RAMAZAN-I ŞERİF
edeceğine, keşke sen de onlar gibi uyusaydın! Zîrâ senin hor gördüklerin, şu anda ilâhî rahmetten mahrûmiyet içindelerse de, onlara Kirâmen Kâtibîn melekleri menfî bir şey yazmıyor. Senin amel defterine ise, din kardeşlerini küçük görme ve gıybet günahı yazıldı.» karşılığını verdi.”
Nasıl ki namazı gayr-i ciddî bir şekilde ve gafletle kılanlar hakkında “yazıklar olsun” itâb-ı ilâhîsi sâdır olmaktaysa, orucun da Hak katında makbûl olarak îfâ edilebilmesi için kalbî bir kıvâm ve huşû şarttır. Namaz, sür’atli kılınarak bir hazım vâsıtası, oruç da kuru bir açlık ve perhiz hâline getirilmemelidir. Bunun içindir ki namazda olduğu gibi oruçta da kulu hassâsiyet ve ihlâsa yönlendiren pek çok incelik bulunmaktadır. Zîrâ oruç ve namaz, yalnız bedenin değil, kalbin de iştirâk ettiği mânevî bir âhenk netîcesinde kâmil bir sûrette îfâ edilebilir.
Orucun Hak katında makbûl olması için mîdenin açlığına ilâveten, dil, göz, kulak gibi diğer uzuvları da günahlardan muhâfaza etmek gerekmektedir. Nitekim, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-birgün:
“Oruç, oruçluya yakışmayan şeylerle zedelenmedikçe (tutan için) bir kalkandır.” buyurdu. Ashâb-ı Kirâm:
“(Oruçlu) onu ne ile zedeler?” diye sorunca Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Yalan ve gıybetle...” (Nesâî; Sıyâm, 43) cevâbını verdiler.
Bilhassa -Kur’ânî ifâdeyle- “hümeze” ve “lümeze”, yâni dedikodu-gıybet yapmak, kaş-göz hareketleriyle eğlenmek, mü’min kardeşini küçük düşürmek ve yalan söylemek gibi orucun rûhâniyetini zedeleyecek hâllerden sakınmak gerekmektedir. Zîrâ bir hadîs-i şerifte de şöyle buyrulmaktadır:
“Kim yalan konuşmayı ve yalan-dolanla iş yapmayı terk etmezse, Allâh’ın, o kimsenin yemesini ve içmesini bırakmasına ihtiyâcı yoktur.” (Buhârî, Savm, 8)
Ramazân-ı şerîf; oruç, terâvih namazı, sahur ve seher uyanıklığı bakımından da çok mühimdir. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur:
“Allâh -celle celâlühû-, size Ramazan orucunu farz kılmıştır. Ben de onun kıyâmını, yâni Ramazan gecelerindeki terâvih namazını sizin için sünnet kıldım. Eğer bir kimse îmânlı bir yürekle ve sevâbına ermek ümidi ile Ramazan orucunu tutar, terâvih namazını (tâdil-i erkân ve huşû ile) kılarsa, anadan doğduğu gibi günâhlarından kurtulur.” (İbn-i Mâce, Salât, 173)
Hakîkaten bu ayın gündüzleri gibi gecelerinin ve bilhassa seher vakitlerinin de ayrı bir feyiz ve rûhâniyeti vardır. Esâsen yılın hangi ayında olursa olsun her seher vakti, ârif gönüller için paha biçilmez ve müstesnâ bir kazanç vesîlesidir. Çünkü o anlar, Allâh’ın kulunu halvetine dâvet ettiği demlerdir. Hak Teâlâ, seher vakti ve seherleri ihyâ edenler hakkında şöyle buyurmaktadır:
“Kuşluk vaktine ve sükûna erdiğinde geceye andolsun ki...” (ed-Duhâ, 1-2)
“Korkuyla ve umutla Rablerine yalvarmak üzere (ibâdet ettikleri için), vücutları yataklarından uzak kalır ve kendilerine verdiğimiz rızıktan Allâh yolunda harcarlar.” (es-Secde 16)
Yine Rabbimiz, cennet nîmetleriyle taltif edeceğini va‘dettiği has kullarının vasıflarını bildiren âyet-i kerîmelerde şöyle buyurmaktadır:
“Gecelerini Rablerine secde ederek ve kıyam durarak geçirirler.” (el-Furkan, 64)
“(Onlar) geceleri pek az uyurlardı. Seher vakitlerinde de istiğfar ederlerdi.” (ez-Zâriyât, 17-18)
Kalbler, ancak Hak Teâlâ ile berâberlik sâyesinde, yâni kalbin bir nazargâh-ı ilâhî hâline gelmesi netîcesinde uyanır. Bunun en feyizli yolu ise bilhassa seherlerde îfâ edilen zikirdir. Zîrâ insanda fıtraten mevcud olan “nisyan” ve “gaflet”ten doğan zararların telâfîsi için, Allâh’a kulluk idrâkinin dâimâ canlı tutulması ve bunun için de zikre ihtiyaç vardır. Zîrâ her tekrar, tekrar edilen şeyin idrak ve iz’andaki yâni kalbdeki yerini kuvvetlendirir.
