İSLAM İNSANIN İHYASIDIR
Şu husus tarihî bir gerçektir ki, Âlemlerin Efendisi, zulüm ve anarşi içinde boğulmakta olan insanlığı, îmânın en kıymetli meyvesi olan merhamet ve şefkatiyle kucaklamış, rahmet ve dostluk dolu yüce davranışlar manzumesi ile nice kin ve intikam saflarını muhabbet hâleleri hâline getirmiştir. Onun bi'setinden evvel insanlar, çocukluk çağından başlayarak döven, zulmeden, işkence yapan, hemcinsine saldıran kimselerdi. Ancak o mübârek varlığın elinde her biri, merhamet güneşinin kendilerinde doğuşu ile bu sefaletten kurtuldu; seâdeti tattı ve kendileri de kıyâmete kadar gelecek bütün insanlığa müstesnâ rehberler oldu. İslâm'ın ulvî ve yegâne düsturları, birer yıldız misâli onların hayatından bizlere aksetti. Bu akislerden biri olarak Mus'ab bin Umeyr'in hâli ne kadar hikmetli ve istikametlendiricidir:
Mus'ab bin Umeyr, beraberinde Es'ad bin Zürare olduğu hâlde Medîne'de Abd-i Eşhel ve Zafer oğullarının yurduna gitmişlerdi. O gün Abd-i Eşhel oğullarının liderleri Sa'd bin Muaz ile Üseyd bin Hudayr idi. İkisi de henüz müşrikti. Sa'd, Mus'ab bin Umeyr'in gelişini duyunca Üseyd'e:
"-Ne duruyorsun? Bizim zayıf ve cılız insanlarımızı aldatmak için gelen şu iki adamın yanına git ve onları buradan uzaklaştır!" dedi.
Üseyd de Mus'ab bin Umeyr ile Es'ad bin Zürare'nin yanlarına geldi; kötü sözler söyleyerek başlarına dikildi ve elindeki mızrağını onlara doğrultup:
"-Yaşamak istiyorsanız buradan çekip gidin!" dedi.
Mus'ab ise sakin ve mütebessim bir şekilde şu mukabelede bulundu:
"-Eğer oturup dinlersen, sana söyleyeceklerimiz var. Sen akıl ve basîret sahibi seçkin bir kimsesin. Beğenirsen kabul eder, hoşlanmazsan uzak durursun..." dedi.
Üseyd, biraz düşünüp:
"-Doğru söylüyorsun." diyerek mızrağını yere sapladı ve dinlemeye başladı.
Dinledikçe Mus'ab -radıyallâhü anh-'ın anlattığı ilâhî güzelliklerin câzibesine kapılarak İslâm'ı kabul etti. Sonra huzur içinde oradan ayrılıp Sa'd'a:
"-Onları dinledim, anlattıklarında da bir mahzûr görmedim." dedi.
Buna kızan Sa'd, bu defa kendisi Mus'ab'ın yanına gitti. Öfkeli idi ve kılıcını da yarıya kadar sıyırmıştı. Mus'ab -radıyallâhü anh- onu da aynı şekilde karşıladı. Yatıştırdı. Sonra tatlı ve rûhu okşayıcı bir üslûp ile ona da bir kısım ilâhî hakîkatleri anlattı. Böylece Sa'd da, Üseyd gibi anlatılanların ulvî cazibesine kapılarak îmân kevserini yudumladı.
Hiç şüphesiz bu hâl, Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'in mânevî terbiyesinde yetişen müstesnâ sahâbelerin nasıl yüce bir olgunluğa eriştiklerinin bir misâlidir. O bahtiyarlar, insanın ihyâsından ibâret olan İslâm'ın bereketiyle "Seni öldürmeye gelen sende dirilsin!" düsturunu beşeriyyet tarihine altın harflerle yazmışlardır. Zîrâ onlar, Hazret-i Mevlânâ'nın ifadesiyle biliyorlardı ki:
"Rahmet denizleri coşunca, taşlar bile âb-ı hayatı içer. Toprak döşeme atlasa döner ve altın sırma ile dokunmuş bir kumaş halini alır. Yüz yıllık ölü mezarından çıkar, şeytan tabiatlı nice mel'unlar bile hurilerin de kıskanacakları bir güzel olur. Bütün bu yeryüzü yeşermeye başlar; kupkuru dal çiçek açar, meyve verir! Kurt kuzu ile bir sofrada yeyip içmeye başlar; ümitsizler hoş bir hale gelirler, izleri kutlu olur!"
Bu çerçevede Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, nice ölümü hak eden mücrimleri, hattâ amcasını öldüren Vahşî'yi dahî afvedip hilm ile muâmele buyurdu. Onun gönlünde ve huzurunda daima merhamet ve rahmet, gazabın önüne geçti. Beşeriyeti yakan nice gaflet ve dalâlet alevleri, onun hakîkat kevserinde söndü ve emsâlsiz goncaların yetiştiği bir gülistân hâlini aldı. Yaşadığı devrin gönülleri:
"Dişsiz mi bir insan onu kardeşleri yerdi"şeklindeki bir vahşet ve cehâletten kurtuldu ve bir muharebe sonrası ölmekte olan susuz bir yaralının, kendisine getirilen suyu, diğer yaralı kardeşine yönlendirip:
"Suyu ona götürün!"diyerek son nefesinde bile başkasını düşünen diğergâm şahsiyetler yetişti.
