım, fakirlikten ve kafirlikten sana sığınırım” diye dua edince, bir adam; “ikisini birbirine denk mi kabul ediyorsun” dedi. Peygamberimiz (s.a.v) de: “Evet” cevabını verdi.”2 Çünkü fakir insan; Allah (c.c)’ın tüm nimetleri sayısız yaratmasına rağmen fakirliği; dağıtmadaki dengesizliğe, siyasi ve sosyal organizasyonlardaki adaletsizliğe değil de, Allah (c.c)’ın zorunlu yasalarına/kadere bağlar, sonra da isyanını Allah’a yöneltecek olursa ortaya çıkacak sonuç, küfürdür. Ayrıca, açlığa bağlı fiziksel hastalıkların çok olduğu kişilerin, vahyin kabul olan akıl ve kalbini, Allah (c.c)’a gereği gibi teslim etmesi de mümkün değildir. Kısacası fakirlik; dinin ve dinde ihlasın en büyük düşmanıdır.3 Kur’an-ı Kerim, fakirliği kurum olarak övmediği gibi, Hz. Muhammed (s.a.v) de fakirliği yüceltici bir söz söylememiştir. Aksine, hadis literatürümüzde yoksulluğu reddeden, ona çözümler sunan birçok peygamber buyruğu vardır.
Dinlerin gönderiliş amacı; din, akıl, nesil/namus, mal ve can emniyetini güven altına almaktır. Zaruri ihtiyaçlarını karşılayamayan bir insanın din emniyeti olamıyacağı gibi, dinin önemli farzlarından olan zekatı, haccı, infakı, sadakayı, malla cihadı, akrabalarına yardım etmeyi ve kalıcı salih eylemlerde bulunmayı yerine getirmesi imkansızdır. Bu son saydıklarımız, imanı besleyen ve onu yakin/kesinlik konumuna çıkaran olmazsa olmaz türünden vesilelerdir. Fakir bir kişinin sitresli hali ve kendine, ailesine karşı mali yükümlülüklerini yerine getirememesi, akıl emniyetini tehdit eden en büyük etkendir. Simit isteyen çocuğuna, parası olmadığı için olumlu cevap veremiyen, sonradan; anlık bir tehevvürle çocuğunu öldüren babanın ruh halini “empatik” olarak anlarsak, fakirlikle akıl emniyeti arasındaki karşıtlığı ancak kavrayabiliriz. Çocuklarını Allah’ın yaratmış olduğu nimetlerden gereği gibi faydalandıramayan, beslenme kopukluğu ile büyüten bir ailenin neslinin emniyette olduğu da söylenemez. Yoksul insan, pahalılık ve sömürü mekanizmasının çalışmasıyla mal güvenliğini kaybettiği gibi, yoksul ülkelerdeki toplu ölümler, çocuk kayıpları ve intiharlar fakirlerin can emniyetinin olmadığının en önemli kanıtlarıdır.
