Rasulullah sallallahü aleyhi ve sellem evimize misafir olmak için kapımızı çalsaydı, acaba evimizde neleri görmesini istemezdik?
Bu önemli bir soru değil mi?
Evlerimizde “Aman şunları görmesin” diye bir telaş başlardı, değil mi?
Belli ki onları görmekten hoşlanmayacağını, onları gördüğünde üzüleceğini düşünürdük.
Aslında bu duygu Rasulullah Efendimiz zamanında da yaşanmış. Mesela zaman zaman Rasulullah'ın muhterem zevcesi Hazreti Aişe Validemiz, zaman zaman sevgili kızı hazreti Fatıma Validemiz, Rasulullah'ın gördüğünde hoşlanmadığını hissettikleri resimli – süslü örtüleri, perdeleri O (s.a.) gelmeden kaldırmışlar.
Sahabe-i kiram da Rasulullah'ı üzmeyi istemezlermiş.
Üzüldüğünü hissettiklerinde içlerinde derin bir pişmanlık duygusu oluşurmuş.
Onun için Rasulullah'la mü'minlerin hukukunda bir de “Onu üzmemek” ilkesi öne çıkıyor.
Tıpkı Allah'ın hoşnud olmayacağı (Gazaplanacağı) işleri yapmanın mü'mine yakışmadığı gibi, Rasulullah'ı üzecek davranışlar içine girmek de mü'mine yakışmıyor.
Bunu, sanki Rasulullah efendimiz yanımızdaymış gibi, O'nunla aynı zaman içinde yaşıyormuş gibi yapmak da önemli bir hassasiyet.
Bunun için şöyle düşünmek: Mahşer ortamında O'nun yanında hayat defterleri açıldığnıda, bütün işlerimize herkesle birlikte O da tanık olduğunda ne hissederdik?
Rabbimiz zaten her şahiddir tanıktır. “Nerede olursak olalım o bizimle beraberdir” çünkü... Rabbimizin hoşnut olmayacağı şeyi, O'nun nazarları altında yapıyor olmak nasıl çılgınca bir şey ise, yarın Rasulullah'ın bulunduğu ortamda O'nun hoşlanmayacağı bir davranışla görünmek ne kadar üzer, ümmetine şefaat için çırpınan Allah Rasulünü!
Onun için, hangi davranışların Rasulullah'ı üzeceğini bilmek de önem kazanıyor.
Mesela Rasulullah Efendimiz zaman zaman “Şunları yapan bizden değildir” buyuruyor.
Zaman zaman “Mescidimize yaklaşmasın” diyor.
Zaman zaman “Bana ne oluyor ki, sizi şöyle görüyorum” diyor.
Bazen gördüğünde mübarek yüzünün rengi değişiyor.
Bazen ses tonu değişiyor.
Bazen küsüyor, irtibatı kesiyor, selam vermiyor, gülümsemesini eksiltiyor Allah Rasulü...
Allah Rasulü'nün “Bizden değildir” tasnifi içine girmek ne kadar endişe vericidir?
Rasulullah'ın “Mescidimize yaklaşmasın” dediği insanlar arasında bulunmak ne kadar üzüntü vericidir?
Ka'b bin Malik, Rasulullah'ın konuşma boykotu uyguladığı, bütün ashabını da bu boykota uymaya yönelttiği sahabilerden birisi... O, mesela, Rasulullah'ın bir bakışını, bir tebessümünü nasıl özlediğini anlatıyor. Bizzat Kur'an-ı Kerim, Rasullulah’ın bu boykotu sırasında onlara dünyanın dar geldiğini bildiriyor.
“Kalbini yardında mı baktın!” diye üst üste soru sorarak azarladığı sahabi, “Keşke daha önce değil de o gün müslüman olsaydım da Rasulullah'tan böyle bir azar işitmeseydim” diye dövünüyor.
Bazen uzakta kalıyor Allah Rasulü ve O'nu üzmenin nasıl bir bedeli olduğunu, kalbimizin nasıl paramparça olabileceğini yeterince idrak edemiyoruz.
Tıpkı bazen Rabbimizle ilişkilerimizin bile uzaklarda kaldığı, kalb dünyamızdan koptuğu gibi...
Ka'b bin Malik'in Rasulullah'ı üzen davranışı, Tebük Harbi'ne katılmaya davet edildiği halde mazeretsiz katılmamasıydı. Bütün mü'minlerin varını yoğunu ortaya koyduğu bir imtihanda, havaların sıcaklığı, hurmaların olgunlaşma mevsimi bahane olarak gösterilmemeliydi. Üzülmüştü Allah Rasulü, ondan beklemiyordu, yaralanmıştı ve bu üzüntüyü, bütün zamanlara ibret olacak şekilde Kab'a ve onunla birlikte cihadı ıskalayan iki kişiye göstermişti.
***
Rasulullah'ın, yüzünün rengi değişmiş halde, “Kalbini yardın da mı baktın?” tepkisi, savaşta, kelime-i tevhidi söyleyen bir kişiyi, “Korktu da söyledi” diyerek öldüren “mücahid”e yönelikti. Cihad körü körüne adam öldürmek değildi. Cihad öfke tatmini değildi. O sahabi o Peygamber üzüntüsünü anladı ve kalbi bir pişmanlık yaşadı.
