(Eriyip - biten bir dünyayı anlatıyorum)
Müslümandık ve iş-güç sâhibiydik. Geçimimizin temeli alınteri, bilek gücüydü. Genellikle yorgun ve yorgunluğa alışkındık. “Yorgunluk var yılgınlık yok” düstûru, yüreklerimizin taa derinliklerinde yatan bir ilâhî ilkeydi sanki. Bu ilke bizde bir zihniyet hâlini almıştı. Zaman zaman, “Ölümlü dünyâyı bu kadar ciddiye almağa değer mi?” türü sözler duyulurdu ama, dere yine, âcilen yatağına çekilir ve akmağa devâm ederdi. Büyük fedâkarlıkların adandığı kapıyı arıyor gibiydik ama, işin özüne çok da vâkıf değildik.
Genellikle yorgunduk, bu yüzden erken yatar, erken kalkardık. Güne erken başlamanın hayır ve bereket getirdiğine inanırdık. Bâzan zinde, bâzan yorgun kalkardık, ama hep “eûzü-besmeleyle” ayaklanır, abdestimizi alır, namazımızı kılardık. Zor bir hayâta göğüs gerer, ekmeğimizin ve sağlığımızın varlığına şükrederdik. “Yanaşarak değil çalışarak” geçinmek durumunda olduğumuzdan, hayat bizim için tabiî bir duâ hâline gelmişti. Dirlik ve düzenlikte, devâmı için dua ettiğimiz diğer bir önemli husustu.
O dönemler tabiat ve insan dönemleriydi. Tabiatla insan, etle tırnak gibi birbirine yapışıktı sanki. Tabiata yakın olmak, tabiî olana ilgi duymak Allah’a (c.c) yakın olmak demekti. Toprak-tarla, bağ-bahçe, yağmur-kar, ekmek-su, koyun-kuzu, gündüz-gece hep Allah vergisi nimetlerdi. Bu durum ayan-beyân ortadaydı. Ne zaman ki bakkâl dükkanı ve market, tarla ve tabiatın yerine geçti, insanlar maaşlı ve emekli oldular, yavaş yavaş çalışma zevkini de, büyük ve asıl kaynağı, Allah’ı da unuttular. Helalinden kazanma, haram yememe duygusu günden güne zayıfladı. Bu da bizim gönül dünyamızın yıkımı oldu.
O günlerde çalışıp-kazanma, kazandığının kıymetini bilme, ele-güne muhtaç olmama duygusu ve bu duygunun doğurduğu bir gayret ve ciddiyet vardı. Eşikteki, beşikteki işte-güçteydi. Topraktan elde edilen her mahsûl bol-derindi. El emeğiydi aşırma, kaçırma, kolayından kazanma değildi. Belki de bunun için tadına doyum yoktu. Her bir mahsûlümüz, lezzetten de öteye, bir şifâ kaynağıydı sanki.
O günler ambarlar dolusu ekinin, ağıllar dolusu davarın damlar dolusu sığırın olduğu günlerdi. İnsan ve diğer canlılar arasında bir nevî kader birliği yaşanırdı. Hani, ne derler, “ağaç dallarıyla gürler”miş. O günün köyü, bu muhtevâ, bu servet ile gürlerdi. Her bir âile bağıyla-bahçesiyle, tarlasıyla-toprağıyla, eviyle-damıyla- çoluğuyla çocuğuyla bir devletti sanki. Çalışan kendi devletine çalışır, kendi devletine güvenirdi. “Bileğinin gücünü kirâya vermek” diye, ırgatça bir düşünce yoktu.
Güz ve kış mevsimleri boyunca, sabah erken saatlerde çocuklar köy hocasına, Kur’ân dersi okumağa giderlerdi. Komşu evin yarı yanmış ocağından, küçük bir kürekle azıcık ateş alır, onunla okuma odasının sobasını yakarlardı. Günde üç övün, bazı aylarda dört övün derslenirlerdi. Bahar ortalarına doğru, bir hatim cemiyetiyle bu faâliyet bitirilirdi.