Fakirlik problemini insanın ve insanlığın çözülmesi gereken en önemli problemlerinden biri olarak gören İslam; kişilerin dünyaya ve mala bakışını değiştirip kendi değerler sistemini ortaya koymuştur. Sonra, fakirliği ortaya çıkaran sebepleri haramlaştırarak yoksulluğa yol açan etkenleri ortadan kaldırmış, akabinde de fakirlik problemine pratik çözüm önerilerini net olarak insanlığa sunmuştur. Tekrar başa dönersek; İslam, dünyayı lanetlemez. Onun olması gereken konumunu hatırlatarak, dünyanın ebedileştirilmesini veya putlaştırılmasını yerer. Bu meyanda şu tebliğatı herkese ilan eder: “Bu dünya hayatı, bir oyundan eğlenceden ve geçici zevkten başka bir şey değildir; ama ahiret hayatı Allah’a karşı sorumluluklarının bilincinde olanlar için çok daha güzeldir. Öyleyse aklınızı kullanmaz mısınız?”4 Dünyaya bakış tarzı pozitif yönde değişmeyen bir kişi, yaşadığı gezegeni ebedileştirdiği gibi, başka insanların hayatlarının olumsuz şartlarda devamından da etkilenmez. Hayatın güzele doğru değişimi için Kur’an, tüm olaylara Allah’la bakan bir dünya görüşü sunmuştur ki; “İslam’ın dünya görüşü” denen şey budur. Konuyla ilgili ayetlerden örnekleri çoğaltmak mümkündür. Değişimin dünya ile sınırlı kalmasını istemeyen Vahiy Dini, mal’ın değeri ve tanımıyla da ilgili onlarca ayet göndermiştir. Nitekim şu ayet, malın gerçek konumunu bizlere hatırlatmaktadır: “Ve bilin ki; mallarınız ve çocuklarınız sadece bir sınavdır (ve yine bilin ki), Allah’tır katında en büyük ecir bulunan.”5 İnsan, malını başkalarını ezmeye bir vasıta yapmamalı, gerekli yardımlaşmayı yok ederek ne başkasını ne de kendisini mülkün gerçek sahibini hatırlamaktan alıkoymamalıdır. Şu ayet bu bağlamda hem bir övgü hem bir uyarıdır. “Öyle kimseler (vardır ki,) bunları ne ticaret ne de kazanma hırsı, Allah ‘ı anmaktan, salatta/namazda devamlı ve duyarlı olmaktan, arınmak için verilmesi gerekeni vermekten alıkoyabilir; böyleleri kalplerin ve gözlerin dehşete döneceği Gün’den korkarlar.”6 Farz olan namazlar ve diğer emirler dolayısıyla; özel işlerini bakarak Allah’ın huzuruna koşmanın, mü’minlerin adeti olduğu ayetten anlaşılmaktadır.7 Bu ayete göre mü’min insan, hiçbir şeyi Allah’ın önüne geçirmemelidir.”8
Dünya ve onun içindekiler konusunda muhatap olduğu kişileri zorunlu değişime uğratan İslam Dini; her olumlu işi Allah (c.c) için yapma prensibinden hareket ederek kendi değerler sisteminin başına evrenin en şerefli varlığı olan insanı koymuş,9 bilahere; hikmet-bilgi, tefekkür, özgürlük, adalet ve ahde vefa eksenli bir dünya oluşturmuştur.10 İnsanı, İslami değerler sistemi içinde özne olarak gören dinimiz, onu çok yönlü koruma altına aldığı için; onun bir tekinin öldürülmesini, can güvenliğini kaybet(tiril)mesini tüm insanlığı öldürmeye eşdeğerde bir suç olarak Kur’an-ı Kerim’deki şu ayette ilan etmiştir: “... Eğer bir kimse bir insanı öldürürse bütün insanlığı öldürmüş gibidir; ve bir kimse bir hayat kurtarırsa bütün insanlığı kurtarmış gibi olur.”11 İnsanın can kaybını sadece bilinen katillik türüyle sınırlamak yanlış olur. Elde imkanlar varken, kişilerin hayatını devam ettirmesi kendisine bağlı olan ihtiyaçları karşılanmaz, sonuçta da insan hayatı heba olursa; bu da katilliktir. Her insan, sorumluluğunu bu çerçevede ele alması gerekir. Bu açıdan, herkesin kendi üzerinden sorumluluğunu savabilecek, zorunlu erdemli davranışlarda bulunma mecburiyeti vardır. Hz. Peygamber (s.a.v) mü’minleri sürekli vermeye teşvik etmiş ve çok az bir şey de olsa insanların iktisadi yaralarını tedavi ederek ahiret ateşinden sakınmayı emretmiştir. Bu konu da şöyle buyuruyor: “Bir hurmanın yarısını bile (ihtiyaç sahipleriyle paylaşarak) kendinizi cehennemden koruyun.”12 Yardım konusunda “cimri davrananların cennete giremeyeceğini” söyleyen Peygamberimiz, bizleri en mükemmel haliyle cömertliğe yönlendirmiştir.