İnsanlığı, işte böylesi kâ'bına varılmaz mânevî zirvelere götüren Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, oluşturduğu ilâhî kervânın dosta ve düşmana karşı daima en önünde idi. Nitekim geçen asrın ortalarında Hollanda'nın Lahey şehrinde toplanan bir ilim ve fikir adamları konseyi de, dünyânın yüz büyük adamını tesbît etmiş ve hepsi hıristiyan olan seçiciler, koydukları temel ahlâkî ölçüler çerçevesinde bir numara olarak Hazret-i Peygamber'i tercih etmek zorunda kalmışlardır.
Yine câlib-i dikkat bir husustur ki, ashâb-ı kirâmın yüzde doksanı sırf Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'in üsve-i hasene şeklinde ifade edilen örnek şahsiyet ve karakterine, yüce ahlâkına ve üstün vasıflarına hayrân ve meftûn olarak İslâm'ı tercih etmişlerdir. Ona düşmanlıkta en ileri gidenler bile kendisine hiçbir zaman "yalancısın" veya "zalimsin" gibi menfî sıfatlar kullanamamışlar ve onu kötülemek niyeti ile konuştuklarında dahî hakkında övgüden başka söz söyleyememişlerdir.
Dolayısıyla İslâm'a gönül verip ona hizmet etmek isteyenler, bu mukaddes dâvânın her şeyden önce insanın ihyâsı olduğunu bilmelidirler. Çünkü her insan karşısında, Allâh'ın, onları varlıkların en şereflisi olarak yarattığı ölçüsünden hareket ederek davranmanın gerektiğini idrâk edebilenler, bu dînin bereketli saflarında Allâh'ın rızâsına uygun hizmet edebilirler. Yâni İslâm ideali, insan idealidir. İnsan ideali ise ancak gönül ölçüleriyle ortaya çıkan güzellikleri yeşertebilmekten geçer.
Bunun için İslâm, doğuşundan itibaren insanı terbiyeyi esas almış ve müntesiplerini bütün insanlığın kendilerine hayran kaldığı şahsiyetler hâline getirmeyi başarmıştır. O, ömrü boyunca nefsine söz vererek onun kumandasında hayvânî bir hayat yaşayan nice gâfil insanı, melekî ölçülerle olgunlaştırarak göklerin gözlerini kamaştıran gönüller hâlinde yeryüzüne hediye etmiştir. Meselâ bir zamanlar kızını diri diri gömmüş bir kimse olan Ömer bin Hattâb, daha sonra bir karıncayı dahî incitmekten çekinen ulvî bir gönül ufkuna ulaşmıştır.
Bu itibarla İslâm, insanlara aşk ile yaklaşan bir rûhu temsîl eder. Onun sayesinde merhamet çekirdeğinden fışkıran mesuliyet, insanı sınırlı ve dar yapılı bir varlık olmaktan kurtarır, sonsuz ve ebedî bir hayatın sahibi kılar. Yâni Hülâgû olmaktan çıkarır, Yunus yapar.
Çünkü İslâm, insanın ihyâsıdır. Ve İslâm'ın yüce yapısının doğurduğu bütün duygular, gerçek mânâda en insânî duygulardır. İşte Yûnus bu duygular içinde:
Gelin tanış olalım, işi kolay kılalım, Sevelim, sevilelim; dünyâ kimseye kalmaz!.. Ben gelmedim dâvâ için benim işim sevi için, Dostun evi gönüllerdir, gönüller yapmaya geldim...
beyitlerini söylemiştir.
Ve bu hissiyât, şanlı ecdâd ile o kadar bütünleşmiştir ki, bir muhârebe sonrası bize esir düşen bir düşman kumandanına:
"Ne zâlimsin ey merhamet; bana düşmanımı sevdiriyorsun!" dedirtmiştir.
Hâl böyleyken birkısım İslâm düşmanları ve materyalistler, insana rûhun değil de beden uzuvlarının dinini ve şeklini tanıtmaya çalışmakta ve yüce İslâm'ı günümüz fecâatlerinden biri olan terör kelimesiyle beraber kullanmaya kalkışmaktadır. Oysa terör ve anarşizm, kalbsizlik üzerine kurulmuştur ve onlara aslâ ahlâk gibi ulvî hisler lâzım değildir.
İslâm ise, doğduğu günden itibaren her türlü terör ve anarşizme karşı tavır almış ve daima kâfir olsun mü'min olsun her insanın hakkına riayeti esas edinmiştir.
Müslim bin Hâris anlatır:
Rasûlullâh bizi bir seriyye ile gazveye göndermişti. Ancak ben gazve mahalline yaklaşınca atımı hızlandırıp arkadaşlarımı geçtim ve bizimle karşılaşacak olan köy halkının hidâyetlerine vesîle oldum. Böylece muhârebe olmadı. Ancak bazı gâfil ve ham arkadaşlarım bu davranışım sebebiyle beni:
"Ganîmeti bize harâm ettin!" diyerek ayıpladılar ve Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'in yanına dönünce, yaptığımı ona haber verdiler. Fakat Âlemlerin Efendisi beni çağırttı ve yanına varınca... |