Okuyan çocuklara, hoca tarafından, câmiye namaza gelmeleri söylenirdi. Yetişkin olanlar müezzinlik yaparlar, biraz daha yetişkin olanlar Kur’ân okur, namaz kıldırırlardı. Hatâları, zaman içinde hoca tarafından düzeltilirdi. Câmide onlarca çocuk cemâatle berâber saf tutar, namaz kılardı. Bu, okuma ve eğitim faâliyetleri çocukluk dönemini içine aldığı gibi, gençlik yıllarının bir bölümünü de içine alırdı. Bu, kapalı bir çevrede, yetersiz de olsa bir eğitim ve öğretim şekliydi. Kendi şartları içinde, kendine göre güzellikleri kendine göre eksikleri olan bir hayırlı faâliyetti. Bir alt yapıydı ama yetersizdi. Her şeye rağmen, çocukların temiz yüreğine, okunan şeylerin kudsiyeti sinerdi.
O dönemlerde yediğimiz, içtiğimiz kendi tarlamızın mahsûlü ve tabiî idi. Bakkaldan pazardan alınma yiyecek yok denecek kadar azdı. Sun’i gübre, hormon, fennî yem nedir bilinmezdi. Her mahsül, kendi tabiî güzelliği ve lezzetiyle gelirdi soframıza.
Sabah yemeğinde (kahvaltı değil) çorba, peşinden höşmelim veyâ mısır böreği, pekmezle veya sütle yenirdi. Güz mevsimindeyse hem çorbanın hem de höşmelimin yanında domatis salatası olurdu. Hepsi kendi tarlamızdan, hepsi kendi elimizin mahsülüydü. İmece usûlü çalışılıyorsa, sabah yemeğinde cacık da höşmelime eşlik edebilirdi.
Şimdi sayalım: Ekmeğin yapıldığı buğday (veya çavdar) höşmelimin yapıldığı mısır, pekmezin yapıldığı üzüm, domates, biber, süt hep kendi üretimimiz. Diğer yiyecekler de hâkezâ. Hemen her şeyi kendimiz ürettiğimizden, üretimin âlet ve edevâtını da kendimiz yapmak zorundaydık. Âletlerin yapımında kullanılan balta, testere, keser vb. bir sürü malzemeyi de edinmek durumundaydık.
Tarlalar dolusu ekin, bağlar, bahçeler, sıvaklar dolusu zarzavat, meyve, üzüm vb., ağıllar dolusu davar, damlar dolusu sığır, ev hayvanları, kediler, köpekler... Yetmedi, güvercinler, keklikler... Bütün bu varlık ve servetin, günlük, mevsimlik, yıllık bakımları, çekilip-çevrilmesi, derilip-toplanması kolay hâdise değildi. Bir hânede iyi niyet, disiplin otorite eksikse, bu varlığı başarıyla çekip-çevirmek mümkün değildi.
Genelde baba otoritesi, nâdiren de ana otoritesi disiplini sağlardı. Belli-başlı âilelerde bu otorite kendini kuvvetle hissettirirdi. Yoksa bu kadar teferruatlı bir hayâtın, başarılı bir şekilde sürdürülmesi imkânsızdı. Top gibi gürleyen hânelerin erkekleri, yorulma bilmeyen erkekler, kadınları da eteği belinde kadınlardı. Yeter ki eşler yürüsün, hâne yokluk görmesin. Yorgunluk onlar için bir mesele değildi. Ter tırnaktan çıksa da, vura-tuta bir çalışma temposu sürdürülürdü. Çalı, ucundan sürüklenmez, işin hakkı verilirdi. Çalışmak, çalışabilir durumda olmanın şükrü kabul edilirdi. Aksi takdirde işler yürümez, yoksulluk kapıya dayanırdı.
O günlerde para-pul zengini değildik ama, tarla bereketi taşar dökülür, mahsûl ihtiyâcı çok çok aşardı. Evet, hayâtımız zor bir hayattı ama, biz zorluklara alışkındık. Yeter ki yoksulluk olmasın. Ambarda ekinimiz, ağılda davarımız eksik olmasın.
Bir mâceraydı bizim hayâtımız. Renkli bir yaşantımız vardı. Hep tabiî renklerle kuşatılmıştık. Güneş, dağ ufuklarından doğar gelir, insanımızı, hayvanımızı güldürürdü. Yağmurlar sağanak sağanak, karlar savrula savrula yağardı. Dereler çağlar, çeşmeler sanki ileriye zıplardı. Kimi zaman incecikten bir kar başlar, derken tipi olur, tûfan olurdu. Yığılırdı karlar dize dek. Çobanlar geldiyse gidemez, gittiyse gelemezdi. Hısım, akraba toplanır, çınır teper, yol açar, sürü arka arkaya tek sıra dizilir, köye öyle gelirdi.