Kur’an-ı Kerim, fakirlik problemini çözmek için insanın dünyaya ve mala bakışını terbiye edip, kendi değerler sistemini hitap ettiği kişilerde içselleştirerek hayata kattıktan sonra; yoksulluğu tedavi için birebir önerilerini ortaya koymuştur. Kur’an-ı Kerim’i gerçek anlamda, okumasını bilen bir insan, onun içerisinde infak/yerinde ve gereğinde vermekle ilgili onlarca değişik terimin kullanıldığını ve bu terimlerin emir kipine dönüştürülerek, defalarca emir tekrarının yapıldığını hemen görür. Bu durum karşısında; “günümüz müslümanı niçinbu ayetlerden etkilenmiyor?” sorusunu sorabiliriz. Bu sorunun cevabı, günümüz müslümanlarının Kur’an’a bakış biçiminin yanlışlığındadır. Bu yanlış bakış tarzı usulünce değiştirilirse, sosyal içerikli hastalıklarımızı tedavide en önemli adımı atmış olacağız. Kur’an-ı Kerim’e yaklaşım tarzımızın olması gereken şeklini Begoviç (d:1925) şöyle ifade eder: “Kur’an’ın alalâde bir okuyucu veya bir tahlilciye sistemsiz göründüğü ve birbirine zıt unsurları bir araya getirdiği intibaını uyandırdığı malumdur. Ne var ki Kur’an, edebiyat değil, hayattır. Dolayısıyla O’na bir düşünce tarzı değil, bir yaşam tarzı olarak bakmağa başlanır başlanmaz güçlük ortadan kalkar. Bu yanlış intibalarda değerini kaybeder. Kur’an’ın yegâne hakiki tefsiri hayat olabilir ve bildiğimiz gibi, Hz. Muhammed (s.a.v)’in hayatı tam buydu. İslam’ın öğretisi Kur’an’ın yazılı şeklinden anlaşılmaz ve mütenakız görünebilir. Fakat Hz. Muhammed’in hayatında tam manasıyla tabiî bir âhenk içinde, sevgi ile kuvvet, ulvî ile tabiî, ilahî ile insanî hususların pek müessir birliği ortaya çıkar.”14 Kur’an’a bir hayat tarzı olarak bakmamaktan kaynaklanan bu yanlışa, O’na subjektif yaklaşmanın iki versiyonunu da eklemek gerekir. Bunlardan birincisi, Kur’an-ı Kerim’e ön kabullerle yaklaşmaktır. Sonuçta, böyle yaklaşan birisi Kur’an’a uymaz, Kur’an’ı kendi hevasına/tutkularına tâbi kılar. İkincisi ise metodolojik bir sorundur. Usul ilminin ve diğer ilmi disiplinlerin etkisinde kalarak ayetleri mumyalamaktır. Kur’an’a Allah (c.c)’ın buyruğu olarak yaklaşmak yerine, içindeki isteklerin çoğunu; “nedb’e”, “ibâha”ya veya cevaz”a hamlederek ayetleri işlemez hale getirmek. Böyle bakmanın kötü sonucunda; Allah’ın bizden istekleri ve emirleri hayatımıza katılmıyor ve iradeli olarak dindışı/seküler bir alan oluşturuyoruz.