***
Şimdi gelin, tam bu açıdan Ebu Zer (r.a.)'in kalbi perişanlığını hesap edin:
Ebu Zer (r.a.) bir gün Bilal-i Habeşi'ye “Kara kadının oğlu” diye hitab ediyor. Olay Rasulullah'a intikal ediyor ve Rasulullah “Bunun bir cahiliye tavrı olduğu”nu ifade ederek Ebu Zer'e kızıyor. Ebu Zer ne yapsın? “Cahiliye tavrı” o gün, bir insan için en katlanılmaz tanımlama... Müslümanlar “Cahiliye”nin içinden çıkıp gelerek Müslümanlığa ulaşmışlar. Evet, çok üzülüyor Ebu Zer ve başını kumların üzerine koyup sesleniyor:
-Bilal bu başımın üzerine ayaklarıyla basmadıkça ben bu başı buradan kaldırmayacağım.
Peygamber üzülürse o nesil böyle bir gönül alma yöntemi uygulardı.
***
Medine'nin iki ünlü kabilesi, Evs ve Hazreçliler, Müslüman olduktan sonra bile Buas harbi vuruşmalarını anıp, birbirine girdiklerinde Rasulullah çok üzülüyor. Kabile asabiyyeti, Rasulullah'ın büyük emek vererek inşa etmeye çalıştığı İslam kardeşliğinin önüne geçince, bu, Allah Rasulünü derin bir hüzne boğuyor.
Buğday satarken satılan malın altı ile üstünün birbirinden farklı olduğunu görünce “Bizi aldatan bizden değildir” diyor Allah Rasulü sallallahü aleyhi ve sellem.
***
Bir gün Rasulullah, Hazreti Ömer'in elinde Tevrat'tan bir bölüm görüyor. Yüzünün rengi değişiyor.
Burada, bir Müslümanın Allah'ın Kitabı Kur'an inip dururken hala, muharref metinlerle hemhal olma durumu var. Rasulullah'ın üzüntüsü hemen orada bulunan sahabilerde etkisini gösteriyor. Abdullah bin Zeyd, Ömer'e dönüp şöyle diyor:
-Allah senin aklını başından mı aldı? Allah Rasulünün rengine bak, nasıl kızardı?
Ömer de hemen beklenen sözü söylüyor:
-Rab olarak Allah'ı, din olarak İslam'ı, peygamber olarak Muhammed'i, önder olarak Kur'an'ı kabul edip hoşnut olduk.
Bu adeta bir iman tazelemesiydi.
***
Rasulullah, ibadette Peygamber'den bile aşırı gitmeye çalışan, hatta Hazreti Peygamber'in ibadetini azımsayanlar karşısında da üzülüyor.
-Sizi uyarıyorum, diye başlıyor söze. Allah'a yemin ederim ki ben sizin Allah'tan en çok korkanınız ve O'na karşı en çok takva sahibi olanınızım....
Bundan sonra artık Rasulullah'ın ne söyleyeceği az – çok tahmin olunabilir. Kendi ibadet – taat miktarını ve insani hayatını anlattıktan sonra son cümle olarak şunu söylüyor:
-Benim sünnetimden yüz çeviren kimse benden değildir.
Demek ki geceyi gündüzü ibadetle geçiren bir insan da “O'ndan” olamayabiliyor. “O'ndan” olmak “O'nun sünneti”, yani O'nun hayat seyri ile bütünleşmekle mümkün oluyor.
***
Hudeybiye'de, imzalanan sulh anlaşması şartlarına karşı sahabede bir soğukluk oluştuğunda, Ebu Cendel, elleri -ayakları zincirli vaziyette müşrik tarafa iade edildiğinde, üzülüyor Rasulullah.
Huneyn savaşında “Muhammed öldü” şayiası çıkıp, mü'min saflarında panik ve dağılma meydana gelip, Rasulullah, düşman kılıçları arasında tek başına kaldığında....
Evet, o çağrıyı hatırlamak lazım:
-Ey Ensar, Ey Muhacirler! Ey Allah'ın kulları! Buraya gelin! Ben, Allah'ın kulu ve peygamberiyim!
***
Şöyle bir soru önemli olmalı:
-Rasulullah'ın saadet çağında yaşayanların Rasulullah'ı üzecek davranışlardan kaçınma hassasiyeti ile, O'nunla aynı çağda yaşamayanların hassasiyeti arasında ne ölçüde fark vardır?
Rasulullah, zaman zaman o çağın Müslümanlarının evlerine misafir gelirdi ve onların evleri her zaman Allah Rasulü'nü misafir etmeye hazır olurdu.
Bizim evlerimiz....
Bizim yüreklerimiz...
Bizim sokaklarımız...
Şöyle der miydi acaba bizi gördüğünde:
-Bana ne oluyor ki, sizi savrulmuş görüyorum. Yürekleri darmadağınık... Dünyaları kararmış... Sel üstünde bir saman çöpü gibi... Milyarlarcasınız ama yürekleriniz korku dolu... Vehm mi düştü yoksa içinize? Kur'an okuyorsunuz gırtlaklarınızdan aşağı inmiyor. Namazlarınızın yüzde kaçı kabul olacak nitelikte?
Sonsuz edebinden dolayı, kendisine izafeten galat-ı ru'yet (görme hatası) ile söylediği, ama derin bir üzüntüyü hissettiğimiz sözleri bizi silkeler miydi acaba?