O zamanlar bizim üzüm bağlarımız, karpuz tarlalarımız olurdu. Heybelerle karpuzları-kavunları, kağnılarla üzümleri çeke çeke tüketemezdik.
Pekmez kaynatımı ayrı bir hâdiseydi. Özel hazırlanmış ocaklarda kaynayan şıranın güzel kokusu etrâfa yayılırdı. Gelene-geçene şıra ikrâm edilirdi. Küpler dolusu pekmezimiz olurdu. Pekmezden ayva reçelleri, dövme bulamalar yapardık.
Buzağılarımız, taylarımız, kuzularımız, oğlaklarımız doğardı. Her bir doğum, aile için bir düğün-bayram olurdu. Günlerce sevinçlerimiz, peşpeşe tazelenir dururdu. Yeni doğanları üşümesinler diye eve getirirdik. Daha sonra, damda özel hazırlanmış bölmelerine bırakırdık. Akşam olunca, anaları meleye meleye gelir, evin çocukları da herbir kuzuyu, oğlağı kucaklayıp kucaklayıp götürürdük. Yavrular kuyruklarını sallaya sallaya analarını emerlerdi. Emzirmeyenler olursa, özel muâmeleye tâbi tutulurdu.
Güzlük ve yazlıkların biçilip toplanması imece üsûlüydü. İmecede, hânesine göre seksen kişiyi aşan amele olurdu. Bu kadar kalabalık üç övün doyurulurdu. Nasıl doyurulurdu, hâlâ durup, durup şaşarım. Belki on çeşit yemek hazırlanırdı. Hazırlayan iki-üç kişiyi geçmezdi. Yine de zamânında yetiştirilirdi.
Yaz gününde, sabah ezanıyla hayat başlardı. Bir iki dilik ekmek üzerine tereyağ sürülerek herkes kendi tarlasına giderdi. Yaklaşık sekiz-sekiz buçukta eve dönülür, sabah yemeği âilece yenir ve imeceye dağılınırdı. Tarlada bir çıkım vurulur, bir yemek daha yenirdi. Sucu, suyunu yörenin en meşhur suyundan getirmek zorundaydı. Muhabbet, gülüş, âhenk gırla giderdi. Nâdiren de olsa imecede davul zurna da olurdu. Bazen kemâne, darbıka, cümbüş getirilirdi. Yorgunluk yerindeyid ama, milletin morali de yüksekti. Akşam tarla dönüşü, akşama kadar orak sallayan o kalabalığı düğünden geliyor sanırdınız. Bakır çala çala geldikleri de olurdu. At koştura koştura köye girilirdi. Koşturanlar arasında genç kızlar da olurdu. Saç-baş savrulurdu atın üzerinde. Ne de olsa kökümüz yörük. Ata binmek, at koşturmak bir zevkti.
Orak biçimi ve arpa yolumu, bu minvâl üzere bir ay sürerdi.
İmece vaktinin geldiğini, tarlasındaki, bahçesindeki köylüye davul çalarak bildirirdik. Davulun çalınma vaktini, biz çocuklar, belli bir evin bölgesinin, belli bir yere gelişinden bilirdik. Sonra da davulu çalan kahya ile berâber, köyün üst başını dolaşır gelirdik.
Sığırtmaçlarımız, sabah-akşam konak gezerlerdi. Sabah yemeğinden sonra iki de ekmek alır giderlerdi. Ve sığırın çıkma vaktinin geldiğini, köyün yüksekçe bir yerinde bağırarak ilân ederlerdi.
Davarı güden çoban, akşam kuzu veya oğlakla gelirse, yâni merada doğum olduysa, ev sâhibi hanım ona yumurta verirdi. Harman sürümü, bağ bozumu diken kesimi kendine göre güzellikler yaşatırdı bizlere.
Hayâtımızın esrarengiz yönleri de vardı. Bunlar muhtemelen, halk muhayyilesinin (hayâl gücünün) meydâna getirdiği kültürel zenginliklerdi:
Saf kalpli, tertemiz duygularla dolu bir gelin hanım, şafak vaktinden önce, su doldurmaya giderken, köy çıkışındaki ulu kavak ağacını secdeye kapanmış vaziyette görür. Gördüklerini anlattığında, kendisine inanılmayacağını düşünerek, tülbentini kavağın uç dallarına bağlar ve su doldurmaya geçer. Ne kadar temiz yürekli bir gelindir ki, bakırları doldururken çeşmeden kaymak aktığını görür. O gündür, bu gündür çeşmenin adı “Kaymak Pınarı”dır. Gelin hanım sırrını muhâfaza edebilseydi, kim bilir daha neler görecekti. Muhâfaza edemez, hem çeşmeden akan kaymak, hem de bakırlarındaki, yeniden suya dönüşür. Tülbente gelince, sabahleyin köyün her bir ferdi, kavağın en uç dallarında, sancak gibi sallanmakta olan tülbenti görür. Kavak, minâreden çok yüksektir.