Kur’an ayetlerine Peygamber (s.a.v)’in modelliğinde sahabe gibi yaklaşacak olsak, fakirlik problemini tamamen kaldırmakla ilgili tümel ilkeler buluruz. Bu ilkelerin mesajının güncelleştirilmesiyle beraber, yoksulluğa çözüm konusunda İslam’ın çözüm üreten “ortak dilini” de yakalamış oluruz. Konuyla ilgili İslam’ın önerilerinden bir kısmını hatırlarsak karşımıza şöyle bir tablo çıkar: En çok sevilen şeylerin Allah’ın istediği yerlere bağışlanması,15 sadaka/gönüllü bağışta bulunmaya teşvik ve manen katlanmış sevaplara ermek16, ihtiyaç fazlası şeyleri fakirlere vermek”17 ölmeden önce ahirete hazırlık mahiyetinde ayrıca infakta bulunmak,18 yakınlara bakmak,19 onların nafakalarını temin etmek,20 allah için harcamada bulunmamanın bir münafik eylemi oluşunu insanlara duyurmak,21 zekat vermek, 22 ihtiyaç sahiplerini tesbit edip dağıtmak,23 zekatını vermeyenlerden fakirin lehine olarak siyasi otoriteyi kullanarak zorla da olsa almak,24 zenginlerin mallarında fakirlerin zekattan başka haklarının da olduğunu bildirmek.25 Komşuların gündelik ihtiyaçlarını yerine göre karşılayabilmenin bir yükümlülük olduğunu hatırlatmak,26 mü’min kardeşlerine istediklerinde borç vermenin Allah’a borç vermek gibi önemlibir eylem olduğunu kavratmak,27 yoksulların ve yolcuların ihtiyaçlarını karşılamak,28 fakirlik problemi halledilmezse nesilleri mahveden bir kötü yaşayış şekli olduğunu anlamak29 ve diğer hatırlatmalar....
Yukarıdaki tablo, fakirlik problemine dinin bakışı ve çözüm üretimiyle ilgili sadece birkaç ayet ve hadisin yaklaşımıdır. Bir de olayı genel Kur’an ve Sünnet kültürümüz içerisinde değerlendirirsek, karşımıza çok zengin bir öneriler dizisi çıkacaktır. Bunları uzman, iyi niyetli, Müstakim çizgideki din bilginlerinin ve iktisat teknisyenlerinin bir araya gelerek hayata katıp güncelleştirmeleri gerekir. Eğer bu yapılmayacak olursa; insanlığın en önemli pratik problemlerinden birisi çözüme kavuşturulmadığından dolayı din, ütopik bir kurum olarak değerlendirilecektir. Sorunlara çözüm bulamayan bir din, hayatın hiçbir alanında pirim yapmayacak ve kitlesel anlamda dinden soğumalar olacaktır. Tüm bunlara ilaveten, müslümanların konuyla ilgili ortak bir çözüm dili oluşturmamaları, onları ülke meselelerine karşı yabancılaştırdığı gibi, onları yerli olmaktan çıkarıp kiracı konumuna düşürecektir. Halbuki, Hz. Muhammed (s.a.v), hem Mekke’de hem de Medine’de yerli olduğunun bilincinde hareket etmiş ve vahyin Mekkî-Medenî çözümlerini kitlelere duyurmuştur. Müslümanlar fakirlikle ilgili, dinlerinin görüşlerini Kur’an’ın cazibeli sunuşu içerisinde gerekli zaman ve yerlerde açıklamayınca buna göre çağdaş bir iktisat fıkhı yapmayınca söylem alanlarını iktisadi şirkin sağ ve sol versiyonlarına bıraktılar. Bunun kötü sonucu olarak, İslam’ın saf alanına kişiler bazında şirk bulaştırıldı. İnanç alanı yüzdelendi. Bunun vebali ise; en başta müslüman din bilginlerine ve önderlik konumundaki kişilerdedir. Kısacası müslümanlığını ciddiye alan herkesedir. Herşey bitmiş değil, hemen başlamak kaydıyla. Çünkü fakirlik; tüm insanların kurtulması gereken en büyük musibetlerden birisidir. Müslüman kitleleri yıllarca; “kurtuluşun ekonomik bağımsızlığa kavuşturmakla mümkün olduğu konusunda iknaya çalışan istismarcı zenginlerin, fakirlerin omuzunda bu amaca ulaştıktan sonra çalıştırdıkları insanlara asgari ücretten ödeme yapmalarını değil, İslami çözümle, insanlıkla bile alâkası yoktur...
Yazar: Mehmet SÜRMELİ
|