Cenâb-ı Hak, kulunun sûret yapısına değil, kalbine nazar eder. Bu bakımdan her mü’min, kalbini gafletten koruyup zikir ile ihyâ etmeyi vazîfe bilmelidir. Kulluk vazîfeleri içindeki bu husûsî ehemmiyeti sebebiyledir ki, zikir kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de iki yüz elliden ziyâde yerde geçmektedir. Cenâb-ı Hakk’a hakîkî mânâda kulluk yapabilmek, zikrin kalbde kazandığı mevkî nisbetinde gerçekleşir. Cenâb-ı
Hak, kullarının, zikrin rûhâniyetinden gâfil kalmamaları için âyet-i kerîmede şöyle buyurmaktadır:
“Îmân edenlerin, zikrullâh ve Hak’tan inen Kur’ân sebebiyle kalblerinin huşû içinde ürperme zamanı henüz gelmedi mi?” (el-Hadîd, 16)
İşte zikir ve tesbihâtla ihyâ edilen seherler, -tıpkı güzelliklerini inbat etmek için hasretle yağmur bekleyen bir bahar toprağı gibi- gönlündeki istîdâdları inkişâf ettirmek isteyen mü’minler için; kritik, hassas, rûhânî ve feyizli vakitlerdir. Bir Mevlânâ muhibbi, seher vakitlerinin rûhâniyetini şu şekilde ifâde eder:
“…Derûnî olarak vicdanlardan gelen sesler, mü’mini seher vaktinde ibâdete çağırmaktadır. Bu ses, aşk müezzininin okuduğu mânâ ezânının sesidir. Bu ses mü’mine; «Uykudan uyan, çünkü Hakk’a muhabbet uykudan hayırlıdır.» demektedir. Çünkü mü’min, seher vakitlerinde Rabbini zikrederken; gönlünde Hak, hakîkat ve mârifetullâh tecellî edecek; namazları ise, mîrâc hâline gelecektir. Rahmetin âdetâ tuğyân ettiği bu zamanda uyumak büyük bir tâlihsizliktir. Nasıl ki on iki aylık bir sene içinde Ramazan ayı mü’minlere rahmet ayı olarak gelmişse, yirmi dört saatlik bir gün içinde de seher vakitlerine âit birkaç saat çok mübârektir. Bu saatlerde Allâh’ın has kulları uyanmışlar, hakîkî mahbûblarını bulmuşlardır.”
Seherlerde rahmet kapıları açılır, uyanık gönüllere “buyrun” denilir. Üstelik bu dâvet, ayların sultânı olan Ramazân-ı Şerîf’in feyiz ve rûhâniyeti ile taçlanmış seherlerde olursa, elbette ecir ve nâiliyetler de o mübârek ayın şânına lâyık bir sûrette tecellî edecektir.
Ramazan-ı Şerîf’in bir adı da “Şehru’s-Sabr” yâni “sabır ayı”dır. Sabır, güzel ahlâkın ağırlık merkezi, îmânın yarısı, ferah ve saâdetin anahtarıdır. Cennet nîmetlerine kavuşturan büyük bir fazîlettir. Sabır, hoşa gitmeyen ve ıztırap veren hâdiseler karşısında muvâzeneyi bozmadan sükûnete bürünmek, Hakk’a teslîm olmaktır. Hadîs-i şerîfte buyrulur:
“Hiçbiriniz oruçlu olduğu gün çirkin söz söylemesin ve kimse ile çekişmesin. Eğer biri kendisine söver veya çatarsa «ben oruçluyum» desin.” (Buhârî, Savm, 9) |