Hasta bir kızın babasına hocaefendi buyurur ki:
Gece yarısı, Aşağı Pınar’ın orada, karanlık dereler içinde duracaksın. Oradan cin ordusu geçecek. Geçecek, geçecek, geçecek... Derken, kıratının üzerinde kumandanları gelecek. Korkmayacaksın, atın geminden tutacaksın ve durumu anlatacaksın: “Kızım hasta, askerlerinden biri kızıma musallat olmuş. Bir iyilik yap ta, askerine emret, kızımı bıraksın.”
Kızın babası “Ah be hocam, ben bu işi nasıl yaparım? Ne o saatte, dediğin yere gidebilirim ne o atın yalarından tutabilirim. Bu iş bana göre değil hocam,” der.
O gecenin sabahına çıkmaz, kız ölür.
Cinlerle boğuşan çobanlar mı dersin, bir cinni takibederken, onun âniden kaybolmasıyla bayılıp hastalanan kadınlar mı dersin... Daha neler, neler.
Bu olaylar anlatılır dururdu. Olmuş mudur, olmamış mıdır, nerden bilelim?
Düğünlerimiz ayrı bir âlemdi. Üç gün, üç gece, davul zurnalar yeri göğü inletirdi. Akşamları köyün erkeklerine özel muhabbetler yapılırdı. Bazan gündüzleri de benzeri bir oturum olurdu.
Üç gün, üç gece köy ara ara doyurulurdu. Bu günlerden o günlere baktığımızda, o günün insanlarının, bereye çok dayanıklı insanlar olduğunu görüyoruz.
Gelinin, evinden alınıp, oğlan evine teslimine kadar icra edilen faâliyetler, başlı başına bir efsâneydi. Gelin arabası özellikle hazırlanır, köyün uslu ve gösterişli koşum hayvanları çekilir, boynuzları yağlanır, boncukları takılırdı. Köy delikanlıları muntazam saflar tutar, silahlar sırayla atılır, bağırıp çağırmalar bir kurala tâbi tutulurdu. Köyün meydanında mutlaka oyun kurulur, mahâreti olanlar kendini gösterirdi. Gelinin alınmasından sonra köy harmanlarında seymen sekilir, duruma göre at yarışları, atıcılık ve güreş düzenlenirdi.
O dönemlerde sâfiyet ve samimiyet, içtenlik, olduğu gibi görünme genel bir tavırdı. Kapalı çevre, insanlarda bir kaynaşma meydâna getiriyordu. Doğumlar, ölümler, düğünler, bayramlar, insanlar arası kaynaşmayı artırıyordu.
Geleneksel âile ve kapalı çevre. Bu, köyün pek çok meziyetinin kaynağıydı.
Köyün çocukları da kendi eğlencelerini kendileri meydana getirirlerdi. Mevsimlere göre eğlence ve oyuncak türleri bulurlardı. İlkbaharda söğüt dalından davul, karaağaçtan zurna, ceviz ağacından düdük, dut ağacından zibzibi yapardık. Patlangaç, su fışkırtma, âbidi uçurtma bu dönemin oyuncaklarıydı.
Yaz aylarında çocuklar genellikle koyun kuzu dana buzağı peşindeydi. Kız çocuklar ise, annelerine yardımcı olur, küçük kardeşlerine bakarlardı. Derelerde havuzlarda suya girmek, belki de bu dönemin dikkât çeken eğlenceleriydi.
Güz ve kış mevsiminde çocuklar arabaya binerlerdi, topaç çevirirlerdi. Dört teker arabaları olurdu çocukların. Tekerle dingil arası, ceviziçi veya kabak çekirdeğiyle yağlanırdı. Bu arabalar bayır aşağı çok hızlı giderdi. Kış mevsiminde, zaman zaman fındıklığa gider, dik yamaçtan, sarmaşıklara tutuna tutuna tırmanır, fındık ağaçlarından sümbül koparırdık. Boğmaca öksürüğüne tutulduysak, gruplar hâlinde soğuk pınar deresine gider, ceviz ağacının kökünün altından geçer, dalınca çaput bağlar, boynumuza anahtar takar, arkamıza bakmadan köye gelirdik. Bu bize şifa olur, öksürüğümüze iyi gelirdi.
Büyüklerin de kendilerine mahsus oyuncakları olurdu. Oturamak oyunları, Gıncıraç, kartopu savaşları vb.
Yaz aylarında, akşamları, karşı bayırlardan gelen kavâl seslerini dinlemek çok zevkli olurdu.
Bazı çobanlar akşama kadar boş duramaz, “çam sakızı çoban armağanı” kabilinden oyuncaklar yapar, çocukları sevindirirdi. “Çatçat” bu oyuncaklardan biriydi meselâ.
O zamanların da elbette kendine göre eksikleri, problemleri, bayağılıkları, basitlikleri vardı. İnsanın olduğu yerde bir sürü olumsuzluk da var demektir. Neylersin ki, işin bu yönü de insan olarak kaderimizde var her hâlde.
İnsanların problemlerine “hasbeten lillah” (Allah’ın rızâsını umarak) çözüm arayanlara selâm olsun.
Şimdi, bu yaşanan binbir mâceranın yerinde yeller esiyor. Ne kadar meziyet varsa güneş kavurdu, rüzgar savurdu. “İyi insanlar iyi atlara binip gittiler.” Geride dünyâ-âhiret bir işe yaramayan bir sürü döküntü. Bezgin-baygın, istemeye istemeye yaşayan bir hayat.
Bizim kuşak, geleneksel köy hayâtını da, köylerin maddeten ve mânen boşalıp-eriyişini de, büyük şehir hayâtının ne demek olduğunu da gördü.
Yeni nesil ne geleneksel hayatı, ne yakın ve uzak târihi ne de koskoca bir dünyânın bile isteye niçin eritildiğini biliyor. O ince ayar düzenlemelerle perişân edilmiş, dengelerini ve değerlerini bozuk para gibi harcamış bir tedirgin insandır artık. Ne ağlaması ağlama, ne de gülmesi gülmedir. İçten değildir, kendini yaşamaz, yaşamayı bilmez, rol yapar, başkalarına özenir, gösterişli ve muhteşem soytarılar gibi olmak ister. Sun’î gıdâlar, sun’î özlemler, sun’î inançlar, sun’î tavırlar içinde, gergin ve bezgin yaşayan bir insandır modern zamanların insanı.
Kendi kültür ve medeniyetinden kaçan bir toplumun başına gökten nûr ve huzur yağacak değildi ya. Olacağı buydu ve oldu.
Hayır efendim, modern hayat bize göre değil. Serâzâd, sere-serpe yaşamaya alışmış gönlümüzü, beton yığınları arasında avutmamız mümkün değildir. Yerini yadırgayan, binbir hasretle delik deşik olmuş, çırpınan yaralı bir kuşa dönmüş kalbimizi “taş ocakları”nda avutmak olacak şey değil. O, kendini bir öfke yıldırımı hâlinde, dağlara vurmasın da ne yapsın.
Hayır efendim, beton kafesler, “çok katlı mezarlar” bize göre değil. Biz, bir dağdan öbürüne uçan kanadı kuvvetli, gönlü şen kuşlar olmayı cana minnet bilmişiz. Makina kavminin rahatlık olarak kabûl ettiği şartlar bizi rahatsız ediyor, huzursuz ediyor. Bize, dev projektörlerden ziyâde ay ışığı, bangır bangır bağırıp kulaklarımızı tırmalayan, sinirlerimizi geren hoparlörlerden ziyâde kuş sesleri şifâ verecektir, huzur getirecektir. Beton kafesleri kim istiyorsa ona verin. Biz, bir dünya kaybetmenin derin hüznüyle dağlardayız. Hicrânımızı kurtlarla-kuşlarla paylaşıyoruz. Eriyen dünyâmıza bakıp bakıp iç geçiriyoruz. Tenhâ zirveler mekânımız, kayalıklar barınağımız olmuştur vesselâm.
“O dağa bir kuş kondu, (sonra) uçtu gitti.
Bak da gör, dağda ne bir fazlalık var, ne (de) bir eksiklik.”